Müslümanların yeni yolu: Laikliğin parçalanması ve Türk kimliğinden bağı
Her ülkenin demokratlaşması farklı siyasî adımları ve ideolojik bir dili öne çıkarıyor. Demokratlaşma genelde yeni bir zihniyetin var olan zihni çerçeveye yedirilmesiyle hayata geçiyor.
Yoksa hiçbir ülke bir anda eski zihniyetini terk edip demokratlaşmıyor. Türkiye de kabaca otoriter ve ataerkil zihniyetlerin kadim bir bütünselleşmesini ima eden bir geçmişten gelmekte. Osmanlı dünyası meşruiyetin ataerkil anlayıştan, yani somut olan dinden geldiği, siyaset alanının son kertede otoriter yapılar içinde yönetildiği, ancak kadrolaşma, kariyer ve günlük karar alma süreçlerinin yine ataerkil bir zemin üzerine oturduğu bir toplumsallaşmayı ifade ediyordu. Öte yandan bireysel hayatlara indiğimizde karşımıza çıkan ataerkillik, hukuk gibi düzenleyici kurallarında dindarlığı referans alır gözükse de, pratik yaşantıda epeyce laik unsurlar içermekteydi. Dolayısıyla Anadolu'nun geleneğinde dinin kuşatıcı ve kimlik üretici gücü çok yüksek olmakla birlikte, laik bir anlayışla iç içe geçmiş, epeyce esnek bir dindarlık olduğunu söylemek mümkün.
Bu ideolojik zemin dinsel kimliklerin korunduğu ölçüde, pratikte farklı zihniyetlere doğru açılımların yaşanabileceğini söylüyor. Nitekim 19. yüzyılın son çeyreğinde yaşanan ideolojik tartışmalar toplumu pek de gerçekçi olmayan Osmanlıcılık ve İslamcılık gibi toparlayıcı bakışlardan dar bir kalıba oturan Türkçülüğe doğru getirmişti. Gerçi Türkçülük de başlarda ve sonradan bazı küçük grupların inisiyatifiyle toparlayıcı bir niteliğe sahip gibi sunulmuş, ancak Anadolu dışındaki Türklerin buradakilerle kültürel ve tarihsel anlamda hiçbir gerçek bağlantısının ve bağının olmaması Türklüğü daraltarak bu topraklarla sınırlamıştı.
Yeni Kadronun Meşruiyet Arayışları
İmparatorluk rejiminden cumhuriyet rejimine doğru geçiş, söz konusu Türklüğün, temel referansı din olan halka kabul ettirilmesini gerektirmekteydi. Bu noktada Türklüğün İslamiyet'in 'taşıyıcısı' ve 'koruyucusu' olarak sunulmasına ve hatta tarihsel rolünün tam da bu olduğunun savunulmasına tanık olundu. Dönemin savaş atmosferi, imparatorluğun küçülme sürecinin durdurulamaması ve sürekli yenilgi psikolojisi de yeni bir başlangıcı ima eden Cumhuriyet'in kabullenilmesini ve ulus-devletin benimsenmesini kolaylaştırdı. Kurulacak olan bir 'ulus-devlet' olduğuna göre ulusun da dinselliği kenara alan ve etnisitiye vurgu yapan bir niteliği olması doğaldı. Ancak Anadolu'nun zihniyet geleneği dinsel kimliğin referans olma özelliğini güçlü bir biçimde vurguladığı için, Türklüğün Müslümanlığı kuşatması gerekmekteydi. Böylece bütün Müslümanları Türklük potası altında buluşturan bir anlayış izlendi. Sonuçta Türklükle hiçbir alakası olmayan kavimler sırf Müslüman oldukları için 'Türk' sayılırken, Gagavuzlar gibi Hıristiyan Türkler 'Türk' tanımının dışında kaldılar.
Herkesin gayet iyi bildiği bu macera, dinsel kimliği temel alan bir etnik kabuk yarattı. Öte yandan aynı Müslümanlar, gündelik hayatlarında epeyce laik uygulamaları, bunların dinsel yorumuna gerek kalmadan benimsemişlerdi. Osmanlı geleneği içinde önemli bir payı olan otoriter zihniyet, farklı düzeylerdeki siyasî erk sahiplerinin dinsel referansların dışına çıkmasını kolaylaştırdığı gibi, bunu meşru gören bir toplumsal algılama da üretmişti. Diğer bir deyişle Anadolu halkı laikliğe hiç de yabancı değildi... Yeter ki dine alternatif olarak sunulmasın.
Cumhuriyet ise sadece Anadolu'nun yeni bir rejim etrafında toparlanması değil, aynı zamanda yeni bir kadronun da rakipsiz bir biçimde iktidara el koymasını ifade etmekteydi. Ne var ki bu yeni kadronun kendi iktidarını sürekli kılacak bir meşruiyeti yoktu. Söz konusu meşruiyet 'tehdit algılaması' ve 'sürekli devrim' stratejilerini hayat geçirdi. Buna göre Türkiye iç ve dış düşmanlarla karşı karşıyaydı ve halk devletin korumasına muhtaçtı. Bu durum halka karşı şeffaf olmayan, klikleşmiş ve içe kapanmış bir devleti 'normal' kılıyordu. Ayrıca bu halkı düşmanların tasallutundan korumuş ve kendini kanıtlanmış olan yönetim, halk için neyin iyi ve doğru olduğunu bildiğine göre, bunu söyleme ve devrimlerin takipçiliğini yapmak durumundaydı. Öyle ki devrim olarak öne sürülen değişimlere karşı çıkmak, sadece 'bilime' ve 'ilerlemeye' değil, aynı zamanda sizi kurtarmış olan devlete karşı çıkmak anlamına gelmekteydi.
İşler Çığırından Çıkmaya Başlıyor
Yaratılan ortam, bu iki stratejiyi besleyen iki ideoloji vasıtasıyla daha da pekiştirildi. Tehdit algılaması milliyetçiliği, sürekli devrim ise laikliği işlevsel kıldı. Yönetim milliyetçilik ve laiklik sayesinde kendi devletçiliğini topluma kabul ettirdi. Toplum ise bir 'kabuk' kimlik olarak Türklüğü öne süren milliyetçiliği zaten yadırgamadı. Laikliğe gelince ortada sıkıntılı bir durum vardı... Devrimlerin günlük hayata yansımaları sorun yaratmazken, ideolojik iddiası tepki çekti. Laiklik, içi Müslümanlıkla dolu olan Türklüğün içini boşaltmayı hedefliyordu ve bu durum Müslümanlar açısından Türklüğün de anlamını yitirmesine yol açabilirdi.
Söz konusu belirsizlik Cumhuriyet rejimini tek parti döneminde pek rahatsız etmedi. Otoriter zihniyetin çeşitli örneklerinin sergilendiği bu dönemde halkın itirazını seslendirmesi ve bunu bir siyasete dönüştürme imkânı olmadığı gibi, bu tür girişimler de anında tırpanlandı. Ancak çok partili hayatla birlikte Anadolu'nun 'muhafazakâr' kesiminde tepkilerin siyaseten şekillenmesine tanık olundu. Dindarlar önce 'merkezdeki' daha az 'laik' partilerde toplandılar, sonra da kendi partilerini kurmaya başladılar. Bunun anlamı, ülkenin dindarlaşması, irticanın artması olarak sunuldu. Devlet otoriter zihniyetinin uzantısı olan siyasî manipülasyonlarını yapmaya devam etti ve halen Ergenekon davasında veya Genelkurmay'da hazırlanan belgelerde gördüğümüz üzere devam ediyor. Ancak bu noktaya gelmeden önce meseleyi 'yumuşak' bir biçimde ideolojik bir 'uygunluk' yaratarak çözme isteği ortaya çıktı. Bunun adı Türk-İslam senteziydi...
Devlet bu sentezle Müslümanları yeniden Türklüğe yakınlaştırmaya çalıştı. Aslında ortada bir sentez değil, Müslümanların ideolojik açıdan 'ehlileştirilmesi' ve siyasî alanda edilgenleştirilmesi projesi vardı. Çünkü Anadolu geleneği içinden bakıldığında açık olan gerçek, Müslümanlığın Türklüğe muhtaç olmadığı, oysa Türklüğün Müslümanlığa muhtaç olduğudur. Bunu kültür, sanat, anlam dünyası ve gündelik hayat pratiklerini ele aldığımızda görmek hiç de zor değil. 1980 darbesi ile yüzyılın sonu arasındaki yirmi yıl bu stratejinin, giderek zayıflasa da zorlanmasıyla geçti. Bu açıdan bakıldığında 28 Şubat, Türk-İslam sentezi projesinin işe yaramadığının, dolayısıyla yeniden otoriter bir müdahaleyi gerektirdiğinin işaretidir.
Ne var ki 1997 sonrasında işler devlet açısından iyice çığırından çıktı... Her şeyden önce küreselleşme İslamiyet'i bir kimlik olarak öne çıkardı. Bu tablonun bir ucunda intihar bombacıları ve 11 Eylül sendromu vardı belki... Ama öteki ucunda da Müslümanlığı yeniden ele alan ve onu bugünün ve yarının dünyasında anlamlı kılmak üzere yorumlayan bir entelektüel enerji ortaya çıktı. Batı'daki Müslüman göçmenlerin varlığı ise bu enerjinin küresel bir tartışma zeminine oturmasına ve doğrudan sosyal politikalarla ilişkilendirilmesine neden oldu. Bu ortam Müslüman kimliği küresel açıdan anlamlı kıldığı ölçüde, onu etnik kılıflardan da kurtardı. Bugün Müslüman olmak, kişinin kendisini tarif etmesi açısından yeterli. Artık Müslümanların ayrıca Türk olma ihtiyaçları eskisi kadar çok değil ve bu eğilim giderek artıyor.
Ancak en az bunun kadar önemli bir gelişme daha oldu. Anadolu'nun dindarları laikliği de 'parçaladılar.' Yani laikliğin benimsenen yönleri ile benimsenemeyecek yönlerini birbirinden ayırdılar. Gündelik hayatın içine girmiş olan uygulamalarda laikliğin talep ettiklerini benimsemek hiç de zor değildi. Özellikle siyasî özgürlükler konusunda, geçmişte zaten muzdarip olan bu kitlenin dindarlığı kenarda tutması şaşırtıcı olmazdı. Ama bu özgürlüklerin aslında dine de uygun olduğuna ilişkin söylem, dindarların laikliği demokratlaştırarak benimsemeleri yolunu açtı. Öte yandan içki gibi, tartışmalı ve magazinel yönü güçlü alanlarda ise, dindarlar sosyal bağlamda İslami kodlara riayet etmekle yetinip, özel hayatlarında bu kodları olabildiğince esnetme geleneklerini sürdürdüler. Böylece Türkiye'nin Müslümanları birey olarak da küreselleştiler ve bu durum Müslüman kimliğin kendine güvenini artırdı.
Ancak bütün bunlar laikliğin otoriter zihniyetten beslenen devletçi yanına itirazı daha da mümkün kılmaktaydı ve bu kez artık söz konusu itiraz siyasetin egemen gücü olmaya doğru gitmekteydi. Böylece Türk-İslam sentezinin kopuşuna gelindi... Bugün Müslüman kimlik Türklüğe ihtiyaç duymayan, salt kendi geleneğinden hareketle küresel anlamda 'kişilik üretebilen' bir kimlik. Bu dönüşüm dindarların anlam dünyalarını belirleyen zihniyetlerden biri olan otoriterliğin zayıflaması ve yerini demokratlığa bırakmasıyla oldu. Günümüzün dindarları İslami kimliği rencide etmediği sürece demokratlığın önermelerini kucaklamak konusunda istekliler. Aynı zamanda Müslümanlığın içinde demokratlık arayarak, asıl meşruiyetin dinden değil zihniyetten geldiği gerçeğini de adım adım içselleştiriyorlar. Yapılan, demokratlığın Müslümanlaştırılması değil, Müslümanlığın demokratlaştırılması. İslamiyet'in bir sabite olarak tutulduğu, ancak İslam'a göre yaşamanın günümüzün hak ve özgürlük arayışlarıyla bütünleşebildiği bir değişim evresinin içindeyiz.
Darbecilerin Bir Diğer Amacı
Bu tablonun devletçi bir yaklaşıma sahip olanlarda, Cumhuriyet'i otoriter kalıplar içinde tutmak isteyenlerde, laikliği bir kamusal temizlik aracı sananlarda kaygı yaratmasından daha doğal ne olabilir? Anadolu dindarlığının dönüşümünü taşıyan ve sembolize eden AKP iktidarı döneminde hiç bitmeyen darbe hevesinin başka bir açıklamaya ihtiyaç duyduğunu sanmıyorum. Otoriter zihniyet içinde şekillenmiş olan Cumhuriyet'i, devleti ve laikliği 'koruyup kollayan' ordunun da bu heveste başı çekmesinden daha doğal bir şey olamaz.
Sorun şu ki, küreselleşme ve Türkiye'nin iç dinamiği sayesinde olgunlaşan Müslüman kimliği yeniden etnik vurgu üzerine oturan bir Türklüğe çekmek artık son derece zor. Bu durumda ya Türklüğü yeniden tanımlayarak etnisitenin dışına taşıyacaksınız, ki bu askerin gücünün azalmasını ve demokratlaşmanın yerleşmesini ifade edecek; ya da darbe yapacaksınız.
Kısaca söylersek, bu toprakların son dönemde yaşadığı en büyük dönüşüm Türk-İslam sentezinin anlamsızlaşması ve Müslüman kimliğin Türklükten özgürleşmesidir. Bu sürecin laikliği 'parçalayarak' yaşanması, söz konusu Müslüman kimliği bir 'irticai' unsur olmak bir yana, doğrudan demokratlığın konjonktürel taşıyıcısı haline getirmiştir. Giderek bir hezeyan halini aldığını idrak ettiğimiz darbe hevesi ise, aslında Müslümanları laikliğin dışına atmaya çalışma ve böylece onları yeniden Türklüğe muhtaç hale getirme isteğini ortaya koymakta. İronik olan şu ki şimdiye kadar Türklükle laiklik arasında kurulmuş olan organik bağın kırılmasıyla, bugün Müslümanların demokrat bir laikliğe yaklaşmaları Türklükten de bağımsızlaşmalarını ifade ediyor... Böylece Müslüman kimliğin küresel anlamda yeniden inşası ve sözünün duyulması da demokrat bir laikliğin içinden ürüyor.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT