Monna Rosa Kuşağı
Zamanın akışı hiçbir şeye yoğunlaşmaya fırsat vermiyor. Sosyolojik yaklaşım anlama kolaylığı olsun diye insanları küme halinde sunarken, birçok incelikli ayrıntı gözden kaçmakta.
Mesele dergisindeki (Nisan 2009) Mehmet Eroğlu Romanı Okumak başlıklı yazısında Osman Akınhay, İslami kesimin sömürü düzeninin devamından yana durduğunu söylüyordu. "Bir yoksul dini olarak takdim edilen ve dayanağını kul hakkından aldığından dem vurulan İslamiyet'in -herhalde mensuplarını kastediyor- sınıfsal bölünme söz konusu olduğunda birdenbire, bütün adil düzen iddialarını bir kenara bırakarak, alenen sermaye kesiminden, zenginlikten yana saf tutmasına" dikkat çekiyordu. Bu doğrultudaki eleştiriler gittikçe çoğalıyor. Akınhay'ın tespiti sadece bir örnek. İçinde farkına varmadan belki, İslam'a bir imkan olarak bakmayı da barındıran bu eleştiriler karşısında hemen müdafaaya hatta karşı taarruza geçmek yerine şiire dönmeli muhataplar.
Sezai Karakoç'un Monna Rosa şiiri 78 kuşağından dindar, milliyetçi, mukaddesatçı gençler arasında elden ele fotokopilerle çoğaltılarak dolaşır ve hüzün dolu bir ses tonuyla küçük ev toplantılarında, yurt odalarında, bazen de bir ranzanın üzerinde tek başına mırıldanılarak okunurdu. Siyasetten uzak düpedüz aşk şiiri olduğu halde gençlerin vicdanını yaprak gibi kat kat açarak nasıl hak ve adalet duygusuna taşıdı peki?
Tutku sadakat ve vefa dolu, bedel ödenen aşklar kalpli yapardı insanı çünkü. Evlenme teklif edilen kızlar da bu yüzden çıtayı yükseltmişti. Böyle bir şiir yazabilmek ya da hiç değilse yazılanı anlayabilecek asgari duyarlılığa sahip olmak gerekliydi bundan böyle. Yaşam Monna Rosa'dan önce ve sonra olarak ortasından ikiye bölünmüştü sanki. Hiçbir şey eskisi gibi olamazdı artık. Sana tavus kuşunun içime girdiğini/Son en son söz olarak söylemek istiyorum/İçime girdiğini, tüyünü yolduğunu/Son en son söz olarak söylemek istiyorum/İçimde tavusların bir bir kaybolduğunu/Bana da bir çift ak kanat kaldığını/Son, en son söz olarak söylemek istiyorum diyen aşkınlığa aşina olan yüreklere itibar eder olmuştu kızlar.
Tıpkı şiirdeki gibi çoğu kimse sevdiğine kavuşamamıştı gerçi. Çünkü birçok arkadaşımızın nişanlısının sözlüsünün solcular tarafından öldürüldüğünü hatırlıyorum. Dizilerde romanlarda sol görüşlüler çok okuyan, entelektüel ve iyi çocuklar olarak gösteriliyor yıllardır ama hepsi öyle değildi, iki taraf da pusu kurup vurmuştu birbirini. Sağdaki gençlerden de birçok kişi idam sehpasına gitmişti.
Kavuşanlar da vardı. Evler akrabaların ya da arkadaşların verdiği eski kullanılmış eşyalarla kurulurdu. Bir avize alıp asmak bile düşündürürdü birçoklarını. Başkalarında olmayan şeylerin kendi evinde olması kalben içlerine sinmezdi şiir okuyan gençlerin. Kırık dökük bir araba alanların mahcubiyetle herkesi evine taşıyarak kefalet ödediği zamanlar.
O zaman Peygamber çiçeğinin aydınlığında ara sana doğru uzanan çaresiz ellerimi dizesinden yola çıkıp bu sömürü ve haksızlık dolu dünyaya nasıl bir cevap vereceğimizi düşünürdük. Bizi Monna Rosa'yla kendine bağlayan adam, Kıyamet Aşısı, Diriliş Neslinin Amentüsü, İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü gibi hacmi küçük etkisi büyük kitaplarıyla da Pakistan'ın İkbal'i gibi diriltici bir ruh üflüyordu.
Kirpiklerinde her an bir güneş doğup bir güneş batan, yüzünde ve yüreğinde her an bir ay bölünen, bir şakkulkamer mucizesi vuku bulan, iyileştirici ışıkları şifa veren, dirilten Müslümanlar olmaktan söz ediyor, yaşamıyla da örnekliyordu.
Geçmiş ve gelecek diye zihnimizde var edilen yalancı bölmeleri deviren, çağın dışında kalmadan, günün adamı olmadan, bütün zamanları kuşatan bir Zaman Kahramanlığıydı önerdiği. İdeal bir site kurmaktı.
Ankara'da bu kadar çok restoran ve lüks mekân açılmamıştı. Yaşantı ev içi yaşantısıydı daha çok. Evler neredeyse anonimdi. İmece usulü çaylar demlenir, derme çatma yemekler hazırlanır, Karakoç'un Kalp Medeniyeti dediği şeyin nasıl gerçekleşeceği konuşulurdu. "Biz de Ferrari'ye binemez miyiz, saçımıza jöle süremez miyiz" yarışması başlamamıştı daha. Bir insanı insan yapan ölçü diğergamlık ve kendini feda etme duygusunun derecesiydi. Başkasının hakkının kendine geçip geçmemesinden endişe eden, lüks, israf ve gösterişten kaçan, emeksiz kazançtan rahatsız olan insanlar çoğunluktaydı. Zenginlerin malının bekçiliğine indirgenmiş devletten, sosyal devlete geçiş için okumalar yapılan bir çağ.
Benim neslimin amentüsü sürekli bir kritiktir, der Karakoç. Onun sitesindeki insan, kendi benliğini ve varlığını, erdem ve takva açısından tartışır. En duyarlı terazilerle tartar. Hakikate erme bakımından sürekli bir özeleştiri halindedir.
Bu yüzden iktidar ateşten gömlek. Emekçilerin sesine kulak vermeden yol alınamaz. Eleştiriler ciddiye alınmadığında çürüme mukadder olur. Karakoç ne diyorsa odur: "Bir marj dahilinde, adeta, tüketimde eşitlik olacaktır, zengin fakirden çok farklı bir yaşayış sürdüremeyecektir. Diriliş insanı kapitalizmin yıkıcılığından uzak olmalıdır".
Bu ilkelere ve ütopyalara bağlı insanlara "sen hâlâ orada mısın?" diyenlerle, "böyle düşündüğünüz için bir yere gelemediniz" küçümsemesi içinde olanlara son birkaç mısra.
Kuş yumurtasından çıkan insanlar/Ahırda bir ata eğer vuruyor/Kulağıma garip sesler geliyor.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT