Muhafazakârlığın Nihai Değeri ve “ed-Din”le İrtibatı
Muhafazakârlarda dini tonlarla birlikte, devletçi ve dışlayıcı özellikleri ağır basan bir milliyetçiliğin hakim olduğu bir siyasal düzen tahayyülü olduğu çok açıktır. Ulus-devlet ve kapitalist ekonomiye dayalı muasır medeniyete ulaşma idealini genellikle paylaşmaktadırlar. Bu anlamıyla “devlet” ve “Türklük”ün kutsallaştırılması da doğallaşmaktadır. “Özgürlük” ve “Hukuk devleti”ni Aydınlanmanın getirdiği perspektifle savunmakla birlikte, aynı Aydınlanmanın türevi olan “Milli devlet”i öne çıkararak İslamcılıkla aralarına mesafe koymuşlardır. Muhafazakârlık üzerine yapılan bazı liberal perspektifli çalışmalarda ifade edilen “Onların atılması gereken gelenekler olarak gördükleri şey Hurafe İslamı olmuştur.” tespitleri onların niyetlerini belirleme açısından bir dereceye kadar doğrudur ama -bizce- daha doğru bir tespitlemeyle aksine dayandıkları din algısının bizatihi kendisi hurafelerle dolu, eklektik ve verili kültürle mayalanmıştır. Bu durum, onların devamlılık/süreklilik tezleriyle de çelişmemektedir. Muhafazakârlar, eklektik ama siyasi talepleri olan bir İslam algısına karşı kültürcü, politik talepleri olmayan, süreklilikle uyumlu farklı bir eklektisizme vurgu yapmışlar, hatta bunu kurucu/inşacı bir mantıkla üretme çabası gütmüşlerdir. Bu anlamıyla da Kemalizmin dine bakışına, dini modernist tezlerden beslenerek reforme etme çabalarına da (bu politikanın pratiklerine eleştiri getirmekle birlikte) özde uyumluluk göstermişlerdir. Onlar daha çok müdahalenin sertliğine ve gereksizliğine vurgu yapmışlar, kültürel dini unsurların kendiliğinden bir sürekliliğin ılıman iklimine bırakılmasını savunmuşlar ama aslında kendi istedikleri istikamette de inşacı bir değişimi arzulamışlardır. Her ikisinin ortak yönü asla dinin ve din algısının gerçekte ıslahı olmamıştır. Gidişata (çağdaş realitelere) uyumlu kılınması olmuştur. Onun merkezi rolünü de modernleşme lehine minimuma indirmeye çaba göstermişlerdir. Bundaki amaç aslında gelenekten İslami tonları kaldırmaktır. Özellikle Anadolucu, millici “yeni bir gelenek icadı” hedeflenmiştir. Bu bir nevi kimlik bunalımlarının ve değişimin-sürekliliğin kaçınılmaz kıldığı Batılılaşmanın baskısını ortadan kaldırma amaçlı olarak, “Batı bizi İslam’la kabul etmeyeceğine göre, var kalabilmek için yeni bir ‘Biz’ üretmeliyiz” çözümüdür.
Özcesi muhafazakâr muhayyilenin oluşturduğu zeminde dinin millileşmesi ve milli kimliğin dinselleştirilmesi atbaşı gitmiştir. Modernleşme, muhafazakâr saiklerle entegrasyon içerisinde ilerlerken, modernleşmeye muhalif bir muhafazakâr düşünce akımı gelişmemiştir. Bunda kendi meşruiyetini sağlayan beslendiği (Batılı) kaynakların etkisinin de önemli bir rolü olmuştur. Bu anlamda muhafazakâr söylemlerin meşruiyeti, neredeyse moderniteyle ilişkilerinin sorunsuzluğunu ispata dayanmıştır da denebilir.
Bu anlamıyla Muhafazakârların eleştirileri asla bir kurulu düzen eleştirisi değildir. En radikal sayılabilecek unsurlarında dahi bu husus belirgindir. Eleştirel uslubuna rağmen başta “sistemin araçsallaştırdıkları” olmak üzere kendi ürettiği “kutsallar”a teslim olmuştur. Dünün ve günümüzün sağcı-muhafazakârlarının “Gerçek Kemalizm” vurgusu da böylesi bir eklektizm ve arka plana dayanır. Toplumu “bölünmekten” beri kılan tezler muhafazakârları Cumhuriyetçi konformizmle örtüştürmüştür. Sadece “devletçilik” ve “laiklik” bahislerinde bir revizyon önermiştir.
Yapageldikleri “kültürel-siyasal ayrımı” da, kendisini kültürel kodlara dayandırmakla birlikte liberalleşmeye doğru yelken açan verili dönüşümlerin meşrulaştırılmasını da kolaylaştırmıştır. Böylelikle kültürel olarak verili İslam’a ve kültür ögelerine yaslanmakla-siyaset etmenin birbirinden ayrılması kolaylaşabilmiş; siyasetin de bir ahlakının olduğu, vahyi bilince yaslanmadan ortaya konacak siyasetin, bizatihi üretilmiş siyasi değerlerin kirliliğine bulaşmak anlamına gelebileceğini öne süren tezlere de mesafeli bakmayı, hatta zaman zaman zararlı görmeyi ve realiteye uyumsuzluk eleştirileriyle bastırmayı olağan ve gerekli saymıştır.
Böylelikle vahyin merkeze alındığı bir hayat ve siyaset önerisine mesafeli durulması (hatta daha baştan seçenek olmaktan çıkarılması) halk nezdinde de bu yönde gelişebilecek ıslah mekanizmalarının önünü tıkamıştır. Halk, dini, bu tezler muvacehesinde, sadece belirli ritüellerin özgürce hayata aksettirilebildiği bir kültür ögesi olarak görmüş, asla hayatın getirdiği sorunlara köklü çözümler üreten, onu külli olarak hayatı yeniden inşa eden bir ilahi dinamizm unsuru olarak görememiştir. Dine bu parçacı bakış, sistem ve tarih değerlendirmelerinde önce eklektisizme, ardından üretilmiş meşruiyet alanlarına sorgusuz teslimiyeti beraberinde getirmiş ve verili adaletsiz, haksız hukuksuz uygulamalara karşı nasıl bir itikadı kuşanmak gerektiğine ilişkin arınmanın da önünde engeller oluşturmuştur.
Bütün bunlara rağmen muhafazakârların, kimlik bölünmeleri/parçalanmalarını ortadan kaldırma amaçlı olarak kendilerine öncelikle teorik bir kimlik inşa etme amacıyla Kemalist seçkinciliğin felsefi arka planına ve pratiklerine getirdikleri eleştiriler (çıkış noktasındaki temel sapmalara rağmen) azımsanmaması gereken bir ameliyedir. Hatta hassaten dini pratikler ve dindar kitleler üzerinde yaklaşık yirmi beş yıl süregelen zulümlere set çekme, radikalizmini hafifletme anlamında bir raddeye kadar dalgakıran görevi de görmüştür. Ama esas kırılma bu andan itibaren yaşanmıştır ki; tüm talepleri aynı zamanda kurucu iradenin dönüşüm eksenini meşrulaştırmaya dönük olmuştur. Bunun en bariz göstergesi laiklik tartışmaları ve muhafazakârların “gerçek laiklik” savunularıdır. Onlar laikliği merkeze koyarak her konuya bu minval üzere bakmışlar, dinin bizatihi kendisi de laikliğin konusu olmuş ve laisizmin lutfettiği alanda at koşturması gerektiği bizatihi bu “din savunucuları” tarafından kökleştirilmiştir. Sözünü ettiğimiz laikliğin felsefi-siyasi düzlemde kökleştirilmesi, kültür-siyaset ayrımının parametreleriyle ortaya konması ve dinin bir sosyolojik kurum olarak görülmesi, sisteme eklemlenmenin, sağ politikaların felsefi-siyasi dilini üretmenin ve sağcı-muhafazakârlıkla siyasi-ekonomik liberalleşmenin kolkola gidişinin de kapısını aralamış/meşruiyetini beraberinde getirmiştir. Günümüze kadar işleyen süreç de bu minval üzere oluşmuştur.
Bu anlamıyla muhafazakârlığın ‘ed-din’le olan bağlantısı ve üretilmiş kodları, aslında en önce tevhidi bilinç sahiplerince çözümlenmeye muhtaçtır. Bu öncelikle İslami kimliğin arındırılması misyonunun bir gereğidir. Nitekim gerek düşünce üreten kesimlerin zihni bulanıklıkları, gerekse halkın hücrelerine işlemiş olan kodların doğru algılanabilmesi emek isteyen bir süreçtir. Yıllara dayalı ve zengin bir altyapı ve arka plana sahip olan eklektik düşüncelerin bir anda ortadan kalkmasını ummak saf bir beklenti olmaktan öteye geçemez. Gerçekleştirilecek bir ıslah faaliyetinde pratiğin önemi yadsınmamakla birlikte, öncelikle konuya ilişkin kendi ilmi tezlerimizin belirginleştirilmesi gerekmektedir.
Buna mukabil “Muhafazakârlık” alanında özellikle son dönemlerde en fazla araştırma (kitap, tez ve makale düzeyinde) yapanlar sol kökenli liberal görüş sahipleridir. Bu, elbette postmodern tezlerin prim yaptığı, siyasi ve ekonomik liberalizmin küreselleştirildiği ve bağlı olarak AK Parti önderliğinde bir dönüşümün (alternatif modernleşme anlamında muhafazakâr-liberal bir zihni ve pratik inşanın mümkünlüğü tartışmalarının) izdüşümü olarak görülmeli. Burada bir nokta önem arzediyor. Gerek Kemalist seçkinler, gerek muhafazakârların geneli, gerekse liberal kesimlerin ortak noktası kitlelerin sekülerleşmesi beklentisidir. Bu, üçünün de üzerinde ittifak ettiği noktadır. Birinde pozitivist sekülerleşme, diğerinde dini-kültürel kodlarla sekülerleşme, sonuncusunda ise postmodern bir sekülerleşme talebi ağır basmaktadır. Bu anlamıyla her üçünün de dine bakışı kökten sorunludur. Hepsinde din araçsallaştırılmıştır. İlk proje iflas etmiş, kol değnekleriyle ayakta tutulmaya çalışılmaktadır; ancak bu, modernleşmenin acziyeti, takatini yitirmiş olması anlamına gelmemektedir. Liberallerin beklentisi dünyanın gidişatıyla doğru orantılı olmaklığıyla reeldir. Zira birçoğu Türkiye’de tam anlamıyla postmodern anlamda seküler bir modernleşmenin olamayacağını kavramışlar, ama (Batı’da asıl kökleri bulunan) verili muhafazakârlığın omurgasızlığının onların değişim, dönüşüm tezlerini onaylar mahiyette olduğunun da farkındadırlar. Kemalizmin baskı süreçlerinin de genel kitleyi zaten bu kabullere doğru ittiğinin de bilincindedirler. Bu anlamdaki dindar bir modernleşmenin bir süreç olduğu, bunun beraberinde bireyleşmeyi getireceği şeklindeki gelecek kurguları da hayatı kuşatmaktan uzak verili dini-kültürel algının modern dünya tarafından rahatlıkla kuşatılabileceği beklentisini de beslemektedir. Onların muhafazakârlığa olan ilgileri, aynı zamanda öykünmeciliğin de bir neticesidir. Solun yerlilikle olan bağını gündemlerinden hiç düşürmeyen bu kesimlerin, muhafazakârlığın halk üzerindeki etkisinin kodlarını çözme çabası, önceleri (özellikle 90’lı yıllarda) bunların yerine solun önermelerinin geçirilip geçirilemeyeceği, solun halkla olan kopukluğunun giderilip giderilemeyeceğine ilişkindi. Bu arayış bugün yerini sol adına endişelenmekten ziyade, liberal dönüşümlerin halk nezdinde kabullenilebilirlik oranını ölçmek ve alternatif modernliğin pratik başarılarını AK Parti politikalarında gözlemlemiş olmaklıkla alakalıdır.
Sonuç olarak dünyayı (ve yaşadığımız coğrafyayı) anlama çabamız, kökleri yakın geçmişe dayanan kodları, önermeleri, dogmaları çözümlemekle atbaşı giden bir emek sürecini içerir. Bu da öncelikle kendi kimliğimize ilişkin ıslah tarihini irdelemek/özümsemek, seleflerimizin dünyayı yeniden imar etmede üretegeldikleri itikat ve aklı kavramakla alakalı olduğu gibi, aynı zamanda Pozitivizm (Kemalizm), Postmodernizm (Liberalizm) ve Alternatif Modernleşme (Muhafazakârlık) gibi akımların irdelenmesi, sistemik parametrelere ve dönüşüm süreçlerine yaptığı etkiyi anlamakla olur. Sistem ve tarih değerlendirmelerimizde bizlerin en şanslı olduğumuz alan elimizde vahiy, tecrübi/ilmi tevhidi gelenek, adetullah ve sünnetullaha ilişkin verilerin olmasıdır.
Bize göre sistem ve onun değişim/dönüşüm süreçlerine yaptığı etki, ne postmodernlerin nihilizminin sonucu iddia edegeldikleri gibi bir “kadir-i mutlaklık” içerir, ne toplumun sekülerleşmesi talebini olmazsa olmaz bir tarzda dayatan Batılı demokrasi anlayışının tarihin sonu olduğunu ispatlar, ne -muhafazakârlarda olduğu gibi- arızi müdahaleler sonucu süreklilik arzeden (aslında üretilen ve yönlendirilen) geleneğin mecrasına oturacağını gösterir, ne de sadece hamasi bir imanın savunulması neticesinde ortadan kalkıp yok olacak bir basitliğe indirgenebilir. Kur’an’ı mübin tarafından bize bildirilen gerçek, Allah’ın her şeyi bizim ellerimizle yapmayı murad ettiğidir. O halde çabalarımızı, kitlelerin kavrayabileceği ve beraberinde arınmayı getirecek olan çağdaş dönüşümleri tevhidi perspektifle açıklama cehdine yöneltmeli, “ed-din”in önündeki engelleri pratiğimizin olmazsa olmazlarından olan ilmi çabalarla bir bir temizlemeliyiz. Çünkü çağın getirdiği sorunları hikmetle kavrayıp çözüme ulaştırmada “temiz akıl sahipleri”nden olmanın yegane yolu buradan geçiyor.
YAZIYA YORUM KAT