Müfteri ve muhbir mi olmalı, muttaki ve muslih mi?
Kur’ani kavramlar ve davranış modelleri, Sünnetin öngördüğü hayat biçimi geniş toplumsal kitlelerin değil güya onlara örneklik ve rehberlik yapacak hocaların, ilahiyatçıların, meşhur vaizlerin de gündeminden epeyce çıkmış maalesef. İşte tam da bu sebeple Müslüman bir toplumda imanın göstergesi sayılan en temel ahlaki ve hukuki kaideleri çiğnemekte bir beis görmeyenlerin oranı artıyor. Hz. Adem’den Hz. Muhammed Mustafa’ya (a.s.) kadar uzanan Risalet zincirinde tevhid ve adalet esaslarını tebliğ eden resul ve nebilerin karakterlerini belirleyen vazgeçilmez unsur eminlik/güvenilirliktir. Kur’an-ı Kerim’de mücadeleleri ardı ardına hikâye edilen Resullerin hitap ettikleri toplumlarına yönelik ilk cümlesi kahir ekseriyetle “ben sizin için gönderilmiş güvenilir bir elçiyim” mealindedir.
Korku Salmayın, Güven Telkin Edin
Emin resullerin, güvenilir elçilerin sözde değil hakiki varisi olabilmemiz için her yönüyle güvenilir tebliğcilere, güvenilir davetçilere has bütün duygu ve davranış modelleriyle teçhiz olmamız gerekiyor. İşin şakaya gelir yanı da lakaytlıkla geçiştirilecek bir boyutu da bulunmuyor asla. Ancak kamuoyuna yansıyan kimi beyanlar, vaaz ve nasihat adı altında verilen örnekler, İslam davasını koruma adı altında sergilenen yalandan iftiraya, tecessüsten ihbara, hileli işlerden tacize uzanan utanç verici haller toplumun yüzünü kızartıyor, öfke ve nefretini büyütüyor sadece. Enteresan olmaktan öteye şaibeli bir biçimde seçilmiş marjinal tarikat ve cemaatler eliyle, şöhret ve ihtiras delisi hocalar ve hatipler marifetiyle toplum bir taraftan İslam’dan soğu(tulu)yor diğer taraftan Ulu Önder Atatürk’ün biricikliği, militan laikliğin kıymeti hakkında kolayca hidayete eriveriyor.
Toplumu ve hükümeti korku siyasetiyle tanzim etmek bu meyanda en elverişli yöntem olarak benimseniyor. Bir korku biter veya etkisini yitirirse derhal devreye yeni bir korku vesilesi ve odağı sokuluyor. Beka kaygısı önümüze bitip tükenmeyen bir siyasal hareket ve psikolojik harekât hattı açıyor ne de olsa. Beka kaygısını öne geçirerek hemen her sorunu görünmez kılabilme, her türlü iç ihtilafı erteleyebilme imkânı elde edilebiliyor nasılsa. Beka kaygısı büyüdükçe siyasetin acziyeti, ekonominin kırılganlığı, toplumun demoralizasyonu önemsizleşiyor çünkü. Tersinden bakınca da siyasi alanda yaşanan yetersizlikleri, iktisadi sahada büyüyen açık ve krizleri, toplumda yaşanan huzursuzlukları yönetebilmek için daha fazla korkuya, daha büyük ve acil beka kaygılarına vurgu yapmak gerekiyor.
Ülke ve toplumun bekasına yönelik yeni tehdit konsepti olarak şimdi de “selefilik ve selefiler” işaretleniyor. Hayır efendim, bahsi geçen selefilere yönelik yeni tehdit konseptini 28 Şubat darbe sürecinin merkez üssü Milli Güvenlik Kurulu belirlemedi. Selefilik ve selefilerin ülke ve toplum için ne denli büyük ve yakın tehdit olduğunu “cübbeli” namıyla maruf Ahmet Mahmut Ünlü birkaç zamandır vaaz ediyor. İlhan Selçuk’un ömrü vefa etmedi ki Cumhuriyet Gazetesi’nde start verdiği “tehlikenin farkında mısınız?” kampanyasına selefileri de ilave etseydi! İlhan Selçuk tipi Kemalist aydınlanmacılar sakal, sarık, cübbe, misvak, tesettür gibi sembollere özdeşleşen tarikat ve cemaatlere savaş açarak ilerleyip modernleşebileceğini zannediyordu. Ancak Bedri Baykam’a nazire yapılarak CNN Türk ekranlarında muhafazakâr kanadın “parlak çocuğu” ilan edilen Cübbeli Ahmet “Cumhuriyet’in değerleri için” asıl ve öncelikli tehdidin selefilik olduğunu ilan ederek “yöneticilerimiz uyuyor mu, nerede bu devlet?” diye haykırıyordu resmen.
Dava Kaygısı mı, Pazar Kaygısı mı?
Daha sonra yaklaşık olarak %90’a varan bir tenzilata gittiyse de “2.000 selefi dernek iç savaş çıkarmak üzere pompalı-mompalı silahlanıyor” beyanı Cübbeli Ahmet’e ait. Şimdi savcılığın çağrısına uyarak hem “Cumhuriyet’in değerlerine söven” hem de “aleni herkesi tekfir eden” selefilere ait elindeki bilgi, belge ve raporları savcılarla paylaşacak. Hacivat ve Karagöz misali kimi Kemalizme kimi sağ-muhafazakâr kitleye hitap eden polis muh(a)birliğinde gazeteciliğe hatta kanaat önderliğine sıçrayan fırsatçılar hem devlete hem de topluma güya şöyle teminat veriyorlar: “Cübbeli kuru sıkı atmaz, devlet çok geç olmadan çağırıp dinlesin”. Önce İçişleri Bakan yardımcısının ardından bizzat İçişleri Bakanı Soylu’nun konuya ilişkin beyanları yansıdı kamuoyuna.
İç savaş çıkarmak üzere pompalı-mompalı silahlanan 2.000 dernekten bahsetmek ne anlama geliyor, şöyle kabaca bir hesap yapalım. Bir derneğin etrafında 15-20 kişi toplanıp beraber hareket etse 30 ile 40 bin arasında silahlı adam demektir bu. İyi ama PKK’nın toplamda bu kadar adamı yok Türkiye’de ve bölgede. Bizzat İçişleri Bakanı Soylu’nun verdiği rakamlara göre nerdeyse dağa çıkan PKK’lı sayısı 41’e düşmüş, ülke içindeki silahlı unsurları (Irak veya Suriye’den giren) 200 civarında tespit edilmişti. Şimdi bu rakamları ve ülkedeki genel gidişatı, İstihbarat ve Emniyet’in raporlarını, operasyonlarını göz önünde tutsak dahi Cübbeli Ahmet’in zikrettiği rakam ve tehdidin ne denli büyük bir mübalağa hatta kuyruklu bir uydurma olduğu ortaya çıkacaktır.
Bütün bunların hepsi bir biçimde tedavi edilebilir sorunları işaretliyor belki. Ancak şu mesele sakın gözden kaçmasın; İster hoca veya vaiz olsun isterse sıradan bir mü’min, hepimizin görevi emin davetçiler, güvenilir tebliğciler olmaktır. Muhbirlik/jurnalcilik yapmamak, mesnetsiz konuşmamak, delilsiz kimseyi hedef göstermemek gibi sorumluluklarımız var. Bu sorumluluklar evrensel hukuki çerçeveden neşet ettiği gibi Kur’anı Kerim ve Sünneti Seniyye’den bizlere birer buyruk olarak bildirilmektedir. Vaaz ve sohbetleri bidat, hurafe, İsrailiyatla bezeyip rakip gördüğümüz kesimleri yalan, iftira ve ihbarlarla tasfiyeye kalkışmak silinmez utançlar, giderilemez zilletler olarak ahiret gününe de intikal eder.
Ehli Sünnet’i tekeline alma hırsını her geçen gün tırmandırmak, uydurma rivayetler üzerinden bidat ve hurafelerle bezeli sohbetleri batıl ve sapkın olarak niteleyen kesimleri Ehli Sünnet düşmanı ilan edip hedef haline getirmek İslam’a ve Müslümanlara ancak zarar verir. Gülünç ve egzotik vaiz rolüyle geniş kitlelere ulaşmak gibi bir avantaj varsa da Kur’an ve Sünnet’e vakıf kesimler tarafından ağır eleştirilere muhatap olmak da var işin içinde. Medyatik olma tutkusunun, popülerleşme hırsının bir neticesi olarak hayatının bütün zikzakları, iniş çıkışları ulaşmak isteyenler için bir tık mesafesindedir artık. Konuşmaları cümle cümle, kelime kelime tahlil edilmekte, hurafe ve İsrailiyat aktarımları geniş kitleler önünde daha net bir biçimde yüzüne vurulmaktadır artık.
Ehli Sünnet çizgisini küçük bir tarikatın hegemonyası altına almak, dünya ve ahiret kurtuluşunu Halidiye koluyla özdeşleştirme girişiminin ne denli hastalıklı ve yıkıcı sonuçlar doğurduğunu göremeyecek kadar basiret ve feraset yoksunluğu dikilmiş karşımıza. Üstelik şahsına ve temsil ettiği hurafelerle bezeli söyleme itiraz edenleri FETÖ ve PKK adına konuşmakla, tekfirci Selefiliği temsil etmekle yaftalamak için bir an bile tereddüt etmiyor. Tefsir, hadis, fıkıh usulünün kaidelerine yaslanan ikna edici cevaplar bulamayınca doğal olarak devreye iftira ve espiyonaj yöntemi sokuluyor. Bu yol çıkmaz sokak, bu yöntem iflasa mahkûm bir yöntemdir. Kimse günahlarıyla yüzleşmek, tövbe edip takva ve ıslah yoluna girme mecburiyetinden kendini istisna tutamaz.
Kamuoyuna kaygı ve korku salma operasyonunun İslami hassasiyetlerden değil pazar ve piyasadaki tekelin kırılmasından neşet ettiği çok belli olan bu ihbar ve iftira furyasına bir an önce son verilmeli. Psikolojik harp söylemlerine tevessül etmeden önce Ergün Poyraz, Türkan Saylan, Doğu Perinçek, Kemal Gürüz gibilerin içine düştüğü zilleti hatırlamakta büyük ibretler var.
(Yazar Yeni Akit’teki köşesinde yayımlanan bu yazısını Haksöz-Haber için genişletmiştir)
YAZIYA YORUM KAT