Muhafazakârlıktan taassuba nasıl gelindi?
Dil ve düşünce! Dilin düşünceleri üretmekte mi, yoksa onları taşımakta mı olduğu türünden ardzamanlı ve dolayısıyla tarihselci sorulara, artık miadı dolmuş sorular olarak bakıyor olsak bile, dille düşünce arasındaki ilişkilerin eşzamanlılığı üzerine söylenebilecekler hâlâ kışkırtıcı önemini koruyor ve daima yeni sorular üretiyor.
Şüphesiz bu sorulardan ilk akla geleni, bir dilin sözdağarının, yani lügatının ya da kelime hazinesinin daralmasının; bir başka deyişle, bazı kelimelerin gündelik konuşma dilinde dolaşımdan çıkmasının, o dille düşünen insanların, düşüncelerinde de bir daralmaya sebep olup olmadığıdır.
Türkçede de, bazı kelimelerin, dolaşımdan çıkarak kullanılmaz olduğunu, ancak kavramlar arasındaki ayrımların ortadan kalkmasıyla fark ediyoruz. Son örnek: 'Muhafazakârlık' ile 'taassub'! Çok uzun bir süreden beri 'taassub' veya onun ism-i faili olan 'mutaassıb' kelimesinin kullanılmadığını, dolayısıyla da, daha önce 'mutaassıb' ile 'muhafazakâr' arasında mevcut olan anlam nüansının kaybolduğunu, dahası, 'muhafazakâr' kavramının, 'mutaassıb' kelimesiyle atıfta bulunulanlar için de kullanıldığını görüyoruz. Aradaki farkı belirtmek için, özellikle bir Osmanlıca-Türkçe Sözlüğü, Mustafa Nihad Özön'ün sözlüğünü seçtim. Özön, 'mutaassıb'ı, şöyle tarif ediyor: 'mutaassıb, A.i. [Asab'dan] 1.Kendi tarafını aşırılıkla tutan, savunan; 2.Kendi dinini, eski gelenek ve görenekleri aşırı tutan, onların dışındakilere düşman olan, hiçbir yenilik kabul etmeyen.'
'Muhafazakâr'ın tarifi de şu:
muhafazakâr, F.s. i. Değişiklik istemeyen. Olageleni bırakmama taraflısı.'
Aradaki anlam farkını görüyor musunuz? 'Mutaassıb'da, sadece 'koruma', 'muhafaza etme' değil, 'muhafaza ettiklerinin dışındakilere düşman olma' sözkonusu. Muhafazakârın ise böyle bir konumu yok: O sadece korumak ve muhafaza etmek istiyor; muhafaza ettiklerinin 'dışındakilere düşman olmak' gibi bir durum sözkonusu değil muhafazakârlıkta!
Sözü nereye getirmek istediğimi tahmin etmişsinizdir: Tophane'deki sanat galerisine yapılan 'mahalle baskını'na elbet! Baskını yapanların 'muhafazakâr' oldukları yazıldı ve söylendi- ki doğru değildi bu! Tophane baskınını yapanlar muhafazakâr değil, mutaassıbtılar! Evet öyle: Muhafazakâr değil, mutaassıb!
Pek iyi de, bu, bir dil daralması ya da sığlaşmasının ötesinde, aynı zamanda sosyolojik bir mesele değil midir? Türkiye'de benim gibi, ilkgençliklerini 1950'li yılların başında yaşamış olanlar, 'mutaassıb'dan sadece Atatürk heykellerini kıran Ticanî tarikatının müridlerini ve onların şeyhi olan Kemal Pilavoğlu'nu anlıyordu. Bu tarikatın dışında taassubun Türk toplumunda bir karşılığı yoktu. Biz, benim ilkgençliğimde Fatih'te (önce Kıztaşı'nda, sonra Hırkaişerif'te) oturuyorduk ve Fatih, muhafazakâr bir semtti, ama asla mutaassıb değil!
Öyleyse, nasıl oldu da, 'taassub', 'Ticanîlik' gibi, etkisi ve yaygınlığı son derece dar ve sınırlı birkaç fanatik tarikat dışında genişledi ve yaygınlaştı? Muhafazakârlık hangi sosyolojik sebeplerle taassuba dönüştü? Sosyoloji, sadece empirik ya da verili olanı (mesela, 'mahalle baskısı' gibi) kavramsallaştırmak mıdır, yoksa 'mahalle baskısı'nın sebeplerini, Türkiye'de muhafazakârlığın taassuba dönüşmesi olgusu üzerinden okumak (açıklamak) mıdır? Hiç şüphesiz, ikincisi! Ama bunun için, her şeyden önce kavramlar arasındaki ince ayrımların farkında olmak lâzımdır...
Şimdi soru şudur: Muhafazakârlığın taassuba dönüşmesinde, özellikle 1960'lardan sonra laikliğin, vesayet rejimleri tarafından hayata geçirilmesinde uygulanan şiddet ve zorbalığın hiç mi belirleyici bir rolü yoktur? Başörtüsü yasağının, kendi halinde muhafazakâr bir hayat tarzını sürdüren ailelerin genç kızlarının üniversitelerden kovulmasının kışkırttığı derin ve ağır mağduriyetin payı, hiç mi sözkonusu değildir?
Taassubun, nereden gelirse gelsin, her türlüsü kabul edilemez. Gelgelelim, taassubun, taassubu tetiklediği de göz ardı edilmemelidir ve bugünkü durumdan, birinci derecede, laik taassubun dayatmacı ve vesayetçi tavrı da sorumludur!
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT