Müslümanlar, Kürtler bizler ve işte hepimiz
Yine geçen yazıdan devamla...
Evet, Ermenilerin başına 1915’te gelen felaketin Kürtlerin başına gelmesini istemiyoruz, nokta... Kaç yazıdır söylediğim gibi, bunun artık mümkün olabileceğini de zannetmiyorum. Bunun pek çok nedeni var. İlki, soykırımların yaşandığı çağın kötücül koşulları, en azından dünyanın bizim de içinde bulunduğumuz bu coğrafyasından yavaş yavaş çekildi. Dünya küçüldü ve şeffaflaştı. İletişim devrimi sayesinde dünyanın en ücra köşesi hemen yanı başımızda bitti. Bugün kanlı diktatörlüklerin ve hegemonların en büyük düşmanı yerel direnişçilerden çok Twitter ve Facebook gibi küresel örgütlenme ağları.
Öte yandan, Kürt sorununun çözümünü imhada gören İttihatçı zihniyet gücünü gittikçe kaybediyor. TSK’nın ise geçmişte özellikle Kürt sorunu, şeriat korkusu pompalaması ve darbeler üzerinden yaptığı hatalardan ders alma sürecine –ama gönüllü, ama mecburen, lakin isabetli bir kararla- girdiğini söyleyebiliriz. Asker bunu mümkün olduğu kadar az zayiat vererek yapmaya çalışıyor. Lakin bu refleks, suça bulaşmış kadronun sahiplenilmesi çelişkisini de beraberinde getiriyor. Diyarbakır’daki faili meçhuller davasında Kayseri Alay Komutanı Albay Cemal Temizöz’ün hâlâ görevden alınmamış olması bu çelişkinin bir tezahürü olsa gerek. Bence TSK, Kürt açılımında hükümetle “yöntem” konusunda ciddi bir çekişme yaşamıyor. Çünkü açılım, en nihayetinde “insan olmanın en temel gerekleri”nin üzerine oturuyor. Bir Kürdün bu en basit insani haklarda bir Türkle eşit olmamasını artık halkınıza nasıl açıklayabilirsiniz ki! Bence asıl endişe, Ergenekon davası ile darbelerin, darbe teşebbüslerinin ve suça bulaşan muvazzaf ve emekli askerlerin adalete hesap vereceği ve bunun kurumun siyaset üstü anormal statüsü ve iktidarının sonu olacağı korkusu. Siyaset güçlendikçe bu kurum da tüm demokrasilerde olması gereken gerçek konumuna çekilecek, rahatlayacaktır.
Geçen yazımda alıntılayarak verdiğim Tanzimat Fermanı, tabanın can ve mal güvenliğini sağlamak ve Müslüman ve gayrımüslimlerin birbirine eşit olması gereğine vurgu yapmakla, devletin geçmişte bu görevini yerine getirmemiş olduğunu ikrar etmiş olmuyor muydu? 1839’da yapılan bu özeleştiride samimi olunsaydı yüz binlerce günahsız insan hayatta olacak, bugün de Kürt sorunu gibi bir açık yaraya sahip olmayacaktık. Yüz elli yıllık bir kayıptan ve ödenen büyük bedelden sonra, eşitlik konusunun halkta artık sağlam bir karşılığının oluştuğu, birikimli günlere eriştik.
Osmanlılık ekolünü Balkan Savaşı hezimetinden sonra bir darbeyle bitiren ve ülkenin dümenini kanlı bir maceraya doğru kıran ırkçı İttihatçı paşalar aslında çoğunlukla İslam’a nefretle bakmalarına rağmen, Ermenilere karşı giriştikleri imha eylemlerinde dinî fanatizmi ve bölgesel feodaliteyi çok “başarılı” bir biçimde kullandılar. Müslümanların ve Kürtlerin 1915 konusundaki yüzleşmeye katkıda bulunmaları gereken günlere eriştik artık. Bugün “kılıçartığı” denen benim gibilerin dedelerinin hayatta kalabilmiş olmasını, inancında samimi, vicdanlı Müslüman komşularımıza borçlu olduğumuz gibi, bir kısım Osmanlı paşalarının, subaylarının onurlu direnişleri de her zaman minnetle anılmıştır. Lakin bir de madalyonun diğer yüzü mevcut ki, 1915 gibi trajediler yaşanmış oldu.
Aramıza katılmasından büyük memnuniyet duyduğum kıymetli dostum Hilâl Kaplan ilk yazısında belki de tam da bu yüzleşme gerekliliğe şöyle vurgu yapıyordu: Türkiye halklarının büyük çoğunluğu için kurucu toplumsal kodların ekseriyeti İslâmiyet’ten neşet etmiştir. Dolayısıyla zulüm olan her şeyden kendimizi temyiz edebileceğimiz bir siyasal ufukta birleşmek için Müslümanların oldukça ağır bir yükü omuzlaması gerekiyor. Elbette ki bu yükü omuzlayabilecek olan Müslüman da ancak, asli amacı bu ülkede adaletin tesis edilmesi olan, bu amaç dahilinde otoriter laiklikle mücadele etmek kadar aynı laiklik anlayışı tarafından ezilen Aleviler ve gayrımüslimler gibi toplumsal gruplarla ortak mücadele veren; İslâm’ı malzeme ederek zorunlu din dersleri, Cuma hutbeleri, vb. ile halkı milliyetçileştiren/devletçileştiren ve bu suretle İslâm’ın da içini boşaltıp mesajını tahrif eden Türk-İslâm sentezi ürünü söylem ve kurumlarla arasına mesafe koyarak bu söylem üzerinden gadredilen başta Kürtler olmak üzere tüm mazlumlarla dayanışmaya kendini adamış bir Müslüman, yani “herkese Müslüman”dır. Zira unutulmamalıdır ki ancak “herkese Müslüman” olunarak “adaleti titizlikle ayakta tutan; kendisi, ana-babası ve akrabası aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler”den olunabilir (Nisa 135).
Bugün, yeni ve temiz bir sayfa açmak için geçmişi yeniden anlamlandırmaya çalışırken, bizi mahveden zehirli çorbadaki kendi tuzumuzu anmamak, tüm sorumluluğu bizden münezzeh “can”sız sistemlere yüklemek beni en tedirgin eden husus. Bu yüzleşme başlamazsa, eşitlik ve hak taleplerimiz hep kendi klanımızla sınırlı kalacak ve rahatlayan kesimler sistemle uzlaşacak.
Ortalıkta dolaşan güvensizlik hayaleti de bu eksiklikten kaynaklanıyor sanırım.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT