Mülke Endekslenmiş İbadetsiz Din
Ortalık kaynağını ve hedefini şaşırmış bir İslam söylemi ile piyasa yapanlardan geçilmiyor. Özellikle Ramazan ayı ile birlikte merkez medyanın da katkılarıyla konuya ilişkin PR yapanların sayısında ciddi bir artış gözleniyor.
Söylem düzeyinde ‘öz, hakiki, gerçek’ Kur’an ile bağlantı iddiası ne kadar çok vurgulansa da bu çıkışların Kur’an’la ciddi bir sağlamasının yapılmadığı, mütevatir sünnetle ve Müslümanların maslahatıyla aralarındaki mesafenin giderek açıldığı bir vakıa. Bu tür söylemler iddialarının tersine ne toplum nezdinde Kur’ana olan ilgi ve bağlılığı arttırıyor, ne de Kur’an’a uygun bir hayat modelinin amelleştirilmesine katkı sağlıyorlar. Neden böyle oluyor acaba?
Kılıçzade Hakkı, Abdullah Cevdet, Ziya Gökalp gibi dönemin pozitivist-Türkçü şahsiyetleriyle temsil edilen İTC ve halefi Kemalist siyasi çizginin değişmez ve öncelikli ilgi alanı İslam’dı. İTC-Kemalizm siyasi çizgisi ulus devlet-ulusal kimlik inşa mücadelesini başarıya ulaştırmak için, halkın kahir ekseriyetinin dini olan İslam’ı modernize etmek, pozitif bilim anlayışına endekslemek üzere politikalar geliştirdiler. Hedef İslamsız, dinsiz veya ateist bir toplum değildi. Tersine iktidar sınıflarının belirlediği çerçevede kalan bir İslam kendisine yüklenen fonksiyonları icra eder ve devlet sınıfları namına fayda sağlar stratejisi belirleyici olmuştur.
Laik-Türkçü bir ideolojik temele de otursa devletin her zaman için kontrol altına almak ve meşruiyet kaynağı olarak yedekte tutmak gibi sıkı bir din politikası vardı. Cumhuriyet tarihi boyunca devletin bekası için her zeminde dinden istifade edilmesi yoluna gidildi. Devletin bu din politikası en temelde dinin itikat ve amel düzeyinde tahrifine, toplumsal huzursuzluklara ve çatışmalara yol açtı doğal olarak.
Toplum mühendisliği olarak bilinen çabalar, bila istisna resmi ideolojiye uygun bir İslam ve Müslüman tipi üretmek üzere yoğunlaştı. Bu ise devlet ve toplum, laiklik ve İslam arasındaki gerilimi artırdıkça artırdı. Yukarıdan gelen buyurgan, zecri tedbirlerin şiddeti giderek yükseldi fakat bu durum, beklenenin aksine, toplumdaki direnci ve dinin özüne sarılma yönelimini azaltmadı.
Devletin baskıları, darbe politikaları, sosyalizmden liberalizme kadar farklı ideolojik hareketlerin etkinliklerini artırması, akademik çalışma ve iletişim araçlarının kolay erişilebilirliği vb. gibi sebeplerle Müslümanların İslami anlayış ve yaşayışları düz ve istikrarlı bir çizgide sürmedi. Geri çekilmeler, yalpalamalar, değişim hatta dönüşüm emareleri, sentez veya entegrasyon arayışları, tepkisel aşırılıklar vs. az yaşanmadı. Bu sayılanlara sayısız örnek verilebilir.
1990’lı yıllarda daha çok Bahriye Üçok gibi ortodoks Kemalist kadrolar veya Turan Dursun gibi Psikolojik Harp Dairesi paralelinde kara propaganda vazifelileri üzerinden yürütüldü. Üçok’un devrim kanunları adına bir kimlik olarak herkese giydirmek istediği laiklik en başta tesettüre-başörtüsüne yönelik saldırgan tutumlarıyla öne çıkıyordu.
Turan Dursun ise Perinçek çizgisinin yayın organlarında çok daha kapsamlı ve saldırganlıkta hiç bir ahlaki ilke gözetmeyen misyonuyla Kur’ana ve Hz Muhammed’e yönelik iftiralarla Müslümanları kışkırtmaya memur kılınmıştı. Zaten bu dönemde İslam’ı küçük düşürmek, alay konusu yapmak üzere yayınladığı “Din Bu, Tabu Can Çekişiyor, Kulleteyn” gibi kitaplarının ardından Aydınlık-Perinçek ekibi yeni bir saldırı planlamışlardı: Şeytan Ayetleri.
28 Şubat sürecinde iktidar sınıflarının darbe ortamını kıvamına getirmek üzere sahaya sürdüğü malzeme Ali Kalkancı, Fadime Şahin, Aczmendiler, takkeli öğrenciler, başörtülü öğretmenler, tarikat şeyhlerine Köşkte iftar veren Başbakan gibi konulardan ibaret değildi. TSK’ya sadakat, Atatürkçülük, Türk ulusal kimliğine bağlılık gibi vasıflarıyla öne çıkan Yaşar Nuri Öztürk ve Zekeriya Beyaz gibi devletin bekasına düşkün ‘ilahiyatçılar’ 28 Şubat sürecinde misyoner fonksiyonuyla öne çıkarılmışlardı.
28 Şubat sürecinde kapıkulu ilahiyatçılar üzerinden tesettürün farziyeti, namazın vakitleri, haccın zamanı, kurbanın niteliği vs gibi itikat ve ibadet konuları küstahça bir ciddiyetsizlikle tartışma zeminine döndürülüyordu. Bir taraftan İslam ve Müslümanlar siyasallaşmakla suçlanıp aşağılanıyor diğer taraftan resmi ideoloji adına darbe örgütleyen kadrolar yere göğe sığdırılamıyordu. Söylemin başına sonuna hep ‘gerçek İslam’ etiketi yapıştırılıyordu yapıştırılmasına, lakin bütün bu tertiplerin fiiliyatta iman ve ameli deforme edilmiş bir toplum inşa etmek üzere laik-Türkçü kadrolar eliyle piyasaya sürüldüğünü bilmeyen yoktu.
Kemalist İslam, liberal İslam, sosyalist İslam, Türk-İslam sentezi, ılımlı veya radikal İslam, geleneksel veya modern İslam gibi tezler öneki, soneki kabul etmeyen İslam hakikatine rağmen kamuoyuna çokça anlatılıyor ancak yeterli düzeyde de tartışılmıyor. İslam’ın itikadi veya ameli sahada bağlayıcı hükümleri üzerine çeşitli iddialar ortaya atılıyor. Kur’an’a veya Hz. Muhammed’e atıfların yoğunluğu dikkat çekici oranda artıyor. Ancak buna rağmen İslam anlayışına ilişkin bu tez sahiplerinden kiminin ileri derecede tutarsız hatta saçma, kiminin ise ileri derecede samimiyetsiz hatta düşmanca davrandığı ortaya çıkıyor.
Tutarsızlık düzeyinde seyreden tezlerden birini temsil eden İhsan Eliaçık’ın İslam anlayışı-anlatışı bu çerçevede tartışılmayı gerekli kılıyor. Kullandığı basit ve kışkırtıcı söylemle Eliaçık, özellikle Kur’an, siyer, siyasal analiz gibi alanlarda bilgi ve usulü zayıf gençler arasında ciddi kafa karışıklıkları oluşturabiliyor. Çünkü AK Partiye ve yükselen yeni muhafazakâr sermayeye karşı bazı çevreler onu öne çıkararak bir mücadeleye girişiyorlar. Mesela Emek ve Adalet Platformu tarafından tertiplenen bir kaç protesto iftarı (paralelindeki katılımcılarla birlikte) Eliaçık’ın fikriyatı ve söylemi etrafında şekillendi.
Şimdi, Eliaçık’ı öne çıkaran veya etrafında kümelenen insanlara sormak gerek: Kur’andaki kıssaların tamamen sembolik anlatımlar (hikâye-masal) olduğunu iddia eden, meleklerin varlığını inkâr edip meleklerin Allah’ın melekeleri olduğunu iddia eden bir anlayışla mı İslami mücadele verilecek? Sahi insanları, tesettürün farziyetini inkâr eden, namazı ‘multi vakit’ teziyle iki, üç, beş, yedi vakit olarak ‘duruma göre’ şekillenecek keyfi bir elastikiyete dönüştüren bir anlayışa mı davet ediyorsunuz?
Açık hükümlere rağmen Müslüman kadınların müşrik erkeklerle evlenebileceğini, Kur’anın eşcinselliği değil eşcinsellere tecavüz edenleri eleştirdiğini ‘din’ diye anlatılırken rahatsız olmayanlar hiç mi Allah’tan korkmuyorlar? “Hırsız zenginin malını çalan yoksul değil, yoksulun emeğini sömüren zengindir” tanımına karşı sessiz kalanlar, kendileri bu tanıma uygun hareket etmekte midirler acaba? Kâfiri, mülk ve servet sahibi olup yoksulları ezenle eşitleyen ultra aşırı yorumlara çevresi “Ne var bunda, olamaz mı?” diyerek sahip mi çıkıyor yoksa? Ezilenlerin her türlü şiddetini meşru gören sosyalist perspektifin bizim mahalledeki kardeşi adeta yoksullara her türlü hırsızlığın önünü açıyor!
“Mülk Allah’ındır!” hükmünden mülke endeksli bir din, sosyalizme entegre edilmiş bir İslam projesi dillendiriliyor. Bu proje hayata geçtikçe salt zenginlik ve refah düşmanı bir Müslüman tipi de yaygınlık kazanmış olacak. Bu projenin hayata geçmesi için Kur’an’daki temel kavramların “yerlerinden kaydırılması”, namaz, başörtüsü, cihat gibi ibadetlerin önemsizleştirilip keyfi tercihlere dönüşmesi gerekiyor. Servet ve zenginliği İslam’ı az veya hiç anlamamanın biricik faktörü kılan bu mantalitenin Kur’an’da ve Hz. Muhammed’in hayatında hiç bir karşılığı olmadığını anlamamak için akıldan ve kalpten yoksun olmak gerekir.
Eliaçık’ın Müslümanlara karşı aşırı saldırgan, küçük düşürücü, alay edici tarzının Marks ve sosyalizme ama özellikle Mustafa Kemal ve Kemalizm’e gelince son derece uysal, uyumlu hatta imrenen, özenen bir dil ve tarza dönüşmesi dikkatlerden kaçmıyor. Günümüzde İslam’ı bir zengin eğlencesi, tapınak dini; Müslümanları ise şaşalı sofralara gözünü dikmiş doyumsuz muhterisler olarak karikatürize edenlerde sadece adalet duygusundan değil utanma duygusundan da eser kalmamış olmalı!
“Saygı ve minnetle andığı” Mustafa Kemal’i, “Millet ve devlet aklının ürünüdür.” diye İslami camiaya pazarlamaya kalkışırken saygı ve takdir ifade eden en az on sıfatla selamlamaktadır. Eliaçık’a göre Mustafa Kemal demek “realizm, taktik düşünme, derlenme, toparlanma, tutunma, akılcılık, bağımsızlık, özgürlük, çağdaşlık” demekmiş. Maşallah! Ne kadar da sağduyulu bir analiz. Eleştiri yok, övgü çok.
Kapitalizme karşı çıkma adına Müslümanları sol-sosyalist literatüre ram etmenin, muhafazakâr sermayenin haksız kazancıyla mücadele adına Müslümanları Kemalizmle olan zıtlaşmasının törpülenmesi, sözde infakı teşvik adına diğer farz ibadetleri önemsizleştirmenin, Karunlaşmaya muhalefet ederken Samirileşmenin ne sözcüsü ne de destekçisi olmak yakışır bir Müslüman’a.
Eliaçık’ın bir dönem ‘Yenilikçi İslam’ olarak isimlendirdiği anlayışın bir süredir sol-sosyalist söylemle harmanlanmış hali aslında haksızlıklar karşısında epeyce cesur, cüretkâr ve meydan okuyucu bir üslupla donatılmış. Ebu Zer-i Gıfari’yi kendine rehber edinen bu söylemin ne kadar tutarlı bir devrimcilik barındırdığı ise tartışma konusu. Şöyle ki; bütün bir ülkeyi ve toplumu kendisine mülk edinme iddiasındaki Mustafa Kemal ve hukuki-ideolojik varisleri TSK, CHP ve TÜSİAD’a dair şimdiye kadar ciddiye alınır birkaç kelam etmemiş olması tutarlılık tartışmasını gerekli kılıyor. Darbe politikalarına bağlı olarak Türkiye toplumunu sistematik bir baskıya, yoksulluğa ve tek tipleşmeye maruz bırakan bu sacayağına dair işaret düzeyinde olsun bir başkaldırının fark edilememesinin sebebi nedir acaba?
Mesela sosyal adalet ve köleliğe karşı isyan taleplerinin askeri garnizon ve tesislerden içeri girememesinin mutlaka bir sebebi olmalı. Zorunlu askerlik kadar askeri tesislerde en alasından ‘bedava emek’ olarak on yıllardır TSK ailesinin hizmetine sunulan sömürü mekanizmasının söz konusu devrimci söylemde yer bulamaması enteresandır. Sayıları on binlerle ifade edilen insanın emeği, değil asgari ücret ve sigorta, saygı ve teşekkürden dahi nasiplenemiyor oysa. İnsan, bankacılıktan sigortacılığa, inşaattan sanayi tesislerine kadar devam eden bir dizi ‘vergiden, denetimden, paylaşımdan muaf’ OYAK’a çağdaş Ebu Zer’lerin eleştiri okları ne zaman yönelecek acaba diye sormadan edemiyor!
Tabii ki Fenerbahçe, Harbiye, Gazi başta olmak üzere ülke sathına yayılmış ordu evlerinde yaşanan israfa; Marmaris, Bodrum, Akçay, Alanya vd. gibi dinlenme tesislerinde süren saltanat ve şatafata karşı devrimci bir eylem değilse de, hiç olmazsa devrimci bir söylem beklemek hakkımız olsa gerek. Buralardaki israf ve saltanat göze mi çarpmıyor yoksa şimdilik sıra gelmediği için mi gündeme girmiyor?
İftar protestosu etkinliklerinin ‘Kibir Kuleleri’ne karşı yapılmak istenmesinde bir tuhaflık yok. Tuhaflık, kapitalist tüketim merkezlerinin önünde eksik ya da çelişkili de olsa Müslüman çevrelerin hedef tahtasına oturtulmasındadır. Söz konusu lüks otellerde hangi İslami cemaat veya kuruluşlar iftar vermektedir ki yergilerde, sövgülerde ilk hedef oluyorlar? Bu eylem hedefini ve muhatabını şaşırmış bir eylemdir. İslami çevre veya cemaatlerin yanlışlarını lüks otel ve merkez medyanın kameraları önünde ıslaha girişmek sadece tutarsız değil aynı zamanda sonuçsuz bir kör dövüşüdür. Kaldı ki; o otellerin hiç birinde eleştirilere muhatap olan cemaatlerin iftar programı filan da olmamıştır.
‘Kibir Kuleleri’ bahsiyle bağlantılı diğer bir mevzu da ‘Kibir Heykelleri’dir. Kibir Kuleleri’nin inşasını ve ikbalini teminat altına alan resmi ideoloji ve ülkenin her köşesinde karşımıza dikilen ‘Büyük Birader’ heykelleri değil midir? Şehirlerin yerleşim planlarının dahi Mustafa Kemal’in anıt heykellerine göre dizayn edildiği bir toplumun kölelikten kurtarılması sadece iktisadi söylemlerle mümkün olamaz herhalde. Heykel ve büstlerin önünde ‘saygı’ duruşuna mahkûm edilen insanların yoksul ya da zengin olmasının ne anlamı var? Tahakkümün, küfrün, zulmün sembolü anıt heykeller Kur’an-Kerim’de ‘şeytan işi pislik’ olarak tasvir ediliyor fakat gel gör ki; bu önemli mevzuda çağdaş Ebu Zer’lerin dili tutulmuş. Devrimci tutum iktisadi sömürüyle, onun da sadece muhafazakâr olanına karşı çıkmakla sınırlanmış meğer.
Emek ve Adalet Platformu bileşenlerinin İhsan Eliaçık’la birlikte Ece Temelkuran, Nuray Mert, Tuna Kiremitçi, Sırrı Süreyya Önder, Hidayet Şefkatli, Edip Yüksel gibi İslami camiada hiç de hazzedilmeyen figürlerle yarenlik/yoldaşlık yapması, onların iltifatlarına mazhar olması hiçbir hayırlı sonuca yol açmaz. Tersine bu söylem ve figürlerle girişilecek etkinlikler Kemalist-laik kesimler nezdinde bir dönem medyatik popülarite kazandırsa bile ciddi çürüme emareleri olarak hanelerine yazılacaktır. Sınıf atlama ihtiraslarının kurbanı olmuş birkaç müflis tüccarın çektiği Ebu Zer numaralarına aldanmak akıl karı değildir. Unutulmamalı ki; kılavuz seçiminde yapılacak yanlışların bedeli her zaman için ağır olmuştur.
İman-amel ayrımını bir sapma olarak görenler elbette ki ideoloji-eylem ayrımını da bir sapma olarak görecektir. Oysa ne yaptığımız kadar, kiminle yaptığımız da önemlidir. Siyasal eylemliliğin doğruluğu itikattan ve ihlâstan bağımsız değildir. İçinde yaşadığımız toplum “babaları Kitap’la uyarılmamış bir toplum”dur. Kitab-ı Mübiyn’i dosdoğru anlatmak varken lüzumsuz ve temelsiz saldırgan bir dilin ne anlamı var?
Kavganın sebebini, muhatabını ve dilini-araçlarını karıştırmış birey ve toplum ne kadar iyi niyetli olursa olsun iktidar sınıflarının kullanımına açıktır. Kime karşı şefkatli ve merhametli, kime karşı sert ve direngen olacağını karıştıracak kadar duygu ve heyecan yüklü bir söylemin topluma öncü olması da sağlıklı bir model üretebilmesi de mümkün değildir.
Mülk tartışmalarına endekslenmiş ibadetsiz bir din, İslam değildir. Sözcülerini ve destekçilerini nasuh bir tövbeye, ciddi bir muhasebeye davet etmek ise bizim görevimizdir.
YAZIYA YORUM KAT