1. HABERLER

  2. ETKİNLİK-EYLEM

  3. “Müslüman Kadını Konuşmak” Paneli Yapıldı
“Müslüman Kadını Konuşmak” Paneli Yapıldı

“Müslüman Kadını Konuşmak” Paneli Yapıldı

Mardin Artuklu Üniversitesi “Müslüman Kadını Konuşmak” başlıklı bir panel düzenledi.

16 Mayıs 2013 Perşembe 21:46A+A-

Panele konuşmacı olarak Zehra Türkmen, Nagihan Haliloğlu ve Deniz Işıker Bedir katıldı. Panelin açılışı konuşmasını Mardin Artuklu Üniversitesinden Doç. Dr. Mehmet Akbaş yaptı. Akbaş’ın selamlama konuşmasının ardından panele geçildi. Panelde ilk sözü Zehra Türkmen aldı. Türkmen konuşmasında şunları ifade etti:

İslam; hedeflediği insan ve toplum, içerdiği prensipler itibarıyla insan fıtratına en uygun dindir.  Ve Hz. Adem'den bu yana insanlığı fıtri olana çağırmıştır. Ancak insanlık tarihi bu fıtri çağrıya kulak tıkayan ve şeytanın adımlarına uyarak sapan insanların kıssalarıyla doludur.

Ve insanların önemli bir kısmı, atalarının dinine uymayı, fıtrat dini ile hayatlarını düzenlemeye tercih etmişlerdir. Ancak bu yanlış din algısına bu güçlüklere rağmen değişimin sünnetini yakalamaya çalışan, insanlığı fıtri olana çağıran Müslümanlar olagelmiştir. Bu insanlar dine eklenen yanlışlıkları silip, ıslah etmeye her zaman ve her ortamda adaydırlar. 

Günümüzde de kadın-erkek tüm Müslümanların bu çabada yerlerini almaları, tüm güçlüklere rağmen dini aslına döndürme gayretleriyle "ıslah" çabaları içinde ve muslih olmayı başarmaları gerekmektedir. Müslüman kadınların da sahih dinin kendilerine biçtiği konumu tesbit ederek, bozuklukları ıslah etmeye yönelmeleri, modernizmi, yozlaşmış kültürü, geleneksel din anlayışını aşmaya çalışmaları bu çabanın içinde telakki edilmelidir. Çünkü geleneksel din anlayışı en genelde insanı, özellikle de kadını değişimin sünnetini yakalama ve bu uğurda çaba sarfetme sorumluluğundan uzak tutmuştur, Gerek kadını koruma endişesi gerek ona izafe edilen bir takım zayıflıklar ve ataerkil tarzda tahfif edilmeleri nedeniyle toplumun yarısı bu görevden alıkonmuştur.

İşte, geleneksel kadın anlayışını Hz. Hatice’nin, Aişe’nin, Nesibe’nin misyonuna, adeta onların görevlerine yeniden talip olmaktır. Tabii ki geleneksel anlayış aşılırken, modernizmin yozlaştırıcılığına da, ancak Kur'an'ın öngördüğü mümin ve mümine insan tipine ulaşılarak karşı durulabilir.

Bilindiği gibi eski çağlarda hemen bütün toplumlarda kadının hiçbir hak ve değere sahip olmadığı genel bir kanıdır.

Hıristiyanlar da bundan geri kalmayarak Hz Adem’in cennetten dünyaya gönderilişini kadına mal etmişlerdir. Onlara göre kötülüklerin kaynağı kadındı. Ve altıncı yüzyılda Hıristiyan Meclislerinde kadının ruhunun olup olmadığı bile tartışılmıştır. Engizisyon mahkemeleri gereği en fazla yakılan kadınlardı.

Her iki dinde de bozulmuş şekliyle kadın, toplum dışına itilen, eksik, kusurlu ve insanlığı tartışılan bir mahlûk sayıla gelmiştir. Cahiliye toplumunda da kadının sosyal hayat içerisinde ki konumunu irdelediğimizde, ona hak etmediği hatta insanlık onuruyla dahi bağdaşmayan bazı uygulamaların reva görüldüğünü söyleyebiliriz. Yine kız çocukları diri diri toprağa gömülürdü, kadına zorla mirasçı olunurdu.

Geleneksel din anlayışına baktığımızda ne yazık ki Allah'ın ayetlerinin aksine cahili kültürden devralınan ataerkil veya saltanatçı birikim kadın konusunda bütün düşünce ve kültürleri etkisi altına almış, son Rasul'ün tüm farklı uygulamalarına rağmen atalar geleneğinden yeterince kopmamak,  Müslüman kadın konusunda ki algılayışları da kendi potasında şekillendirmeye çalışmıştır.

Kur’an’a baktığımızda Yaratılışta, Allah'a kul olmada, sorumluluk yüklenmede, yüklendiği sorumlulukları yaşama ve yaşatmada kadın ve erkek arasında bir ayrımın yapılmadığını görmekteyiz.

İlk dönem İslam toplumu içerisinde kadınlar, seçme, danışma, kamu dediğimiz hizmetlere katılmış birçok siyasi hakkı elde etmişlerdir. Ve bu konularda aktif rol almışlardır.

Konuyu Mümin ve Mümine insanların birbirlerinin velisidir ayetini izan ederek devam eden Türkmen, İslam’da kadının rolünü yeniden 9 maddeyle özetledi:

1- Vahyin ilk muhatabı ve vahiyle ilgili ilk istişare yapılan kişi kadındır. (Hz. Hatice)

2- Müzemmil Suresi’nde ifade edilen gecenin üçte biri, bir kısmı veya yarısıyla ilgili ifade Rasul ve Rasulle birlikte olanların bir kısmı kadındı. Yani Darül Erkam’ın evinde tertil üzereKur’an eğitiminde bulunan ilk Müslümanlar kadınlar ve erkeklerdi.

3- Müslümanların işleri istişare iledir hükmünün ilk muhatapları kadınlar ve erkelerdi.

4- Kırkıncı Müslüman olan Hz Ömer’dir. Müslümanlar kadın erkek 40 kişiye ulaşınca bireysel tebliğlerin kadın ve erkek kitlesel tebliğe dönüştürerekKabe’ye yürümüşlerdi.

5- Müşriklerin zulüm ve işkencesine maruz kalanlar ilk Müslüman erkek ve kadınlardı. Ki Allah yolunda ilk şehit düşen Müslüman kadın Hz Sümeyye’dir.

6- Hicret edip Kur’an’da övülen muhacir kadın ve erkekler vardır.

7- Kur’an’da istişare ayeti vardır. Ve üç yerde geçmektedir. Üçüncü olan da aile içi ilişkilerde kullanılmaktadır. (Bakara ) sütten kesme…

8- Uhud Savaşı’nda ki mağlubiyet esnasında Rasulullah’ı koruyan sahabe kadındı. (Nesibe hatun)

9- Sabah ve yatsı namazları dahil mescidi Nebevi’de vakit namazları da Cuma namazları da cemaatle birlikte kılınırdı.

Ayete baktığımız zaman samimi müminlerin, kadın ve erkek, içerisinde hak ve hayır bulunan her şeyde birbirine yardımcı ve destek olduklarını görmekteyiz.

Panelin ikinci konuşmacısı olan Yrd.Doç. Dr. Nagihan Haliloğlu ise “Avrupa’da Örtü”  konusunu aktardı.  Nagihan Haliloğlu şu vurgularda bulundu:

Avrupa’da başörtüsü konusunda bir çok araştırma yapıldı ve yapılmakta; kim kimi zorluyor, hangi ülkelerden göçmenler daha çok örtünüyor, kaçıncı kuşak örtünmekten vazgeçiyor, hangi sınıflar örtünmenin kurbanı oluyor?. Benim merak ettiğim ise, Avrupa’da bir çok sıradışı yaşam ve giyim tarzı kamusal alanda gayet serbest bir şekilde yer aldığı halde, başörtünün neden bu kadar çok dikkat çektiği ve neden Avrupalılara huzursuzluk verdiğidir.

Bu huzursuzluğun sebebi başörtünün Avrupa’nın katı bir şekilde belirlenmiş olduğu düşünülen sınırlarını zorlaması. Normalde Avrupa’nın ötesinde olması gereken bir giyim şeklinin sınırlardan içeri sızmış olması bir yana, Müslüman başörtüsü, ortaçağa atfedilen kadının ‘örtünmesi’ uygulamasını Avrupa topraklarında tekrar görünür kılıyor. 

Örtünmenin Avrupa kadınlarının özgürleşme tarihindeki yeriyle İslam’daki yeri arasındaki fark, iki dünya görüşünün örtü konusunda birbirlerini anlayamamalarına sebep olmaktadır. Batılıların ve Müslümanların örtüye bakışlarını çok iyi bir şekilde karşılaştıran Mısırlı antropolog Fadwa el Guindi, Batılıların örtüyü ‘iffet-utanç ve inziva’ kavramları üzerinden, Müslümanların ise daha çok ‘kutsallık-ihtiyat ve saygı’ kavramları üzerinden manalandırdığını söyler. Bence bu karşılaştırma Avrupalıların Müslüman kadınların örtüsüne verdikleri tepkiyi anlamamızda yardımcı olabilir.

El Guindi örtünmenin İslam’da genel bir davranış şekli olduğuna işaret eder. Müslümanların birbirlerinin ayıplarını örtmesi, erkek ve kadınların birbirlerine birer örtü olması gibi.

Avrupa’daki başörtüsü algısı ve söylemi  ‘tekinsiz hortlama’ ve ‘geride kalmışlık’ üzerine inşa edilir. Müslümanlar ‘orta çağ’dan kalma bir uygulamayı günümüze, günümüz Avrupasına getirmekte ısrar etmektedirler. Avrupa’da kadınlar kıyafetlerinden birer birer sıyrılarak özgürleşmiştir- bu durumda kadınların bile isteye örtünmesi mümkün değildir, bunu iddia eden kadınların da beyni yıkanmıştır, bu kadınlarda örtüyle barışık sahte bir benlik oluşmuştur- sahte olmayan, gerçek olan kadın benliği, elbette örtüden kurtulmak isteyen benliktir.

Müslüman kadını bir birey olarak görmekte zorlanan söylemin en ünlü sözcülerinden biri olan Sarkozy 2007’deki seçim propagandaları esnasında ülkesinde başörtüye geçit verilmeyeceğini şu sözlerle ifade etmiştir: ‘kadınların baskı altında tutulması cumhuriyet değerleriyle taban tabana zıttır, ve kadınlarını baskı altında tutanların Fransa’da işi yoktur’.

Badiou’nun da işaret ettiği gibi Akıl baliğ bir Müslüman kadından bahsediyorsak, elbette bu başörtüsü takmayan bir Müslüman kadındır. Cezayir kökenli Fransız yazar Lalai Lalami’nin de dediği gibi Müslüman vatandaşların ‘Fransız olabilmek için tamamen entegre olmaları, ve onları farklı kılan şeyi, yani İslamı, bırakmaları gerekmektedir’.

 2009 yılı Temmuz ayında Almanya’da yaşayan Mısır asıllı Marwa Sherbini 3 yaşındaki oğlu Mustafa’yı Dresden’de bir parka götürdü. Kimliği sadece Axel adlı bir Alman olarak verilen bir adam Marwa’nın başörtüsüyle ilgili küfürler etti ve ona ‘terörist’ diye bağırdı. Marwa da Axel aleyhine dava açtı. Dava esnasında Axel küfretmeye devam etti ve ‘Burada yaşamayı hak etmiyorsun’ diye bağırdı. Mahkeme Axel’e para cezası verdi. Axel temyize gitti. Bu ikinci duruşmada Şerbini’nin eşi ve oğlu da mahkemeydi. Axel Şerbiniye bıçakla saldırdı, Şerbinin eşi Axel’ı durdurmaya çalışınca- ki burada Axel onu da bıçakladı- Alman polisi Şerbinin eşini vurdu. Polis Şerbinin eşinin Şerbiniye saldırdığını düşünmüştü. Şerbini aldığı yaralardan öldü, eşi de uzun sure hastanede kalmak zorunda kaldı. Alman Polisi, Sarkozy’nin tabiriyle ‘ezilen Müslüman kadın’ gördüğünde, suçlunun Müslüman erkek olduğuna hükmedip Şerbinin kocasını vurur. Propagandanın yarattığı atmosferde kimin suçlu, kimin ezilen, kimin sahte benliğe sahip olduğu daha delillere bakılmadan bellidir.

Panelin son konuşmacısı ise aynı zamanda panelin moderatörlüğünü de yapan Deniz Işıker Bedir idi.  “Türkiye’de başörtüsü yasağı ve Müslüman kadının dönüşümü”nü aktaran Bedir’in konuşmasındaki vurgulardan bazıları şunlardı:

Başörtüsü yasağının tarihçesine baktığımızda ilk yasakların, 1968’de Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğrencisi Hatice Babacan’ın derslere alınmamasıyla görünür hale geldiğini söyleyebiliriz. 

Yine 1968 yılında Malatya Kız Sanat Enstitüsü’nde, okula başörtülü giremeyen ama kapıya kadar başını örten 3 kız öğrencinin başörtüleri, okul müdiresi tarafından zorla çantalarından alınmıştır.

1970’lerde üniversitelerde başörtüsü yasağı devam etmiştir, ama başörtülü kadınların sayılarının çok olmayışı yasağı gündeme taşımamıştır.

1980’li yıllardan sonra başörtüsü yasağı üniversitelerde ve kamu kuruluşlarında uygulanmaya devam etmiş, 90’lı yıllarda Özal döneminde kısa bir serbesti gelmiş, ancak, çözüm için çeşitli adımlar atılmasına rağmen bu serbesti devam etmemiştir.

Hepimizin 28 Şubat postmodern darbe olarak bildiğimiz süreçten sonra, yasak sistemli bir şekilde uygulanmaya başlanmış ve birçok alana yayılmıştır. Medine Bircan olayıyla hatırlayacağınız gibi artık başörtülüler hastanelerde tedavi bile olamayacaklardı.

Başörtüsü yasağı, okulda, kamu kurumlarında, ehliyet sınavı dahil bütün sınavlarda, özel sektörde ve gündelik hayatın birçok alanında uygulanmıştır. 

Bu anlamda 28 Şubat bir kırılma sürecidir diyebiliriz… 28 Şubat sonrasında hem kadınlarda hem erkeklerde surette (dış görünüşte) olan değişim, gittikçe sirete (yani öze, hale de) sirayet etmeye başlamıştır.  

70'li yıllarda İslami kesimde hâkim söylem, hali hazırda var olan ile İslami hayat tarzında olmayacaklar üzerinden oluşturularak bir liste halinde sunulurdu.  80'lerin ortalarından itibaren bu söylem "İslam'da o da var bu da var " genişliğine kaydı.

Tesettür giyiminin “takvalı giyim” olduğu anlayışının yaygın olduğu 1980 sonlarına kadar zihinsel olarak da daha takvalı yaşama, İslamcılar arasında yaygın bir anlayıştı. Fatma Karabıyık’a göre 70-80’li yıllarda çok süslü bulunan şehirli zengin kıyafeti hep aynı çizgide, tesettür giyim anlayışı çokça değişmesine rağmen devam etmiştir.  

80’li yıllarda dinini daha iyi öğrenmek, yaşamak ve öğretmek niyetiyle yüksek tahsili tercih ettiğini söyleyen tesettürlü kadın söylemi, 90’lı yıllardan sonra ciddi anlamda bir dönüşüm geçirmiştir. 2000’li yıllarda tesettürlü kadınlar, rejim karşıtı olarak “sınırlanmayı hak eden” bir konuma getirilmelerine karşın bireysel bir tepki olarak “kendini gerçekleştirme” idealini içselleştirmeye başlamışlardır. Bunu başını neden örttüğüne dair soruya verilen cevaplardaki değişimle de gözlemleyebiliriz. 90’lara kadar “Allahın emri olduğu için ya da dinimiz emrettiği için” şeklinde verilen cevaplar, 2000’lerde “başörtüsünün ontolojik yani varoluşsal bir anlamı” olduğuna dair cevaplara doğru evrilmiştir.

Tesettürlü kadınlara yönelik kamusal alandaki yasakların artmasının bir sonucu olarak “tesettür modasının” tesettürlü kadının varlığını göstermesi açısından “şov”un bir parçası olarak kamusal alandaki görünürlüğünü arttırmasına hız kazandırdığını söyleyebiliriz. Yani tesettürlü kadın, tam da engellendiği yerden, onu ötekileştirene karşı, ona benzemeye çalışarak kendini makbul hissetmeye çalışmıştır.

PrograM panel katılımcıların sorularına verilen cevaplar ile son buldu.

HABERE YORUM KAT