Müslümanlık ve Türklük: Kim kime muhtaç?
Geçtiğimiz günlerde İstanbul'un kurtuluşu vesilesiyle ilginç bir uygulamaya tanık olmuştuk. Kentin beş büyük camisine özel içerikli mahyalar asıldı.
Bunlardan en masumu Üsküdar Yenicami'deki 'Kurtuluşun kutlu olsun' sözüydü. Gerçi bir kentteki yabancı askerlerin gidişi ile dinsel duyarlılık arasında bire bir ilişki olmasa da, yüzyıllar boyunca ülkeler arası çatışmaları din farklılığı üzerinden okumuş ve yaşamış bir toplum için pek de yadırgatıcı sayılmazdı. Ulusal savaşların aynı zamanda bir din çatışması olarak sunulabilmesi, gazi ve şehit terimlerini işlevsel kıldığı ölçüde, dindarları da ulusal mücadelelerin tarafı kılmış gözüküyor.
Ancak bu mahyanın asıl işlevinin bir 'olta' olması akla yakın geliyor. Yani dindarları bir adım daha atmaya davet eden ve onları ulusalı korumak üzere devletin yanına çekmeye çalışan bir olta. Bu kanaati uyandıran ise diğer dört mahyanın içeriği... Hatırlarsak Eminönü Yenicami'de 'Milli birlik esastır', Eyüp Camii'nde 'Önce vatan', Süleymaniye Camii'nde 'Ne mutlu Türk'üm diyene' ve Sultanahmet Camii'nde ise 'Ordumuza şükran borçluyuz' sözleri vardı. İstanbul Müftülüğü'nün açıklamasına göre, camilerin mülkiyeti Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne ait olduğu için mahyaları da onlar hazırlar ve Valilik'teki bir komisyonun onayına sunarlarmış. Ancak bu sefer iş biraz farklı tecelli etmiş. Valilik, Vakıflar'ın teklifini beklemeden ve komisyon henüz toplanmadan tek tek camileri ve mahyaları bizzat belirlemiş. Anlaşılan bu sefer söz konusu mahyalar, Valilik'te cisimleşmiş olan bir başka otoritenin tercihiymiş.
Bu işgüzarlığın ardında anlamlı bir siyasi neden olduğu açık. Dolayısıyla asıl soru Valilik'in böylesine 'milli' ve 'askeri' klişeleri mahyalara taşıma ihtiyacını niçin hissettiğidir.
MAHYALARIN ETNİK SESİ
Soruya yanıt vermeden önce, mahyalardaki sözleri yukarıdaki sırasıyla ele almakta yarar var. Eminönü Yenicami ve Eyüp Camii'ne yakıştırılanlar aslında dindarların çok da itiraz edecekleri bir içerikte gözükmüyorlar. 'Milli birlik esastır' sözünde belirli etnik kimliklerin dışlanmasını okuyabildiğiniz ölçüde, 'bizim dışımızdakilere' karşı bir birlikteliğin işaretlerini de okuyabilir ve 'biz'den de din kardeşliğini anlayabilirsiniz. Ne de olsa milli kelimesi milletle bağlantılı ve millet de Osmanlı'daki özgün anlamıyla aynı dine ait insanlar toplumu demek. Bilindiği üzere Cumhuriyet milliyetçiliğinin taktiklerinden biri millet ve ümmet kelimelerinin anlamlarını tam tersine çevirmek olmuştu. Aslında ulusal bir kimliği ifade eden 'ümmet' sözcüğü geniş din cemaatinin adı haline gelirken, 'millet' de bir anda dinsel kimlik birlikteliğinden ulusallığa terfi etmişti. Böylece Müslümanların alışık olduğu 'millet' kavramını değiştirmeden bir hamlede onları etnik milliyetçiliğin taraftarı haline getirmek, doğrusu pek de zor olmamıştı. Dolayısıyla 'Milli birlik esastır' sözünün, hafif bir kafa karışıklığı yaratma ihtimali de olsa, dindarlar için itici olmayacağı öngörülebilir. Aynı şeyi 'önce vatan' klişesi için de söyleyebiliriz. Sonuçta dindarlar açısından 'vatan' din kardeşleri ile birlikte inancını ve bu doğrultudaki hayatını özgürce yaşadığı yerdir. Nitekim Osmanlı dünyasında bu ortam verili olduğu ölçüde, 'vatan' kelimesi kişinin somut olarak bağlı olduğu ve kendisini bağlı hissettiği coğrafya ile sınırlı kalmıştır. Öte yandan imparatorluğun kozmopolit ve çokkültürlü atmosferinde Müslümanlar kendi 'vatanlarını' farklı dinlerden insanlarla paylaşma konusunda da bir direnç göstermemişlerdir. Demek ki Anadolu'nun Müslüman dindarları için 'vatan', özgürlüğün yaşandığı somut coğrafyanın sahiplenilmesinden ibarettir ve aynı bakışın Hıristiyan ve Musevi cemaatlerinde de geçerli olması şaşırtıcı değildir. Ne var ki bu yaklaşım 19. yüzyıl içinde tedrici bir biçimde değişime uğramış gözüküyor. Somuttan soyuta, yaşanan dar mekânlardan duygusal ilişki atfedilen geniş mekânlara doğru bir kayış var... Dindarlar arasında özgürlüğün yetmediğini ve sistemin söz konusu dinsel yaşam biçimini bir rejim haline getirmesi gerektiğini savunan bakışlar ortaya çıkıyor ve 'vatan' bu rejimin geçerli olması gereken coğrafyanın bütünü olarak tanımlanıyor. Bu süreç, Anadolu Müslümanlığının Türk milliyetçiliğine doğru başlayan yolculuğunun kritik eşiklerinden birini oluşturur. 'Vatan' sözcüğü giderek dinsel nüansından tamamen kurtulacak ve ulusal terminolojinin ana taşlarından biri haline gelecektir. Böylece dinsel içeriğe sahip bir başka sözcüğün daha 'laikleştirilmesine' ve aynı anda 'ulusallaştırılmasına' tanık oluyoruz. İslami hayat dağarcığının kelimelerinden biri daha, ideolojik dönüşüme konu ediliyor ve Müslümanları 'kendiliğinden' ulusalcılığın doğal parçası kılıyor. Bu nedenle 'Önce vatan' sözü de, İslami algıda belirli bir muğlaklığa işaret etmekle birlikte, karşı çıkılası bir klişe değil...
Denebilir ki bu iki mahya aslında birer 'geçiş' cümlesi... Çünkü asıl varılmak istenen sonucu doğal olarak en önemli iki camide, yani Süleymaniye ve Sultanahmet'te görüyoruz. Birincisinde 'Ne mutlu Türk'üm diyene' yazıyor... İlk bakışta son derece yadırgatıcı olduğu açık. Tüm etnik çeşitliliği kucaklayan İbrahimi bir dinin ibadet yerinde tek bir etnik kimliği öne çıkaran bir sözün, bizzat dini aşağılamak olduğunu bilmek için dindar olmaya gerek yok. Üstelik bu söz, bir ulusal projenin sembolik taşıyıcısı olarak yerleşik bir işleve sahip. Söz konusu mahyanın kabul görmesi için bütün Müslümanların kendilerini 'hiç düşünmeden' Türk hissetmeleri gerekir. Bunun anlamsız bir beklenti olduğu ise Kürtlerin varlığı ile zaten kanıtlanmış durumda. O halde bu mahyadan beklenen etki veya yarar ne olabilir? Bu mahyanın dindarlığı anlamsızlaştırdığı, inancı bir etnik kimliğin parçasına indirgediği, dolayısıyla da Kürt olmayan Müslümanlar için de fazlasıyla itici olduğu açık değil mi? Belki de 'millet' ve 'vatan' kelimelerini müsadere eden zihniyet, Müslümanların artık 'Türk' olmaya hazır olduklarını varsaymakta. Milleti ve vatanı ulusalcı ideolojinin parçası kıldıkları ölçüde, bizzat Müslümanlığın da Türklüğe indirgenebileceğini sanıyorlar.
İNANCI ETNİK KİMLİĞE İNDİRGEMEK
Gelelim son mahyaya... Bu daha da cesur. 'Ordumuza şükran borçluyuz' diyor... Eğer şu ana kadarki sırayı takip etmiş ve dinsel inancı etnik kimlik ideolojisinin payandası olarak yeniden kurgulamışsanız, belki orduyu da Türklüğün 'diyanet işleri başkanlığı' olarak farklı bir saygınlığa taşıyabilirsiniz. Çünkü orduya şükran duymanın tek anlamlı gerekçesi, ulusallaşmış olan millet ve vatanı kendince koruyup kollaması ve Türklüğün sahipliğini yapmasıdır. Eğer Türklük, Müslümanlığı içeriyor veya kuşatıyorsa, bu beklenti ile ilgili sorun olmayabilir. Ama durum tam tersi bile değil... Yani Müslümanlığın Türklüğü kuşattığını bile söyleyemeyiz, çünkü her iki unsur da kendi içinde kimliksel çeşitliliği taşıyor. Ama bu noktada Müslümanlığın, Türklüğe nazaran çok daha olgun bir kimlik olduğunu göz ardı edemeyiz. Müslümanlık kendi içinde etnik çeşitliliği taşımaya ve onu hazmetmeye muktedir iken, Türklük kendi içindeki dinsel çeşitliliği taşıma ve hazmetme konusunda büyük zorluk çekiyor. Bu nedenle de ortada basit bir gerçek var: Müslümanlık, Türklüğe muhtaç değil, ama
Türklük Müslümanlığa muhtaç...
Şimdi yukarıdaki soruya dönebiliriz: Acaba bu yıl böylesine 'milli' ve 'askeri' sözleri mahyalara taşıma ihtiyacı niçin hissedildi? Bazı varsayımların artık geçerli olmadığına yönelik bir idrak mi söz konusu? Ortada doğru bir tespit mi var dersiniz? Bence öyle... Düşünülen 'çare'nin geri tepecek ölçüde ilkelliğini bir kenara bırakalım, ortada apaçık bir endişe var: Müslümanlığın bir payanda olarak kaybedildiğinin görülmesi... Söz konusu dinamiği ele almak bir sonraki yazının konusu, ama görünen o ki, 'millet' de 'vatan' da ait oldukları dünyaya dönüş hazırlığındalar ve Türk milliyetçiliğinin zaten epeyce kof olan temeli bizzat Müslümanlar eliyle hak ettiği noktaya geri itiliyor.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT