Müslüman coğrafyalarının sınırlarını emperyalist dayatmalara göre mi belirleyeceğiz?
Bazı okuyucular, 'Ülkemizdeki göçmenler konusunda, onların ülkelerine geri gönderilmesi gerektiğine dair hiç yazmadınız, yazmamakta ısrar mı edeceksiniz?' diye soruyor ve eleştiriyorlar...
Öylelerine, topluca cevabım şudur:
'Sizler hiç başka bir ülkeye iltica etmek durumunda kaldınız mı?
Ya da, hiç damdan düştünüz mü?
Bu soruyu yönelttiğiniz kişi, 12 Eylûl 1980 Askerî Darbesi'nden önce, sosyal hayatımızın, ülke nüfusunun kaahir ekseriyetini teşkil eden Müslüman halkın inandığı aslî değerlere göre tanzim edilmesi yönündeki yazılarından (evet, sadece yazılarından) dolayı TCK-163. Madde'den hapis cezasına çarptırılmış ve cezasını hapis yatarak çekmişti. Ama, hakkında aynı suçlamayla açılmış 30'dan fazla dâvalarım daha vardı ve 12 Eylûl Askerî Darbesi gerçekleştikten hemen sonra ilk hafta içinde 3 dâvada verilen cezalar 14-15 seneye varmıştı. O zaman, zâlimlerin eline düşmektense, Allah'ın geniiiş olan arzında, başka coğrafyalara gitmek kararı verdi ve doğduğu topraklara uzaklarda 35 yıl yaşadı...
*
Ülkesi dış düşmanların işgaline uğramış veya iç-savaş musîbetine mâruz kalmış, ya da deprem, sel baskınları, salgın hastalıklar, büyük yangın ve hattâ kuraklık, kıtlık, açlık vs. tabiî âfetler karşısında da insanların sığınacakları yer aramaları tabiîdir...
Evet, Türkiye'de Özbekistan ve (Türkçenin değişik lehçeleriyle konuşan) diğer Orta Asya ülkeleriyle; -halklarının büyük ekseriyeti gayrimüslim olan-Ermenistan, Ukrayna ve Romanya gibi ülkelerden, yüzbinlerce insan -izinli veya izinsiz olarak- Türkiye'de yaşıyor ve çalışıp maişetlerini temin etmeye çalışıyorlardı, ve hâlen de bu durum devam ediyor... (Sadece Ermenistan'dan 80 bine yakın Ermenistan vatandaşının Türkiye'de kaçak olarak çalıştığı ve bu duruma Türkiye makamlarının göz yumduğu biliniyor...) Afganistan'dan onbinlerin de Türkiye'ye sığınmak zorunda kalışlarının ağır şartlarını tekrarlamaya gerek yok... Yemen ve Suriye'de on yılı aşkın zamandır devam eden iç savaşlardan kaçanların durumu da öyle... Irak'ın durumu da ortada...
Ki, Yemen, Suriye, Mısır, Irak ve -bugünün- Libya, Tunus ve Cezayir coğrafyalarındaki halklarla 400- 500 yıllık birlikte, aynı vatanın ve aynı inancın insanları olarak yaşamışlığımız var. O diyarlardan gelip Balkanlar'dan Bağdâd'a ve Bingazi ve Filistin'den Anadolu ve Kafkaslara kadar bütün cebhelerde kan ve can veren Müslümanlardan sadece İstanbul / Edirnekapı Şehidliği'nde, -rüyalarında bile görmedikleri- İstanbul'u, Müslümanların başkentini savunmak için can veren, şehîd düşen onbinlerce mezarı görürüz... Hattâ, büyük dedelerinin şehîd mezarlarını Edirnekapı Şehidliği'nde bulan Yemenli, Suriyeli, Iraklı pek çok kardeşleri tanıyorum... Bu insanlar, bu toprakların sahiblenilmesinde, şimdi, emperyalistlerin Temmuz-1923 / Lozan Andlaşması dayatmasında çizdiği sınırların ötesinde kalmış oldukları için, resmen TC vatandaşı statüsünde olmadıklarından dolayı dışlanmalı mı?
Türkiye'ye gelenler bu ülkeyi sığınılacak, can güvenliğini sağlayacak be kendi inançlarının bir parçası olarak bildikleri için, burayı tercih ediyorlar...
Ukrayna'da 2,5 ay önce Rusya'nın saldırı ve işgaline mâruz kalan halktan 75 bin kadarının Türkiye'ye sığındığı bildiriliyor... Ama, 6-7 milyon Ukraynalı da Avrupa ülkelerine kaçtılar- iltica ettiler ve Avrupa Birliği ülkeleri, sırf onlar sarı saçlı- mavi gözlü- beyaz tenli oldukları gibi bir ırkçı ve de Hristiyan oldukları gibi bir fanatizmle onlara kucak açmadılar mı?
Bizm Müslüman halkımız böylesine bir ırkçı anlayışa ve dinî fanatizme giriftar olabilir mi?
'Efendim, yabancılar yüzünden biz işsiz kalıyoruz!' laflarını duyuyoruz, bazılarından... Unutmayalım ki, bazı ekonomik sıkıntılar Almanya'yı da etkilediği zamanlarda, her tarafta, 'Türken Raus!' /Türkler defolun!' sesleri yükseldiği veya duvar yazıları görüldüğünde ve hattâ, alman okullarındaki -çoğu Müslüman ailelere mensub- siyah saçlı çocuklara, 'Sizin ana-babalarınız yüzünden bizim ana-babalarımız işsiz kalıyor, defolun!..' gibi sözlü saldırılar yapıldığını görünce, hepimiz, bu ırkçı ve duygusuzca yaklaşımları kınamıyor muyduk?
*
Bu ülkenin nüfusu benim çocukluğumda 1950'lerde 20-21 milyon iken, ve de ülke nüfusunun yüzde 80'i köylerde yaşadığı halde, sıradan bir fakirliğin değil, açlığın da pençesindeydi ve buğday ekmeği bulduğumuz zaman onu, arpa, çavdar ekmeğine katık yapardık... Karadeniz bölgesinde yaşadığımız halde, mısır ekmeği bile bulamazdık... 1963'lerde de ülke nüfusu 23-24 milyon iken, Amerika'dan gelecek olan buğday yüklü gemiler gelmeyince, zamanın başbakanı İsmet İnönü, ülkenin dış siyasetini ister istemez o acı gerçeğe göre yapmak zorunda kalıyor ve gazetelerde, İnönü yandaşları, o gerçeğin unutulmaması gerektiğini sık sık hatırlatıyorlardı.
Bugün, ülkenin vatandaşlarının sayısı 85 milyonu geçmiş bulunuyor. Sığınmacılarla ve turistlerle birlikte bu ülkede yaşayanların sayısın, 95-100 milyonu buluyor, yani bizim 'Aç kalacağız!' diye korkutulduğumuz dönemdeki nüfusun 4 mislinden fazla... Yine de, ülkemiz, bizim o perişanlık içinde geçen günlerimizle asla kıyaslanmayacak derecede bir 'nimetler bahçesi' durumunda...
Bu nimetlerin şükrü ödenmeyip, hele de Müslüman coğrafyalarına, emperyalistlerin dayatması olarak çizilen sınırları kabullenmek körlüğüne düşer ve de bir takım siyasetçilerin çığırtkanlıklarıyla daha bir duygusuzlaşan ve sadece kendisini düşünen materyalist nesillerin kalb körlüğüne teslim olursak...
Dünyanın nelerle karşılaşacağı mechûl yarınlarında benzer güç durumlara kendimiz de giriftâr olunca mı hatırlayacağız, ilâhî nimetleri Allah'ın kullarıyla insanca paylaşmak şeklindeki digergamlık anlayışını?
Hele de, Dünya Sağlık Teşkilatı'nca, dün, 'Türkiye'de kadınların yüzde 69'unun, erkeklerin yüzde 64'ünün aşırı kilolu oluşuyla ilk sıralarda yer aldığı'nın açıklandığı bir sırada...
STAR
YAZIYA YORUM KAT