Mümin gassalin önündeki meyyit olabilir mi?
Resulüllah’ı aşan bir şeyh, sahabeyi aşan bir mürit olabilir mi? O ‘ben size Allah’tan bir şey getiriyorsam onu alın, ama bunun dışında bir şey söylüyorsam, siz dünya işlerinizi iyi bilirsiniz’ buyurmadı mı?
Faruk Beşer'in YeniŞafak'ta seri halinde devam ettiği tasavvuf konulu yazılarından "Mümin gassalin önündeki meyyit olabilir mi?" başlıklı olanını okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz:
Bir önceki yazımızda tarikata girmek ya da bir şeyhe bağlanmak vacip midir sorusunun cevabını vermiş sayılırız. Farz olan Resulüllah’a ittibadır. Ancak Şeriata zahir ölçüleriyle bağlı bir tarikatta olmanın artıları olabilir. İnsanın ihtiyaçları arasında aidiyet/intima ihtiyacı da vardır. Ancak bu noktada ilk sufilerin yaptığı gibi önce Kitap-Sünnet yani Şeriat ilmi almak, böylece muhtemel hataları görebilme kabiliyetini kazanmak gerekir. Gerçek mürşitler de bunu teşvik ederler. Onlar sanıldığı gibi hata etmeyen varlıklar değildirler. Muhammedü’l-emîn buyurur ki, ‘hepiniz hata eden insanlarsınız, ama hata edenlerin iyisi hatasından dönenlerdir’.
Şunu diyebiliriz; ilmi, ameli ve istikameti tam bir şeyhin, böyle olan herkes gibi hata etme ihtimali, böyle olmayanlara göre daha azdır. Ama hiçbir zaman hata dairesinden çıkamaz, masum ve masûn olmaz. Bu düşünce bize Şia’dan geçmiştir.
Allah (cc) müminlerin Resulüllah’a itaatlerinden söz ederken ‘onlar marufta sana isyan etmezler’ (Mümtahine, 12) buyurur. Maruf doğru olduğu bilinen şeydir. Resulüllah masum ve masûn olduğu için zaten marufun dışına çıkmaz ama Allah’ın onun için bile bu kaydı koymuş olması, masum olmayanlarda bu kaydın mutlaka aranması gerektiğini anlatır. Peki bunun bilinmesi nasıl mümkün olacaktır? Elbette herkesin yeterli ilme, yani en azından ilmihaline sahip olmasıyla mümkün olacaktır. Onun için ‘cahilin sofusu şeytanın maskarasıdır’ demişler. İlmihal, halin ilmi demektir. Yani herkesin hangi halde bulunuyorsa, hangi işi yapıyorsa onunla ilgili hükümleri bilmesidir. Tıpkı Hz. Ömer’in ‘ticaretin fıkhını bilmeyen bizim pazarımızda alışveriş yapmasın’ dediği gibi.
Oysa batıni tarikatlarda şöyle bir edebiyat geliştirilmiştir: Şeyhin yanında kalbine sahip olacaksın, onun söylediklerinin hata olabileceğine ihtimal vermeyeceksin, gassalin önündeki meyyit gibi olacaksın, o senin kalbini dahi bilir, yoksa feyz-yab olamazsın vb. Gerçekten böyle midir? Böyle olduğunun şeri, akli ya da tecrübi delili var mıdır? Biliyorum burada yine hikayelere sarılanlar çıkacaktır. Sahabe efendilerimiz Resulüllah’a (sa) böyle mi davrandılar? Resulüllah’ı aşan bir şeyh, sahabeyi aşan bir mürit olabilir mi? O ‘ben size Allah’tan bir şey getiriyorsam onu alın, ama bunun dışında bir şey söylüyorsam, siz dünya işlerinizi iyi bilirsiniz’ buyurmadı mı? Artık Allah’tan vahiy alan birisi kalmadığına göre biz her söyleneni, kimden olursa olsun, ‘maruf’ ölçüsüne vurmak zorundayız. Kalbi bilme olayını daha önce birkaç yazıyla anlattım. Okunmasında fayda vardır.
Mümin kalbine sadece şeyhinin yanında değil her zaman sahip olacak, suizan etmeyecek. Ama mesele Allah’ın dinini doğru yaşama meselesi olunca Allah’ın şu sözüne de kulak verecek: ‘Yaşayan da bir delille yaşasın ölen de bir delille ölsün’ (Enfal 42). Onun için daha önce demiştik ki, bir tarikatın istikamet üzere olduğunun belirtilerinden birisi orada alimlerin bulunmasıdır. Bununla irtibatlı olarak bir diğeri de istişareye önem verilmesidir. Resulüllah Allah’tan vahiy almakta olduğu halde umumu ilgilendiren konularda ashabıyla istişare etti ve kendi tercihi olmadığı bir durumda bile istişareden çıkan sonuca uydu. Mürşit, Resulüllah’a en çok ittiba edendir. Oysa biz ona fikrimizi ya da tereddüdümüzü söylemenin su-i edep olduğu baskısıyla yetişiyoruz. Allah (cc) insanların her birini müstakil bir muhatap olarak yarattığı ve her birine diğerlerinden bağımsız olarak hitap ettiği halde batıni tarikatlarda işe, kişiliğin/bireyliğin öldürülmesiyle başlanıyor. Bu açıdan ‘fena-fi’ş-şeyh’ ifadesinin, sen yoksun o vardır, ya da sen ancak onunla varsın demekten başka bir izahı olabilir mi? Allah’ın ‘mükerrem’ olarak yarattığı bir kulu için böyle bir kanaat meşru mudur? Yeter ki, insan haddini bilmeyi de öğrenmiş olsun. Bu da bir ilmihaldir.
İstişare için ehlinin yani bilenlerin bulunması gerekir ve istişaresizlik işte o sözünü ettiğimiz edebiyatı doğurur; şeyh her şeyi bilir, onun kimseye sormasına gerek yoktur, onun her yaptığında bir hikmet vardır. Şarap içerken bile görsen kalbini bozmayacaksın gibi garabetlerin yüz katını her gün duyuyoruz. İyileri töhmet altında bırakmamak için bunları zikretmiyorum. Ama iyiler de bu işin kontrol mekanizmasını bizzat kendileri oluşturmalıdırlar. Aksi takdirde çoğunluğa dahil edilme riskini de göze almalıdırlar. Kötülükler belli bir dozun üzerine çıkınca Allah bile artık cezalandırmada iyileri kötülerden ayırmıyor, fitne geldi mi hepsine birden geliyor (bkz. Enfal 25).
HABERE YORUM KAT