Mülteci Krizininin Ele Alınış Şekli Batılı Değerlerle Çelişmiyor mu?
İbrahim Efe, Batı'nın mültecilere yönelik ikircikli bakış açısını ele alıyor; mültecileri bir yandan "mağdur ve yardım edilesi kitleler" olarak, diğer yandan "tehdit" unsuru olarak gösteren Batı'nın gerçekleştirdiği algı operasyonuna dikkat çekiyor.
Hangi Batı?
Dr. İbrahim Efe - Kilis 7 Aralık Üniversitesi / Star
Bugün tarihin en dramatik sürgünlerinden birine tanıklık ediyoruz. Dünya Mülteciler gününden iki gün önce (18 Haziran 2015) İstanbul’a yaptığı bir ziyarette dönemin Birleşmiş Milletler Yüksek Komiseri António Guterres, 2014 yılı sonu itibariyle zorla yerlerinden edilen nüfusun 59.5 milyon gibi rekor bir sayıya ulaşması sonucunda dünyanın “afallatan” bir kriz ile karşı karşıya olduğu uyarısında bulundu. 2011 yılının ilk aylarından itibaren bu sayısal artışın en temel nedeni tartışmasız bir şekilde Suriye’de yaşanan iç savaş oldu. OCHA’nın tahminlerine göre 2014 yılının ortalarında, 22 milyon nüfusu olan Suriye’nin yarısı savaştan etkilenmiş, insani yardıma muhtaç hale getirilmişti ve kalıcı siyasi bir çözüm bulunamaması durumunda bu rakam hızla artacaktı. Nitekim BM’nin Şubat 2016 verilerine göre yerlerinden edilen Suriyelilerin sayısı 13.5 milyonu buldu. 6.6 milyon Suriyeli, Suriye içerisinde yerlerinden edilip yardıma muhtaç hale getirilirken, 4.8 milyonu bölgedeki ülkelere sığınmak zorunda kaldı. Uluslararası Af Örgütü’nün verilerine göre dünya genelinde en fazla Suriyeli sığınmacıya ev sahipliği yapan Türkiye’yi (2.5 milyon) sırasıyla Lübnan (1.1 milyon), Ürdün (635 bin), Irak (245 bin) ve Mısır (117 bin) takip etmektedir. Dünya genelinde ise Suriye krizinin başlangıcından itibaren 162,151 Suriyeli yeniden iskân edilebilmiştir ki bu rakam Lübnan, Ürdün, Irak, Mısır ve Türkiye’de ikamet eden Suriyeli sığınmacı sayısının ancak yüzde 3.6’sına tekabül etmektedir. Yine Uluslararası Af Örgütü’nün Şubat 2016’da yayınladığı verilere göre, içlerinde Bahreyn, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar ve Suudi Arabistan’ın da bulunduğu Körfez ülkeleri, Rusya, Japonya, Singapur ve Güney Kore gibi yüksek gelirli diğer ülkeler şu ana kadar Suriyeli sığınmacılara hiç yeniden iskân sağlamadı. Almanya ve İsveç’i hariç tuttuğumuzda 26 AB ülkesi 30 binden biraz fazla yeniden iskân taahhüt etti. Almanya yaklaşık 40 bin, İsveç ise bugüne kadar yaklaşık 30 bin yeniden yerleştirme taahhüt etti. Tüm AB ülkelerinin, Almanya’nın ve İsveç’in taahhüt ettikleri yeniden yerleştirme sayısını topladığımızda, 5 temel ev sahibi ülkenin misafir ettiği Suriyeli sayısının yüzde 2.08’ne, sadece Türkiye’nin ev sahipliği yaptığı Suriyeli sığınmacı sayısının (Göç İdaresi’nin en son verilerine göre 2.7 milyon) yüzde 3.7’sine denk gelmektedir. Dünyanın “süper gücü” ABD ise bugüne kadar 2 binden biraz fazla Suriyeli sığınmacıyı kabul etti. Bu sayısal veriler ışığında, genelde Batı’nın ve özelde Avrupa ülkelerinin Suriyeli sığınmacı sorununa yaptıkları katkı, bu ülkelerin savundukları ve bugün dünyaya hâkim olan Batılı değerler arasında bir tezat oluşturmaktadır. Yazının devamında bu çelişkiyi, Batı’nın sığınmacı sorununu ele alış şeklini, ben ve diğeri temsillerini inceleyerek, açıklamaya çalışacağım.
Fiziksel ve Siyasal Sınırlar
Göç çalışmaları uzmanlarına göre 21. yüzyılın “göç çağı” olacağı 20. yüzyılın sonunda belliydi. 1990’lı yıllarda Yugoslavya parçalanıp, sivil halk katli ve etnik temizlik siyaset araçları olarak kullanılırken tüm dünya gelişmeleri çaresizce izledi. Egemen ulus devletlere dayanan küresel sistemin neye dönüşeceği henüz belli değilken göç, Soğuk Savaş sonrasında ortaya çıkan yeni bir güvenlik ajandasının merkezinde yer aldı. Nitekim 2011 yılında Suriye’de patlak veren iç savaşın ardından, Akdeniz’i ve Ege Denizi’ni geçerek Batı’ya ulaşmaya çalışan sığınmacılar, Batı’yı ve Batılı değerleri tehdit eden “şeyler” arasında en üst sıralara yerleşti. Elbette bu tehdit algısının Batı’da özellikle 11 Eylül olaylarından sonra ve son yıllarda artan bir popülizm ve korku siyaseti dönemine denk gelmesi rastlantı değildir. Bunların sonucunda daha sert, sınırlayıcı ve güvenlikleştirici bir politik yaklaşıma meyleden Batı ve billhassa Avrupa devletleri sınırlarının fiziksel ve siyasal olarak korunması için harekete geçti. Nitekim 2015 yılının sonunda Avusturya hükümetinin kararıyla Avusturya ordusu ülkenin güneyinde, Spielfield sınırına 3.7 kilometrelik dikenli tel çekerek Avrupa’nın pasaportsuz geçilebilen Schengen bölgesinde bir ilki gerçekleştirmiş oldu. Aynı şekilde, Avrupalı ve Afrikalı liderler Avrupa’ya yönelik göçe bir çözüm üretmek için Malta’da görüştükleri sırada (Kasım 2015) Slovenya Hırvatistan ile olan sınırına, Sutla nehri boyunca dikenli tel çekiyordu. Başbakan Miro Cerar’ın “teknik bariyer” olarak adlandırdığı bu sınırlamanın amacı İçişleri Bakanı Bostjan Sefic’e göre “Slovenya’ya geçişleri engellemek ya da önemli derecede azaltmak değil... İnsan akınını güvenli noktalara yönlendirmek”ti. Bu ya da başka şekilde gerekçelendirilen fiziksel sınırlamaların ve siyasi kararların Batı değerleri açısından bir çelişki arz ettiği gerçeğinin yankısı Mart 2016’da Avrupa Birliği ve Tükiye’nin, Yunanistan’a geçen Suriyeli sığınmacıların Türkiye’ye geri gönderilmesi hususunda yaptıkları anlaşma ile ayyuka çıktı. 1951 yılında Cenevre Sözleşmesi ile uluslararası hukuka kazandırılan, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile kutsallaştırılan geri göndermeme ilkesine (non-refoulment) olan inanç Avrupa’nın Suriyeli sığınmacılara uygulamak istediği çifte standart ile sarsıldı. Anlaşmanın Türkiye’nin Suriyeli sığınmacılara sağladığı korumayı ilerletmekten ziyade aksi yönde işlev göreceği hakkındaki imalı Türkiye eleştirilerini bir tarafa koyarsak, bu karar Batı ve özellikle Avrupa açısından ciddi bir kırılmaya işaret etti ve Avrupa’nın sınırlarının nerede başladığı hakkında fikir verdi.
Nazik Kayıtsızlık
Fiziki ve siyasi sınırlamaların şiddetlenmesine yol açmanın yanı sıra Suriyeli sığınmacılar, Batı’nın kendisini tanımlamak için ihtiyaç duyduğu “diğerleri”ni de sağlamaktadır. Bu yeniden tanımlama süreci Batı’nın Suriyeli sığınmacılar, yani “diğerleri” ile ilgili temsil şeklinden ve bu temsilin inşa ettiği algılardan müteşekkildir. Bugün Batı medyasında sıkça yer alan, botlar üzerinde ve yığın halinde Akdeniz’i ve Ege Denizi’ni geçmeye çalışan göçmenler görüntüsü bu inşa sürecinde iki şekilde işlev görmektedir. İlk olarak sığınmacılar içinden geçtikleri süreçten soyutlanarak, gayri siyasi bir çerçevede “mağdur ve yardım edilesi kitleler” olarak resmedilmektedir. Bu nedenle medya kullanıcıları için “yapılması gereken” bu sığınmacılara acımak ve Batı’nın bununla ilgili tüm kararlarını desteklemektir. İkinci ve daha önemlisi ise, yığın halinde Batı’ya doğru hareket eden sığınmacıların “düzensizliği ve karmaşası” Batı’yı doğrudan tehdit eden bir hareket olarak resmedilmektedir. Bu iki yönlü temsil sürecinde temsil edilen “Batılı” ise hem masum insanlara yardım etmesi gereken ama aynı zamanda da kendini dış tehditlerden koruması gereken biri olarak ortaya çıkmaktadır. Bu temsil sürecinin oluşturduğu algıları ve Batılı toplumların tüm kesimlerinde ne kadar etkili olduğunu anlamak için son dönemin en popüler Batılı filozoflarından Zizek’in Channel 4’da verdiği bir röportajdan yapılan aşağıdaki alıntıya bakmak faydalı olacaktır. Zizek’in söyledikleri çarpıcı bir şekilde farklılığı başlangıç noktası alarak arzulanan Batı’yı tasvir etmektedir:
“Çok fazla entegrasyonun iyi olduğunu düşünmüyorum. Sanırım, çok kültürlü, karışık toplumuzda ihtiyacımız olan şey bir derece uzaklıktır. Bugün benim idealim, farklı kültürlerden, ırklardan herkesle beraber yaşamak, birbirimizi sevmek değildir. Onlar hakkında benim anlamadığım şeyler var. Muhtemelen onlara göre de benim yaptıklarımda acayip görünen pek çok şey var. Ben nazik kayıtsızlık (ignorance) istiyorum ve elbette sonrasında -zaman zaman- işler harika olur.”.
Batı’nın göç meselesini gayri-siyasileştirilmiş mazlum insanlar olarak resmedişindeki yanlışlığa katılmakla birlikte, Zizek’in yukarıdaki eleştirisinin altında yatan “biz biziz onlar da onlar” yaklaşımının Batı’nın göç meselesini giderek daha güvenlikleştirici ve sınırlayıcı bir çerçeveden almaya devam edeceğinin işareti olarak düşünebiliriz. Sonuç olarak bu yaklaşım ve göç edenlerle ilgili temsil şekli, güneyden kuzeye, doğudan batıya göçün nedenlerini anlaşılamaz halde bırakmakta ve Batı’nın olduğuna inandığı şeyi (mazlumlara kucak açan ve insani değerleri koruyan) yeniden üretmektedir. Bu olumlu temsilin en çarpıcı örneğini Almanya-Danimarka sınırında mahsur kalan Suriyeli bir çocuk ile oynarken resmedilen Danimarkalı polis imgesinde görebiliriz. Benzer bir örnek Kanada’da yolda kalmış Suriyeli sığınmacıları gidecekleri yerlere ücretsiz götüren halk otobüsü şoförü imgesinde de bulunabilir. Sığınmacıların mağdur ve yardım edilmesi gereken kitleler olarak resmedildiği bu temsil şeklinde beliren “yardımsever Batılı birey” yukarıda bahsettiğim, Batı’nın temsil ettiği değerler ile uygulamaları arasındaki çelişkinin bertaraf edilmesinde oldukça işlevseldir. Sonuçta, bu imgeye maruz kalan, özellikle Batılı izleyiciler için eleştiriyi bir tarafa bırakma ve imgenin temsil ettiği değerlerle özdeşleşme kaçınılmazdır. Zira görselin aktardığı gerçeklik “budur” ve izleyici bununla başa çıkmak zorundadır. İmgenin gücünü anlamak için, Kanada’ya sığınmak üzere ailesiyle başladığı yolculuğun sonunda hayatını kaybeden ve cansız bedeni Bodrum sahiline vuran Aylan Kurdi’yi hatırlamak yeterli olacaktır. Tüm dünyanın ve nihayet Batı’nın Suriye ve Suriyeli sığınmacılar sorununa dikkatlerini çekebilen bu imge, iç savaşta hayatını kaybedenlerin, sakat kalanların, yetim ve yardıma muhtaç bırakılanların ve bunları görmezden gelenlerin kıyıya vuran insanlığının temsilcisidir. Ancak bu imge bile henüz, Batı’nın tüm dünyaya hakim olan değerlerini yeniden sorgulamasını ya da en azından temsil ettiği değerler ile uygulamaları arasındaki çelişkiyi fark etmesini sağlayacak paradigmatik bir değişimi tetiklemekten uzaktır.
Ölümcül İroni
Bugün yaşadığımız dünyada, Suriyeli sığınmacılara yapılan BM yardımlarının önemli bir kısmının, aşırıcı gruplara kaptırılacak korkusuyla, ülkesinin ancak yüzde 20’sini Rusya ve İran’ın desteğiyle yönetebilen sözde bir lidere teslim edilmesi ölümcül bir ironi ve uluslararası örgütlerin işlevsizliğinin kanıtıdır. Suriye’de devam eden iç savaş ve Suriyeli sığınmacı sorunu Batılı devletlerin ve temsil ettikleri değerlerin sınandığı önemli (Bosna’da, Rwanda’da, Vietnam’da vs. olduğu gibi) bir turnusol testidir. Bu sınavdaki başarısızlığı henüz Batı’nın (siyasi, askeri ve ekonomik) hâkimiyetini ve Batılı değerlerin hükmünü kaybettiği ya da en azından yakın bir zamanda kaybedeceği anlamına gelmemektedir. Aksi takdirde bu kadar insan “Batı”ya rağbet etmezdi. Ancak, Avrupa devletlerinin göçmenleri sınırlarının çok ötesinde tutmaya yönelik çabası, sınırları içerisindeki göçmenlere yönelik güvenlikleştirici yaklaşımı ve en önemlisi göç üreten ülkelerdeki sorunların çözümsüzlüğüne katkıları Batı’nın temsil ettiği değerlere aykırıdır ve daha önemlisi tüm insanlık adına sulhun tesis edilmesinde engelleyicidir.
HABERE YORUM KAT