Modern Mitoslar ya da Çağdaş Hurafeler
-Sekülerleşmeye Kutsalları Üzerinden Bakmak-1
Giriş
Büyük ölçüde kilise imanına reddiye ile başlayan daha sonra eleştirilerini topyekûn kutsala yönelten Sekülarizm, süreç içerisinde iddialarının arkasında durmamış kendi kutsallarını ardı ardına üretmeye başlamıştır. Bu durum, Sekülarizmin çelişkilerindendir. Sekülarizm, dünyevîleşmenin daha bir özel ve sınırlı karşılığıdır. Modern olanın bu paradoksu, özünde hiçbir iddianın ve yaşam tarzının dinsiz olamayacağı gerçeği dikkate alındığında çok da garipsenecek değildir. İster her şeyin kendi içinde kutsala dair metafizik bir boyut içermesi isterse dünyacı yaklaşımların pragmacı (faydacı) eğilimlerden rafine olamadıkları gerçeğinden ötürü olsun, Sekülarizm bugün ironik yönüyle karşımızda durmaktadır. Konumuzun nirengi noktası, kendini tanımlayıcı ve ayırt edici kurucu iddiaları ortadayken, Sekülarizmin, ‘putunu yiyen putçuluk’ olarak savunusunun uzağına düştüğü gerçeğidir.
Yaşanılan bu paradoks salt modern olana münhasır değildir. Gelenek/ Gelenekçilik (Tradition/ Traditionalism) de kendini modern olanı reddetmekle tanımlarken -Rasyonalizme dair analitik verileri muteber kabul etmediği halde- yeni olandan kendini azade kılamamıştır. Sekülarizm kendi kutsallarını ürettiği ve hurafelerini ördüğü gibi Gelenekçilik de yer yer modern olana kapı aralamakla iddialarıyla çelişik alana savrulmaktadır. İşin Gelenekçilik tarafı belki bir başka yazının konusudur.
Modern çağın dominant söylemi, kaos ve kompleksliktir. Bu tespit, din için de geçerlidir. Max Weber’in Modernizm için söylediği “büyü bozumu”, yerini, yeni ve fakat kendi büyülü atmosferine bırakmıştır. Bu, tüketim, iletişim ve tüm çevresel faktörlerde kendini gösteren uyumsuz ve huzursuzluğuyla uysallaştırılan, nesneleştirilen insanla ortaya çıkmıştır. Oysaki modern iddia, insanı, merkeze almış ve özne kılmıştı. Sekülarizmin çelişkisi kutsallarını üretmesi iken modern dinin çelişkisi protestan bir sonuç için reformize edilmeye çalışılmasındadır. Kalbe dayalı ontolojik bakışın yerini salt akla dayalı sınırlı olana terk etmesi hurafe ağının oluşmasını geciktirmemiştir.
Demokrasi, Laisizm, Liberalizm gibi Modern izm’lerin vaizleri, kutsalı büyü olarak reddederken kendi pagan kutsallarını oluşturmuşlardır. “İnanmış bir Komünist veya Faşist ya da başka bir neo-pagan, şimdi ve burada nasıl davranacağı -kimi sevmesi, ne için savaşması, neye tapınması gerektiği konusunda- bir Hıristiyan’dan daha kesin emirlere sahiptir.”2
Aydınlanma felsefesi modernitenin rahmi olduğu gibi kendiyle çelişik mistisizmi merkeze taşıyan Gelenekçilik’te bir yönüyle Aydınlanmaya dayanmaktadır. Ve nitekim genel olarak eleştirimizin/reddimizin sebebi, Modernizm’in ve Gelenekçiliğin vahyî ve insanî gerçekliği bir bütün olarak dikkate almamış olmalarıdır. Kurucu ilkeleriyle çelişik tezahürlere sahip olmaları; duruşlarının, siyasal emperyal taleplerle örtüşür olması da kaygımızı teyid eden yönleridir.
Hegemon İrade ve Din
Batı toplumlarında Aydınlanmayla birlikte Pozitivizm etkisini Endüstriyel Kapitalizm aracılığıyla dinsel her bir öğeye varıncaya kadar gösterdi. Bu süreçte dine, bireylerinin kendilerini ilâhî amaçlara vakfetmekten uzaklaştırma rolü biçildi. Ancak din, beklenilenin aksine önemini yitirmedi bilakis yükselen değer oldu.3 Küreselleşmeyle birlikte her alanda olduğu gibi dinin de ‘küresel’ bir işlev görmesi beklendi. Bu bağlamda dinsel çoğulculuk (pluralizm) nev’î paradigmalarla değerlerin kıymetsizleştirilmesi; yerel olanların ortadan kaldırılması -en azından inceltilmesi- zemininde bir din hedeflendi. Bununla kendi doğasına ters düşmesine rağmen din, vahiy merkezli olmaktan çıkartılıp rasyonalize edilmek ve hümaniter bir zemine oturtulmak istendi. Yani akıl (us) ve insan merkezli bir din üretilmek hedeflendi. Nitekim bu ironi ile din, sekülarize edilerek modern bir forma sokulmaya çalışıldı.
İnsanî daralma gösteren modern yaşam, bu daralmanın hem öznesi hem nesnesi olarak son tahlilde ‘kendine’ tanıklık etmektedir. Bugün insan, maruz kaldığı kuşatmanın mağduru olduğu gibi sebebi de olmanın açmazı içindedir. Bu ironik hal, ona, içinde bulunduğu durumdan çıkma zorluğu yaşatmaktadır. Buna, insanın kendine rağmen kendiyle savaşı da diyebiliriz.
Sekülarizm için modern dönemin 'dinsizlik dini' diyecek olursak abartmış olmayız kanaatindeyim. Bu sahte din, kendi sahte kutsalları üzerine yükselmektedir. Hayata dair her alandan sökülüp atılmaya çalışılan din, beklenilenin aksine bugün ihtiyaç duyulur konumdadır.
Kurtuluş Teolojisi
Daha önceki bir yazımızda4 ‘Kurtuluş Teolojisi’ (Liberation Theology) üzerinde durmuş 1960’larda Latin Amerika’da fakirlerin, acı ve ıstırap çekenlerin, ezilenlerin, zulüm görenlerin inanç algılarından yola çıkılarak oluşturulmuş bir teoloji denemesinden bahsetmiştik. O yazıda, Kurtuluş Teolojisi’nin, modern argümanlar ve hatta Marksist bir zeminde hayat bulmasının nedenlerini analize çalışmıştık. Meselenin, burada bahse konu boyutu, Tevrat ve İncil’deki bir kısım metinlerden hareketle ve fakat Marksist geleneğin düşünceleriyle harmanlama arayışına girilmiş olmasıdır.
Paradigmanın teorisyenleri, Friedrich Engels’in dinsel olaylara ve onların tarihsel rollerine Karl Marx’tan daha fazla ilgi gösterdiğini söyleyerek bu yaklaşımı temellendirme arayışına girerler. Engels'in, Marksist din incelemesine en önemli katkısı olarak, dinsel tasarım ve sınıf mücadelesi ilişkisinin bir analizini sunması gösterilir. Aynı zamanda, idealizme karşı maddeci felsefeden hareketle, dinselliğin somut toplumsal ifade biçimlerini kavramaya ve açıklamaya çalıştığı vurgulanır. Engels’te din, artık zaman dışı bir “varlık” olarak değil, tersine tarihsel dönüm noktalarına uygun olarak dönüşen bir kültürel biçim olarak ele alınır. Kölelerin dini, Roma İmparatorluğunun devlet dini, feodal hiyerarşiye göre biçimlenmiş bir din ve sonunda burjuva toplumuna uydurulan bir din. Karşıt toplumsal güçlerin çatıştığı teoloji, bir sembolik alan olarak görülür. Bu analiz, dinsel hareketler sorununun kullanımıyla sıkıca ilişkili değerlendirmeye eğilim gösterir.
Aydınlanma filozoflarının aksine Engels’in, sınıf mücadelesi yöntemi sayesinde, maddecilik ve din arasındaki çatışmanın her zaman devrim ve gericilik arasındaki mücadeleye denk düşmediğini gördüğü; yoksulların, çaresizlerin, ezilen ve baskı görenlerin dini olarak ilk Hıristiyanlıkla ilgilendiği (ilk Hıristiyanlar halkın en aşağı katmanını oluşturanlardır) ve daha ileri giderek ilk Hıristiyanlıkla Modern Sosyalizm arasında paralellik kurduğu savunulur. Bu ilgiyi ve aradaki farkı da Engels, “ilk Hıristiyanlık, kurtuluşu öteki dünyaya havale ederken, Sosyalizm, onu, bu dünyada beklemektedir” diye izah eder. Engels’ın din ile tarih arasındaki ilişkiye yaklaşımı; hem Aydınlanma Felsefesi hem de Alman yeni Hegelciliğinin yaklaşımından farklı yeni bir yol açmıştır.5
Aydınlanmanın, dini, sadece akıl dışı ve batıl inanç olarak gören anlayışına karşı Engels, dinin, bir sınıf mücadelesi aracı olarak, bir siyasi parti ve ideoloji olarak işlevi üzerine de yoğunlaşmıştır. Engels’e göre en akıl-dışı olarak görülen dini ezen sınıfların bir komplosu olarak tanımlamak, aynı zamanda onun ezilen sınıfların bir silâhı ve hareketi olduğunu gösterir. Bu yaklaşıma göre din, sosyolojik olarak bir isyan ve protesto aracı olarak ortaya çıkmaktadır. Engels’in yazılarının hepsinde din, bir sınıf mücadelesi aracı ve biçimi, ezilenlerin çıkarlarını ifade etmekte kullandıkları bir ideolojidir. Çünkü Engels, dini, hep bir ideoloji, bir sosyal hareketin ifadesi olarak ele almaktadır.6
Bu bölümde bahsettiklerimiz modern bir teoloji yaklaşımına göre dinin sınıf mücadelesi aracı olarak değerlendirilmesine dairdir. Bütün bunlar, pratiğin ideolojik temellerine ulaşmaya çalışan bir paradigmaya işaret eder. Burada, inkâr ettiğini batıl saydığını dahi gerektiğinde kullanma çabası söz konusu. Ve yine burada, akıl-dışı olarak görülen dinin, pür akılla (!) harmanlanıp isyan ve protesto aracı olarak yeni modern bir teoloji üretilmesi için faydalanma öngörülmekte.
Yazının bundan sonrası ise kendi iddialarını temellendirme çabasından ziyade putunu yiyen putçuluğun paradoksuna dairdir.
Seküler Kutsallar
Birçok düşünür için Rönesans, fırtınalı, şaşaalı ve bir o kadar da tahripkâr bir süreç olarak tanımlanır. Rönesans için, “yaratıcı ama tahripkâr” (creative destruction) ifadesinin kullanılması da bundandır. Rönesans’ın, keşif ve imkânlarının yanında yıkıcı ve ifsad edici yönünü görmemek konuyu anlamamak olur.7 Oysaki Rönesans, medeniyetler dünyasından getirdiğinden çok daha fazlasını götürmüştür.
Rönesans’ın doğduğu şehir olarak bilinir Floransa. İtalya’nın bu ünlü şehri, Rönesans dönemini betimleyen en canlı örnekleri barındırır bünyesinde. Kentin merkezindeki en önemli meydan, Signoria Meydanı (Piazza della Signoria)dır. Bu meydanda Neptün Havuzu ve ortasında mermerden yapılmış Deniz Tanrısı Neptün'ün heykeli/putu, mermer atlar ve etrafında denizkızları ve erkek deniz tanrılarını sembolize eden putlar bulunur. Ayrıca aynı meydanda Michelangelo'nun ünlü heykeli/putu David'in (Davud) bir kopyası bulunuyor. Burası birçok diğer heykellerle/putlarla çevrili bir alandır. Bunun yanında başka dini mekânlar da havsalayı daraltan düzeyde cinselliğin dinî figürlerle resmedilişine ev sahipliği yapmaktadır. Bizim okumamızla dinin nasıl sekülarize edildiğinin; ahlak sınırlarının dini motif ve kimlikler üzerinden nasıl ortadan kaldırıldığının gösterimine sahne olan bir yerdir burası, yani Rönesans’ın doğduğu şehir. Burada, Aydınlanma felsefesinin kutsalla olan kavgasının kendine ait yeni (modern) kutsallar üzerinden yapıldığı görülür. Bilim ve sanat adına tanrı insanlaştırılıp öldürülür, tanrı habercileri ise şehvet tahrikçileri olarak resmedilir ve heykelleri/putları dikilir.
Modern Bilim İman Talebinde
Aydınlanmayla birlikte Tanrı merkezli görüş insan merkezli zemine kaymış, problemlerin çözümü salt akılcı sınırlara terk edilmiştir. Bununla, zoraki merkez tayini kendine rağmen sorunları da kaçınılmaz kılmıştır. Modern bilim, gözlemsel, rasyonalistik (akılcı) ve güçlü bir biçimde hümanist; insanı, faaliyetlerinin görücüsü, yapıcısı ve planlayıcısı; aynı zamanda onların tek müstefidi kılar. Bu bakış, her şeyi Tanrıya rağmen insan merkezli görür ve dolayısıyla insanı tanrılaştırır.8 Bu, insanî olmaktan öte incancı bir tutumdur. Bütün bu anlamlarıyla modern bilim, bilimi iman talebiyle kutsallaştırmaktadır. Her şeyin insan için olduğunun iddia edildiği modern algıda bilakis insan tüketim için konumlandırılmış ve nesne derekesine indirilmiştir. Örneğin modern tüketim toplumunda insan, kişi olarak değil tüketici olarak bir anlam/kimlik kazanır. İmaj peşinde olan modern insan, ‘olmak’ ile ‘… gibi gözükmek’ arasında gelgit gerilimi yaşar.
Kaosa dönüşen bu ortamda birey, aile ve hatta toplum, modern mitoslar/çağdaş hurafelerle tehdit edilmektedir. Modern bilim dinleştirilmiş, din de bilimleştirilme çabasıyla uhrevî olandan soyutlanmaya çalışılmıştır.
Kendi Putunu Yiyen Putçuluk
Demokratikleşme modernleşmenin gereği olduğu halde, Batı, Üçüncü Dünya Ülkeleri’ndeki modernleşme süreci içerisinde yer yer antidemokratik rejimlerin kaçınılmaz olduğunu bu tip yapılara sahip mevcut baskıcı statükoları “zorunlu tarih aşamaları” olarak meşrulaştırmaktadır. Böylece Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde yaşayan insanların özgür iradeleriyle oluşturacakları katılımın, oluşturulacak bir sistem arayışının önüne set çekilmektedir. (Bu ceberut talebe göre) Üçüncü Dünya Ülkeleri açısından modernleşmenin vazgeçilmez öğesi “modernleştiriciler” olarak adlandırılan siyasal-bürokratik elittir.9 Tutarsız ve de faydacı bu durum, kendi kurucu ilkelerini bir çırpıda unutuveren, acıktığında putunu yiyen putperestleri hatırlatmaktadır.
Modern Mitoslar
Her kavram kendi felsefî zemininde doğar ve gelişir. Aydınlanma kavramları da pozitivist zeminde doğmuşlar ve dolayısıyla kendi felsefelerini temsil ederler. Kavramlar başka yere taşındıklarında nötr olarak taşınmaz, değiştirmeyi dönüştürmeyi hedeflerler. Ancak faydacı Sekülarizm, uhrevî karakterli kavramları kullanmakla tam bir tezat yaşamaktadır. İlkokullarda her gün ‘tahiyat’ formunda çocuklara okutturulan andlar, vatan, bayrak gibi imgelerin mitsel bir kuşatmayla örtülmesine dek birçok alanda bu hurafeciliği görmek mümkündür. ‘Demokrasi şehidi’, ifadesi bu anlamda verilebilecek belki en trajikomik olanıdır. “Şehid” kavramının uhrevî bir mükâfat inancına dayandığı unut(tur)ularak (!) dine karşı konumlananların dahi bu ıstılahı kullanmaları sekülarizme mahsus kutsallıklardandır.
Manevî, gaybî olan her şeye savaş açan Laisizm, modern mitosları alabildiğine kullanmakta, çağdaş hurafeleri pompalamaktadır. Bunu adeta kışkırtan bir tavırla ve zaman zaman gelenekten de beslenerek ‘mıhına ve nalına vuran’ edayla yapmaktadır. Örneğin Laisizm bir tarafta tarikatlara sövgücü bir üslûpla yaklaşırken diğer tarafta yeni söylemleri de akıl çelen bir örtmeyle İbn Arabî ve Celaleddinî Rumî üzerinden süslemektedir. Bununla da tasavvufî zemini refere eden bir özgürlük alanı açtığını iddia etmektedir. Burada, İslâm negatif olarak tescillenip tarikat kefesine konulurken, Türk Müslümanlığı, kültürel İslâm vb. ise pozitif olarak tescillenip Tasavvuf kefesine yerleştirilmektedir. Oysaki kötü olarak nitelenen tarikat iyi olarak sunulan tasavvufun meyvesidir. Bu yönüyle de modern kuşatmanın talebi çoğu kez tasavvuf aracılığıyla gelenekten beslenerek karşılanmaktadır. Burada hümaniter bir zemin, hoşgörü, ritüellerden, siyasaldan soyutlanmış din algısı (laik), ‘her farklı hal üzere de olunabilir’ anlamında postmodern yaklaşımla beklentileri karşılar forma sokulmaktadır.
Teolojik Faydacılıktan Pragmacı Sekülarizme
‘Dinin’ dine rağmen bu tarz politik kullanımına teolojik faydacılık söylemek mümkün. Bu tanımlamanın içini dolduran saik, amaç olarak görülene ulaşmak için ‘her yolu mubah’ kabul etmedir. Pragmatizm, beşerî mülahazalar tarafından da (en azından teoride) kabul görmez. Ancak ister kadim isterse modern paradigmalar olsun çoğu kez bu yönteme başvurmuşlardır. Bunu, vahye karşı oldukları halde onun lisanıyla yapmaları faydacı duruşun da ötesinde büsbütün ahlâkî bir sorundur. Modern dönemde dinsel paradigmalar da bu malullüğü yaşamaktadır.
Müslümanlar açısından anlamlı tek nokta dinin ancak İslâm olduğu gerçeğidir. Vahyin dışındaki unsurlara referansla temellendirilen her bir dinî, millî, kültürel ve küresel beklentileri karşılamaya ayarlanmış yaklaşımlar, seküler hurafelerdir. Modernist ve gelenekçi din aydınlarının aynı söyleme kışkırtılmış gibi İslâm hakkında hüküm verme merciî olmaya kalkışmaları da söylediklerimizi teyid etmektedir.
Batılılaşmanın kendisi kötü iken bizde kötünün de kötüsüne talip olunmuştur. “Türk aydını, Batılı anlamda bile “Aydınlanma”(!) fikrini kavrayabilmiş değildir. Kant, aydınlanmayı “insanoğlunun rüşdüne ermesi, yani kendi aklını kullanmaya cür’et etmesi” olarak tanımlıyordu. Fert ve toplum (kavim) olarak kendi aklını kullanmak! Aydınlanma budur. Türk aydını ise Batı aklını kullanmaya Aydınlanma diyor.”10 Batı aklına olan güven, gizemli bir kutsallık atfetme, ‘her ne iyi varsa Batıdandır’ kabulü bir iman tartışılmazı olarak yer etmiştir.
Mutref Sınıfın Selameti İçin Kuyruklu Hurafeler
Dine karşı seküler yaklaşım, karşı olduğu dini dahi hep faydacı açıdan değerlendirmiş; yok edebilme imkânını yakalayamayınca dönüştürme politikası içine girmiştir. Bu tutum, geçmişten günümüze mutref11 zümrenin değişmez tavrıdır. Bu, Cumhuriyet seçkincilerinin tutumlarında da ortaya çıkmıştır. Dine karşı, gerektiğinde sahiplenme gerektiğinde erteleme gerektiğinde ise bastırma politik tavrı sergilenmiştir.
Cumhuriyet ideolojisinde kurucu ilke bilindiği gibi laikliktir. Ulus devletin kurucu ütopyalarından olan bu ilke, sekülarizmin dayatmacı formudur. Seküler ulus devlet talepli olan Kemalist devrim, Batılılaşma hedefliydi. Kemalizm’in Milliyetçiliği millî bir form yerine Batılı formda ele alışı, yönünü ve sınırlarını batılılaşmaya dayayan paradigmanın teslimiyetçi/taklitçi ruhunu ortaya koymaktadır. Cumhuriyetin kurucu ideolojisi, İslâm’ı, kişisel yaşamla sınırlı bir inanç olarak görmek istemekte ve özel alana indirgemektedir. Müslüman düşüncenin örgütlenmesine izin vermeyen “Laisizm, din ile siyaset arasında kesin bir ayırım yapmakla kalmamış; ayrıca, dinin, toplumda sınırlı bir rol oynadığını savunan bir doktrin olarak da ağırlıklı bir değer ve anlam kazanmıştır.”12 Laik (profan/dindışı)liğe rağmen oluşturulan DİB eliyle dinde reformasyon imkânını elinde tutması bunun en açık delilidir. Laisizmi halkına kutsaldan arındırılmış iman umdesi (!) ironisiyle dayatan Cumhuriyet seçkinleri, tam bir bilgi kirliliği ve hurafelerden beslenmektedir. Selametini, hurafeciliği reddederken oluşturduğu kendi hurafelerine sığınmada aramıştır.
Dinî olanı reddetme hırsı, yerine koymaya çalıştığının aşkı ile birleşince tam bir hurafe bataklığı oluşmuştur. Seçkinciler, mitsel anlatıları, “rakamlar yalan söylemez rakamlara yalan söylettirilir” hinliğiyle sonrakilere devretmişler. ‘Kemalist Aydının hurafeciliği’ bu yaklaşıma verilebilecek somut bir örnektir. “Doğruya ve sahih dine inanmayan, hurafelere inanır; fanteziler ve kurgulamalarla meşgul olur. Kemalist-ulusalcı aydın, bu sahada insanlık tarihinde birinciliğe oynayabilir. Bunların hurafelerinden en önde geleni de, 1923-38 arası Türkiye'de ekonomik mucize yaşandığı, yurdun demir ağlarla örüldüğü, eğitimin ‘10 yılda 10 milyon genç yaratacak’ ölçüde şaha kalktığı, yolsuzluğun görülmediğidir.”13 O döneme ait ekonomi ve eğitime dair rakamlardan Mustafa Kemal'in aldığı maaşa kadar birçok verinin Laik Kemalist bir kutsamayla nasıl çarpıtıldığı izahtan varestedir. Bu kutsamanın gerekçesi şudur: “Kemalist aydın, 1923-38 arasını neden altın çağ olarak görür? Çünkü İslâm, bütünüyle baskı altındadır ve 1934'e gelindiğinde Türkiye'de din eğitimi bitirilmiştir. Bir de, yer yer halk açlıktan ölür, pek çoğu sehpalarda can verir, jandarma dipçiği ve tahsildar baskısı altında inlerken, kaymak tabakasını kripto-ecnebilerin oluşturduğu asker-eşraf-tüccar-bürokrat koalisyonundan oluşan CHP ve Cumhuriyet "seçkin"leri, arsa spekülasyonculuğu, ihtikâr, tefecilik, müteahhitlik, komisyonculuk ve savaş şartları istismarıyla zenginleşmekte, halk çullar-çuvallar içinde iken Kalgurisi'den, Fegara'dan Paris modellerini kapışmakta, kuyruklu ceket, silindir şapka, klak, makferlanlarla balolarda danstan dansa ve kutlamadan kutlamaya koşmaktadır.”14 Bu gerçeklik, büyülü bir örtüyle kapatılmış; hurafecilik reddedilirken, ‘kıral çıplak’ diyecek olanları ise cinlerin perilerin çarptığı büyülerle örülü hurafeler kaplamıştır.
Islık Çalmak ve El Çırpmaktan İbaret Namaz
İslam inancına göre ölen birinin yakınları üzerindeki hakkı, cenaze namazını kılmalarıdır. Laik kesim ise ölen birinin cenaze namazının kılınmasını da defnini de inananlara bırakır. Namaza inanmayanların namazını da namaz kıldırma memurları yerine getirir tabiî ki. Çağdaşlar/Laiklerce namaz sonrası yapılan ise el çırpmak ve ıslık çalmaktır. Bu ritüel, sekülarizmin kutsallarındandır. Bunu, ölene vefa borcu olarak yaptıkları gibi aynı zamanda kendilerini ifade etmenin bir şekli olarak da ortaya koyarlar. Gariptir! Kur’an’da, Mekke müşriklerinin namazlarının/dualarının da aynen böyle olduğu bildirilir:
“Onların Beytullah yanındaki duaları/namazı da ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir. (Ey kâfirler!) İnkâr etmekte olduğunuz şeylerden ötürü şimdi azabı tadın!”15Herhalde gerici/mürteci olmak tam da bu olsa gerek. Ne dinle oluyorlar ne de dinden oluyorlar. Dinsizken dahi çok ötelere, gerilere giderek dindaşlarına uyuyorlar.
Tüketim Çılgınlığı ve Reklâm Hurafeciliği
‘Özgürlük’ hurafesi dayatılan bir başka köleleştirme yöntemi olarak gelişmektedir. Bunu, reklâm hurafesindeki “özgür kız” fenomeni yeter derecede izah etmektedir kanaâtindeyim. Kayıtsızlık, başıboşluk her istediğini yapma serbestliği olarak ‘özgür kız’ prototipi, kastı izah etmektedir. Aslında bununla yeni bir köleleştirmenin yolu açıldığı gibi özendirici de olunmaktadır. ‘Star yaratma’ hafifliği ile hem bilinçli kullanılan ‘yaratma’ kavramı zayi edilmekte hem de gençlik hayalperest bir âleme doğru yolculukla el emeğine, üretime, değer inşasına karşı boş, anlamsız, sorumsuz kılınmaktadır. ‘Şöhret’ avcılığına çıkanlar avlanmakta ve birçoğu mutsuz, sefil bir hayata mahkûm olmuş vaziyette gerçek sefilleri yaşamaktadırlar. Neticede parçacı yaklaşım, insanı, değerler kimliğinden uzaklaştırıp modernitenin tehdidi altına almaktadır. Keza özgürleştirici modernlik sanısı, dünyevileşme hali, kendiyle, çevresiyle hiçte barışık olmayan bencil, haz düşkünü tipler ortaya çıkarmaktadır.
Reklâm dünyası Kapitalist sistemin oksijen pompalayan aygıtları gibi çalışmaktadır. Sloganları da bir o kadar gizemli ve tahrik edici… “Şevrole gurur duyun diye yaratıldı”, “otomobil aşkına”, “star yaratmak”, “sana tapıyorum” “Ye ye yiyebildiğin kadar ye. Bi tane 3 TL. 2 tane 5 TL.”, “Değiş, geride kalma!” nevi davet çığlıkları, bu dünyanın kutsallarına kurban adayacaklara son çağrı gibi naralanmaktadır.
Manipülasyon yer yer haberlerin sunumuna kadar varmakta; bazen hakikat flulaştırılırken bazen de sanala gerçek havası verilmektedir. ‘Yüzüklerin efendisi’, ‘Harry Potter’, ‘Gölgelerin gücü adına’ efsanelerinden hareketle oluşturulan fantezi, yeni kuşakta bilinç bölünmesine sebep olmaktadır.
AVM’ler, modern hayatın tüketim mabetleri olarak yerlerini alıyorlar. Buralar, ihtiyacın yerini taklit, imaj, statü, marka ve sembollerin aldığı, tüketen insanın kolik bağımlılığının rehabilitasyon mekanları gibi... Yine buralar, ihtiyaç için alışverişten ziyade gördüğü her şeye kıtlıktan çıkmışçasına saldıran tüketime kilitlenmiş adayış ruhlu müritlerin mekânı adeta.
Bu ironiyi ‘kâbe derûnunda kıble gerekmez’ hicviyle ortaya koyan şu ifadeler paylaşılmayı hak etmiştir: “Alışveriş tanrısının kulları, artık mahalle aralarındaki küçük tapınaklarla yetinmiyorlar; onlar da birbirinden kopuk ve perakende küçük hâcet tanrıcıklarına arz-ı ubudiyet edip imanlarını küçük derelere selsebil etmektense kendi çaplarında vahdeti arıyor, inananlarla inanılan şey arasındaki râbıtayı dişe dokunur hale getiren, yücelten ve uhrevileştiren büyük tapınaklarda, AVM'lerde huzuru arıyorlar.
Alışveriş tanrısının âmiri piyasa tanrısı, iman arayışındaki bunalmış kitlelere şöyle sesleniyor: "Ey iman edenler, harcayın ve selâmete erişin; biz ahir zaman tanrıları, aslında hep aynı hakikatten farklı sûretler gösteren birer kristal yüzeyi gibiyiz. Önemli günlerini hediyeleşmeden geçirenler zinhar ziyandadır. Şeytan size, 'Ne gerek var, tutumlu olalım' diye sağınızdan ve solunuzdan ve önünüzden ve arkanızdan sinsice yaklaşıp seslenir. İğvasına kapılmayın. Harcayacak kadar kazanabilenler kardeştir. Şimdilik param yok diye ye'se kapılmayın; kredi kartlarınız, sizleri tarağın dişleri gibi eşit kılar. Ne mutlu kartının hakkını verebilene; tüketiniz, mutlak hakikate garkolunuz..."
İnsanlar huşû, neş'e ve ümit içinde giriyorlar tapınağa. Yola çıkmadan bedenî ve rûhî kirlerden arınmak için banyoya giriyor, en temiz elbiselerini giyiyor, saçlarını tarayıp güzel kokular sürünüyorlar. Mâbedin otoparklarında mahşer ânının ambiyansını hatırlayıp korkuyla titreyerek aceleyle sığınacak bir gedik arıyorlar; "Ya dışarılarda kalırlarsa, ya mâbed onları kabul etmezse!.. Sonra fevc fevc giriliyor tapınağa; kapıda lâhutî bir musiki sarıp sarmalıyorlar ve şöyle sesleniyor sanki, "Gelin kucağıma, doğru yerdesiniz ve doğru bir istikamet üzerinde ilerlemektesiniz! Gel, kim olursan ol yine gel, burası ümitsizlik dergâhı değildir..."
Cennet böyle bir yerdir; altında buz pateni pistleri, led ampullerden meyveleri olan plastik ağaçları, sıcak çikolata akan nehirleri olan huzurun damıtıldığı bir yer. Orada huriler vardır; tezgâhların ardında daima güleryüzle size hizmet etmek için âmâde bekleyen, bakımlı, eli yüzü düzgün, akça-pakça ve prezantabl genç kızlar; onlar, sanki bir aileleri yokmuş, sanki bir fanî ana-babadan doğmamış, sanki hep orada insanlara gülümseyip hizmet etmek için halkedilmiş gibi gözlerinizin içine bakarlar. Onlara ne yorgunluk ilişir ne de keder... Yakışıklı ve şık delikanlılar kezâ.
Devâsâ tapınak hayat kokmaktadır; Amerikan kahvesi, süttozu, parfüm ve taze meyve. Fâni dünyanın telâşesi ve çirkinlikleri üzerinizdeki gök kubbenin dışında, çok uzaklardadır. Mâbedleriniz çok iyi yalıtılmıştır; orada ne üşür ne de terlersiniz. Acıkanlar için adım başı birbirinden leziz yiyecekler sunan kiosklar, kafeler, sâdık havarilerin mübârek adını taşıyan restoran zincirlerinin iri baklaları vardır. Üst kattaki hayalhânelerinde güzel rüyâlar görmek isteyen günahkârlar için iki saatte bir tekrarlanan sinema seansları biteviye akıp durmadadır. Zemin kattaki cehennem derinliklerini andıran bodrum katlarında ne olup bittiğini kimse merak etmez; orta katlarda piyasa dininin azizlerini temsil eden uhrevi acentaların mağazaları dizi dizi sıralanmıştır; biz onları yekdiğerinden tefrik etmeden aziz tutar, hürmet gösterir ve ürünlerini huşû ile tüketiriz.
Orası, her türlü kötü niyetliye karşı korunmuş emin bir yerdir; farz ve sünnetlere aykırı davranışlarda bulunmak kimsenin aklından geçmez bile; kutsal güvenlik görevlileri, gerektiğinde görünür duruma geçen iyilik melekleri gibi bizleri çepeçevre kuşatmıştır ve orası ne mübarek bir yerdir ki içinde nasıl zaman geçtiğini bilmeyiz; AVM'yi bir gören bir daha görmek, hatta oradan hiç çıkmaksızın bir fetüs gibi mabedin rahminde ebediyyen yaşamak ister. Haliyle AVM'lerde mescid aramak münafıklıktır; orası bir devâsa mesciddir zaten. Kâbe derununda kıble iktizâ etmez!”16
Ve Putubol Futbol Paganizmi
Televole nevi pop kültürü, putubol spor anlayışı, star yaratma(!) hafifliği hep popüler kültüre dayanmaktadır.
Modern döneme ait din-dışı kutsallıklar sıralanacak olsa futbol paganizmi ilk sırayı alır kanaatindeyim. “Çağımızın düşünürleri futbolu yeni-paganizm biçimlerinden biri olarak görüyorlar. Futbolun büyüsü, cazibesi ve gücü, din-dışı bir kutsallık coşku, trans hali, pagan ve barbar aidiyet biçimleri üretebilmesinde gizli… Müzik ve spor yıldızları laik kutsallığın ‘aziz’leri haline geldiler… Bu starlar(!), çoğunlukla, daha ölmeden tapınma konusu oluyorlar.”17
Hurafe her ne dönemde olursa olsun mantığı değişmeyen gerçek dışılıktır. Futbol hurafesinde her isteyen kendi tatminini orada bulabiliyor. Bugün en özel dini gün ritüelleri bile stadyum ölçeğinde bir yoğunlukta yapılmamaktadır. “Futbolun kutsal bir ritüel haline gelmesi onun sadece futbol olmamasından kaynaklanmaktadır. Tribünlere ‘ölmeye gelen’ seyirci, rakibi ‘stada gömmek’ niyetindedir. Döner bıçaklarıyla tribünleri dolduran vaftiz(!) edilmiş fanatikler, takımları için ‘ölesiye’ mücadele vermekte ve bu yeni dinsel evrende, kanı, sarı kırmızı akarak bir ontolojik yaratımın konusu olmaktadır. Siyaset, ekonomi, din, toplum vb. gibi konularda bir türlü konuşamayan toplumda futbol, tam da biriken enerji ve potansiyeli boşaltma kanalı olarak işlev görmektedir.”18
Sermayeyle ilişkisi, iktidar aracı olarak kullanılması, psikolojik ve sosyolojik boyutları, ulus kimliği tanımlayıcı yönü, tarihsel köklere referans boyutu ve daha birçok noktada kendi kutsallarını doğuran bir paganizm örneğidir futbol.
Yazıda modernliğin harcı olan sekülerleşmeye ürettiği kutsalları üzerinden baktık. Kutsalı reddetmeyi kurucu ilke kabul eden Sekülarizm, yeni kutsallarla iddialarının uzağına düşmüştür. Tek başına bu pencere dahi, Allah’a saygısını yitiren, Allah tanımaz her bir düşünceyi kaos ve ne yaptığını bilmez bir sonun beklediği gerçeğini ortaya koymaktadır.
Muhakkak ki haktan (İslam’dan) başka her şey batıldır.
Dipnotlar:
1- Ramazan Yazçiçek, “Modern Mitoslar ya da Çağdaş Hurafeler”, Nida, Malatya Ocak-Şubat 2011, s: 145, s. 31-38.
2- Arnold J. Toynbee, “Yeni Paganizm”, Umran, İstanbul 2002, s: 94, s. 65-67.
3- Ali Yaşar Sarıbay, Postmodernite Sivil Toplum ve İslâm, Alfa, İstanbul-Bursa 2001, 3. Baskı, s. 73-83.
4- Ramazan Yazçiçek, “Kurtuluş Teolojisi -Kurtuluş Teolojisi’nden Hareketle ‘İslâmî Bir Kurtuluş Teolojisi’ İmkânı-“, Tezkire, Ankara 2004, s: 40, s. 68-91.
5- Küçükaydin, Demir, “Marksizm ve Din-Marks Sonrası”, Tarihsel Maddecilik ve Sosyalizmin Sorunları Formu, 2004, http://f50.parsimony.net/forum202260/messages/677.htm; Löwy, Michael, “Marksizm ve Din-Kurtuluş Teolojisi Meydan Okuyor-”, Tarihsel Maddecilik ve Sosyalizmin Sorunları Formu, Çeviren: İrfan Cüre, .2004, http://150.parsimony.net/forum202260/messages/677.htm,
6- Küçükaydin, “Marksizm ve Din”, 2004.
7- Bkz. Yusuf Kaplan, “Bir Metamorfoz Hikayesi”, Umran, İstanbul 2002, s: 90, s. 50-57.
8- Nortbourne, Lord, Modern Dünyada Din, Türkçesi: Şahabeddin Yalçın, İnsan Yayınları, İstanbul 1995, s. 52.
9- Toros, Muharrem, “Modernleşme’yi Bir Üçüncü Dünya Ülkesinden Bakarak Değerlendirme Çabası”, Tezkire, Ankara 1991, s: 1, s. 73-79.
10- Özel, Mustafa, “Batı’nın Bunalımı”, Umran, İstanbul 2002, s: 89, s. 26-43.
11- Mutref, refah ehli, büyük servet, zenginlik ve güç sahipleridir. Kur’an"da, refah ve servet içinde azıp şımarmış, Allah’a ve insanlara karşı sorumsuzlaşmış, maddi kaynakları, haksız yere elde ettikleri serveti saçıp savuran sınıfın insanları. Taşkın, zorba önderler, başkanlar, zalim kesimler. Dünyevî şeref ve iktidar sahibi kimseler.
12- Necdet Subaşı, “Türk(iye) Dindarlığı: Yeni Tipolojiler”, İslâmîyât, Ankara 2002, c: 5, s: 4, s. 31.
13- Ali Ünal, “Kemalist Aydının Hurafeciliği”, Zaman Gazetesi, 22 Kasım 2010.
14- Ünal, “Kemalist Aydının Hurafeciliği”.
15- Enfâl, 8/35.
16- A. Turan Alkan, “ Kâbe Derûnunda Kıble Gerekmez”, Zaman, 2 Ocak 2010.
17- Yusuf Kaplan, “Futbol Pratiğinin Teorisi: Putbol Paganizm”, Umran, İstanbul 2002, s: 94, s. 51-59.
18- Mustafa Tekin, “Futbol: Bir Seküler Kutsal”, Eskiyeni, Ankara 2009, s: 14, s. 45-51.
KAYNAKÇA
Kaplan, Yusuf , “Bir Metamorfoz Hikayesi”, Umran, İstanbul 2002, s: 90, s. 50-57.
Kaplan, Yusuf “Futbol Pratiğinin Teorisi: Putbol Paganizm”, Umran, İstanbul 2002, s: 94, s. 51-59.
Küçükaydin, Demir, “Marksizm ve Din-Marks Sonrası”, Tarihsel Maddecilik ve Sosyalizmin Sorunları Formu, 2004 , http://f50.parsimony.net/forum202260/messages/677.htm;
Löwy, Michael, “Marksizm ve Din–Kurtuluş Teolojisi Meydan Okuyor-”, Tarihsel Maddecilik ve Sosyalizmin Sorunları Formu, http://150.parsimony.net/forum202260/messages/677.htm, Çeviren: İrfan Cüre, 2004.
Nortbourne, Lord, Modern Dünyada Din, Türkçesi: Şahabeddin Yalçın, İnsan Yayınları, İstanbul 1995.
Özel, Mustafa, “Batı’nın Bunalımı”, Umran, İstanbul 2002, s: 89, s. 26-43.
Subaşı, Necdet, “Türk(iye) Dindarlığı: Yeni Tipolojiler”, İslâmîyât, Ankara 2002, c: 5, s: 4, s. 31.
Tekin, Mustafa, “Futbol: Bir Seküler Kutsal”, Eskiyeni, Ankara 2009, s: 14, s. 45-51.
Toros, Muharrem, “Modernleşme’yi Bir Üçüncü Dünya Ülkesinden Bakarak Değerlendirme Çabası”, Tezkire, Ankara 1991, s: 1, s. 73-79.
Toynbee, Arnold J. “Yeni Paganizm”, Umran, İstanbul 2002, s: 94, s. 65-67,
Turan, Alkan, “ Kâbe Derûnunda Kıble Gerekmez”, Zaman, 2 Ocak 2010.
Ünal, Ali, “Kemalist Aydının Hurafeciliği”, Zaman, 22 Kasım 2010.
Yazçiçek, Ramazan, “Kurtuluş Teolojisi -‘Kurtuluş Teolojisi’nden Hareketle ‘İslâmî Bir Kurtuluş Teolojisi’ İmkânı-“, Tezkire, Ankara 2004, s: 40, s. 68-91.
YAZIYA YORUM KAT