Müslüman; Dini Hayat, Hayatı da Din Kılmalı!
Kur’an, İslam’ı, insanların toplam yaşantılarına söyleyecek sözü olan, zaman ve mekânın sınırlı anlarına değil bütün boyutlarına dair emir ve yasaklar cihetiyle prensipler vaz eder.
Ramazan Yazçiçek’in İktibas Dergisinin sorularına verdiği cevapları sitemiz okuyucularının ilgisine sunuyoruz:
İktibas Dergisi: Müslümanlar olarak günlük hayatımızı nasıl buluyorsunuz? Söylemlerimizle yaşam biçimimiz uyuşmakta mıdır?
Ramazan Yazçiçek: Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla, Allah’a hamd ve Resulüne selam ediyorum.
Öncelikle soruların medyatik kirli bilginin kuşatmasından azade oluşu; zülfüyâra dokunuşu, gündem tartışmaları arasında asıl meseleye dönük oluşundan ötürü memnuniyetimi bildirmek istiyorum.
İnsanlık tarihinin hemen her döneminde söylemle yaşam biçimi arasında belli açı aralığı olmuştur. Bugüne dair baktığımızda da bunun açık ara varlığı vakıadır. Kuşkusuz söylem-eylem tutarlılığı, ahlakî zeminin temini açısından ertelenemez öneme sahiptir. Ancak bugün asıl sorun, yaşam biçiminin söylemden uzak olmasından ziyade bizatihi söylemin kendisinin İslamîliği; söylemin, Müslümanca olup olmadığı meselesidir. Zira tutarlılığı talep edilenlerin meşruiyetinde/İslamîliğinde sorun varsa, yanlış zemin üzerinde doğru arayışı söz konusu olacaktır. Bu da özü itibariyle fasit bir durumdur.
Müslümanlar açısından “yaşam tarzı” anlamında ed-Din olan İslam, günlük hayatımıza ne kadar yön veriyor? Söylemlerimiz ne kadar İslam ile örtüşüyor? İslam ki, dinlerin en iyisi olan anlamında değil, kendisinden başka hak din olmayandır. Vahiy referans zemininden kalkıldığında, yaşam biçimimiz, dinin; İslam’ın, ne kadar yakın ya da uzağına düşüyor? Bu sorulara verilecek samimi cevaplar, kanaatimce, günlük hayatımızın İslamîliğine dair daha sahici muhasebe imkânı verecektir.
Malumunuz vahyin hedefi, yaşamın sadece sınırlı alanlarına müdahale etmek değildir. Yine vahyin hedefi, ahiret, öbür dünya ve ölümden sonraki hayat ile ilgili mahdut inançlar vaz eden anlamında dinler arasında en iyisinin İslam olduğunu bildirmek de değildir. Keza Kur’an, İslam’ı, insanların toplam yaşantılarına söyleyecek sözü olan, zaman ve mekânın sınırlı anlarına değil bütün boyutlarına dair emir ve yasaklar cihetiyle prensipler vaz eden, her devirde ve bütün insanlar için fıtrî, gerçek, tek hak din olarak tanıtır. Yine Kur’an’da İslam, bireysel ve toplumsal talepleriyle birlikte her dönemde toplumu yeniden dizayn edecek potansiyele sahip, Allah tarafından kabul olunacak tek hak din olarak sunulur. Dinin hayat tarzı olması da bu anlamdadır.
Gerçek İslam’ın Peygamber (a.s) zamanında yaşandığını, o dönemin bir ‘asr-ı saadet’ olduğunu, sahabe neslinin bir daha tekerrür etmesinin mümkün olmayacağını düşünür müsünüz?
Kuşkusuz hayır. Nasıl ki ‘cahiliye’ dediğimiz şeyin tarihte bir dönem yaşanmış ve bir daha yaşanmayacak diye anlaşılması yanlış ise aynı şekilde ‘asr-ı saadet’in de tarihin bir döneminde yaşanmış ve bir daha yaşanmayacak/yaşanamayacak bir durum olarak görülmesi yanlıştır. O asrın saadetine maya olan unsur, bu asrın ve inşallah bundan sonraki asırların da saadetine pekâlâ maya olabilir. Bu incelik doğru yakalanır ve ihya edilebilirse, her asrın yeni saadetlere gebe olduğu unutulmamalıdır. O maya/öz, tek kelimeyle tevhittir.
Peygamberimiz (as)’ın mesajına muhatap olan her insan, takatiyle orantılı olarak mükelleftir. Mesele, mükellefiyetin layıkıyla yerine getirilmesi meselesidir. Bunun dışında döneme münhasır kıymet biçildiğine dair bir nas bilmiyorum. Vahyin iniş sürecinde, insanların, Resulullah (as)’ın gözetiminde sürekli murakabe altında oldukları, doğrularının tasdik edilip takdir gördüğü, hatalarının ise tekzip ile uyarı aldığı muhakkaktır. Ancak tamamlanmış olan vahiy (Kur’an), kendisini ele vermeyen bir metin olmadığı gibi kulluğun ifasına dair bir eksiklik de (hâşâ) taşımaz. Kaldı ki Allah’a kul olma noktasında hakkında sükût geçilmiş bir şey (meskûtun anh) de yoktur. Yaratılışın amacı olan kulluğun Allah’a has kılınması noktasında bütün emir ve yasaklar vahiyle bildirilmiş, anlaşılması için kolaylaştırılmış, Resullullah (as)’ın Sünnetiyle de örneklendirilmiştir.
İslam’ın, peygamberimiz (as) döneminde en iyi yaşandığı ayrı, gerçek İslam’ın peygamber zamanında yaşandığı ise apayrıdır. Keza “gerçek İslam” her zaman aynıdır ve her dönemde de yaşanabilir olandır. Resulullah’ın içinde bulunduğu asrın “saadet asrı” olarak nitelenmesi de aynı bağlamda değerlendirilebilir. Meseleye, mükellefiyeti erteleme kolaycılığıyla bakıldığında ulaşılmaz bir dönem ve tekerrürü mümkün olmayacak/imkânsız bir nesil olarak bakılabilir. Ancak bu bakışın da İslamî temeli olmadığı kanaatindeyim. Bu, sorumluluklardan kaçmak için kurtarıcı beklemenin/mehdici yaklaşımın, mazeret üretme kolaycılığı ile ortaya çıkmış hastalıklı bir bakıştır. Keza mükellefiyet umumidir ve ilânihayedir.
Müslümanlar fert, aile ve ümmet olarak pratik hayatta imrenilecek bir İslamî örneklik gösteremiyorlarsa, bunda ne gibi geçerli mazeretleri bulunmaktadır?
Yaşanılan her dönemin ve ortamın kuşkusuz kendine özgü zorlukları vardır. Muhakkak ki dönem ve şartların birbirine kıyasla kolaylık ve zorlukları da vardır. Ancak Kur’an’da sorumluluklarını erteleme ve ürettikleri mazeretlere sığınma içinde olanlar kınanır ve hatta helaklerinden bahsedilir. “Mazeret” kelimesi günümüz insanının da sığındığı en sahte limanlardandır. ‘Mazur’ olmak ayrı, yapmadıklarına ya da yapılmaması gerekenleri yaptıklarına ‘mazeret üretmek’ ise apayrıdır. Sanırım günümüz insanı da daha çok buna; ürettiği ancak çoğu kez kendisinin de inanmadığı sahte limana sığınıyor. Yukarıda da söylemiştim: Yükümlülükler takatle orantılıdır. İslâm, kulu hevasına uymaktan kurtarmak için gelmiştir. İslâm şeriatı ile de bireyler arası ve toplumsal hukuk belirlenmiştir. Allah’a kulluk etmek, enfustan afaka, mikrodan makroya yönelik her alanda Allah’a itaat etmektir. Diğer bir ifadeyle bu, dini/otoriteyi yalnız Allah’a has kılmak; fitnenin yeryüzünden silinmesine dek ceht ve gayret içinde olmaktır. Bu hedef,1“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”2 gerekçesine istinadendir. Yaratılış amacımıza her gün mükerrer olarak verdiğimiz cevap, “(Rabbimiz!) Ancak sana kulluk ederiz… Bizi doğru yola ilet.”3tir. Yani her vakit bir sözleşme imzalıyoruz. Bu, kulluk sözleşmesidir. Yaratılış gerekçemize ve kulluk taahhüdümüze muhalif tahayyül ve yönelimleri ise Rabbimiz,
“Eğer hak, onların kötü arzu ve isteklerine uysaydı, mutlaka gökler ve yer ile bunlarda bulunanlar bozulur giderdi.”4 diye şiddetle uyarmaktadır.
Burada tâkat üstü yükümlülüklerin (teklîf-i mâ lâ yutâk) şer’an bâtıl olduğunu5 hatırlatacak olursak, her fert, aile ve ümmet kendi gerçekliğinde, verili durumunda ne denli geçerli mazeretlere sahip olup olmadığını iyi bilir kanaatindeyim. Bugünkü duruma gelince, maalesef refah düzeyi arttıkça mazeret üretmeler de artmaktadır. İşte asıl tehlike de buradadır. Bu vahim durum, imrenilecek İslâmî örnekliği bırakın her geçen gün daha bir savrulmanın mantıksal mazeretlerini üretme telaşesine işarettir. Maalesef bu durum bana, “Rahmân'ın zikrinden gafil olana/yüz çevirene, yanından ayrılmayan bir şeytanın musallat olması/(ona her yaptığını hoş gösteren/fısıldayan/mazursun… Mazursun, bak müsait değilsin, ne yapabilirsin ki…)”6 diyen insanın halini hatırlatıyor.
Günümüzde, “aradığım işte budur!” dedirtecek bir Müslüman yaşantısı oluşturabilmek için neler önerirsiniz?
Her gün her vakit, “(Rabbimiz!) Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız.” diye söz veriyoruz Allah’a. Sadece bu söze sadakat gerekir. Bütün mesele budur. İşin başı da sonu da budur! Taahhüt ettiğimiz kulluğa ve dahası kendisinden başkasına da yapmayacağımız vurgusuyla tekrarladığımız söze sadakat gerekir. Nitekim Allah (cc), insanı, kulluğu nasıl gerçekleştireceğinin imkânı ile donatmıştır. Güneşi, ayı, geceyi, gündüzü insanın emrine musahhar kılmıştır. Ve Rabbimiz, insanı, kevnî ayetleriyle, fıtrî safiyetle desteklemiş, tebliğ eden, yaşayan, açıklayan peygamberler göndermiştir. Neticede, “Zâlikel kitâbu lâ raybe fîh, hudel lilmuttegîn..” (O kitap (Kur'an); onda asla şüphe yoktur/hakikatin ta kendisidir. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir.) buyurmuştur. Bütün bu deliller insanın hiçbir bahane ileri sürmemesi içindir.
Unutulmamalı ki, bu temel nokta belirlendikten sonra, hayat devam ediyorsa kullukta devam ediyor demektir. Bu da yanlışlarımızı düzeltmek doğrularımızı artırmak için imkândır ve Allah’ın bahşettiği fırsattır aslında. Bunun değerlendirileceği dönem, insanın, “Keşke bu hayatım için bir şeyler yapıp gönderseydim!”7 durumuna düşmesinden önceki dönemdir. Yani şimdi ve burada kulluk yapılmalı ve asla ertelenmemelidir.
Günümüz insanının tasavvuru büyük ölçüde modern aklın tahrifatına uğramıştır. Bu sebepten tahrip olmuş tasavvurlar, yeniden ve her an vahyin inşasına muhtaçtır. Tasavvurdan tedaviye giden süreç ancak bu zeminde tekrar aslî mecrasına oturabilir.
Sözlerimi şu noktayı hatırlatarak tamamlamak istiyorum: Madem, dini, hayat; hayatı da din kılmak gerekiyor, o halde dünyanın geçici metaına aldanarak ebedi âlemin gereğini unutmamalı, sadece kendimiz için hevamız doğrultusunda yaşamamalıyız. Keza kendisi/nefsi için yaşayanlar kendileri kadardırlar. Şehidin dediği gibi, “şurası muhakkak ki sadece kendi hayatlarını yaşayanlar müsterih yaşarlar, fakat böyleleri basit yaşar keza basit ölürler. Bu büyük davayı yüklenenlere gelince; uyku, yumuşak yatak, huzurlu yaşayış, bunlarda ne gezer?”8 Rabbim bizlerin de yaşamını dava bilinciyle anlamlandırsın; büyük davayı yüklenen, aziz yaşayıp aziz ölenlerden kısın.
Teveccüh edip soru yönelttiğiniz için teşekkür ederim.
Kaynak: İktibas Dergisi Haziran 2012, Sayı: 402
Dipnotlar:
1-Bakara, 2/193.
2-Zariyat, 51/56.
3-Fatiha, 1/5, 6.
4-Mü’minûn, 23/71.
5-Şâtıbî, el- Muvafakat, Türkçesi: Mehmed Erdoğan, İz Yayınları, İstanbul 1990, c: 2, s. 27.
6-Bkz.: Zuhruf, 43/ 36.
7-Fecr, 89/24.
8-Seyyid Kutub, Fîzılâl-îl-Kur’an, Tercüme: Heyet, Hikmet Yayınları, İstanbul, c: 15, s. 334.
HABERE YORUM KAT