Mısır Halkı 3 Yıldır Batı Destekli Sisi Cuntasının Zumü Altında
Mısır cuntası 3 Temmuz 2013 yılında Mısır tarihinin tek seçilmiş iktidarını darbe ile devirmiş, binlerce müslümanı katletmiş, binlercesini zindanlara hapsetmişti.
Rıdvan Kaya / Haksöz Haber
Mısır’da 3 Temmuz 2013 günü ordunun Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’ye karşı gerçekleştirdiği darbeden bu yana yaşananların bu ülkenin tarihine kara, kapkara lekeler olarak kazınacağı kesin. Darbe ile kapısı açılan hukuksuzluklar serisi, zincirinden boşanmışçasına akıp gitmekte. Ülkeyi bir açık hava hapishanesine çeviren cunta, muhalefeti bastıramamanın getirdiği kızgınlık ve öfkeyle her gün biraz daha zalimleşirken; katliamlarla, yasaklarla, tutuklamalarla susturamadıkları halkı kitlesel idam cezalarıyla sindirme, yıldırma taktiğine başvurmakta.
24 Mart 2014’te 20 dakikalık bir oturumda 529 kişi hakkında idam cezasına hükmeden Minye Mahkemesinin kararı tüm dünyada şaşkınlıkla karşılanmıştı. Toplam 2 celsede bu kadar insan hakkında ölüm cezasına hükmedilmesi Mısır’ın nasıl bir cinnet denizinde yüzdüğünü ortaya koymuş ve başından beri bu gerçeği görmek istemeyenleri bile hayrete düşürmüştü. Sanıklara savunma hakkının verilmediği, avukatların konuşturulmadığı, itiraz ettiklerinde topluca salondan çıkartıldıkları bu tiyatro sahnesinin savunulabilecek hiçbir tarafı yoktu.
Buna rağmen tepkiler aynı minvalde devam etti. Birkaç ülke hariç tutulacak olursa ciddi bir itiraz ortaya konulmadı. BM, AB gibi uluslararası kuruluşlar göstermelik kaygı açıklamalarıyla yetinirken, Suud patronajındaki İslam İşbirliği Teşkilatı hepten sustu.
Ve 28 Nisan 2014’te tiyatroda yeni bir perde daha açıldı. Aynı mahkeme tekrar önüne gelen 529 idam kararından 37’sini onaylarken, 492’sini müebbede çeviriyor; bu arada mahkeme reisi Said Yusuf Sabri aynı gün verdiği yeni bir kararla bu kez 683 kişi hakkında daha idam cezasına hükmediyordu. İçlerinde İhvan Genel Sekreteri Muhammed Bedii’nin de bulunduğu sanıkların yargılanması toplam 10 dakika sürmüştü!
Bu cezalara gelen tepkiler karşısında cuntanın Adalet Bakanı yaptığı bir açıklamayla yargının yürütmeden bağımsız olduğunu ileri sürerek, eleştirilerin kabul edilemez olduğunu söylüyor ve hukuki sürecin devam etmekte olduğunu hatırlatıyordu. Doğrusu bu açıklama tiyatronun en komik sahnesini teşkil ediyordu. Bu rezaletin, hukuk katliamının Mısır’ın güçler ayrımının cari olduğu bir hukuk devleti olduğu iddiasıyla savunulması tam bir kara mizah örneğiydi.
Tiyatronun en ikiyüzlü sahnesi ise her zaman olduğu gibi Batılılarca sahnelenmekteydi. Darbe olduğunda karşı çıkmamışlar, ardından gelen katliamları ‘çatışmalar’ kavramıyla örtmeye yeltenmişlerdi. Şimdi idam cezalarına diyebilecekleri pek de bir şey kalmamıştı aslında!
Obama Eylül 2013’te BM Genel Kurulunda yaptığı konuşmada Mısır’da tekrar çok partili seçim sisteminin inşasını desteklediklerini söylerken, Mursi’nin demokratik olarak seçilmekle birlikte başarısız kaldığını iddia etmişti. Darbecilerin tezi de bu değil miydi? Mursi ülkeyi yönetememiş, halkı karşısına almıştı! Yani darbeciler suçlanamazdı, halkın talebini yerine getirmişlerdi!
ABD açısından Mısır “İsrail ile ilişkiler” ve “terörle mücadele” kriterleri ile değerlendirilmesi gereken bir ülkeydi ve bugüne kadar olduğu gibi bu kriterleri layıkıyla yerine getirecek gücün ordu olduğu açıktı. Nitekim kitlesel idam kararlarının tartışıldığı bir vasatta, 22 Nisan 2014’te Mısır ordusuna yapılan askerî yardımlara yönelik kısıtlamaların kaldırılması için Dışişleri Bakanlığı harekete geçmiş ve Pentagon’un Mısır’a Apaçi helikopterlerini teslim edeceği duyurulmuştu. Aralık 2013’te İhvan’a getirilen yasağın ardından, 4 Mart 2014’te da Hamas’ın tüm faaliyetlerini yasaklaması ve Mısır’daki mal varlığını dondurduğunu açıklayan Sisi cuntasından daha iyi partneri ABD nerede bulacaktı ki?
İdam kararlarına ilişkin sorulan bir soruya cevaben ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Marie Harf kaygı duyduklarını ve şok yaşadıklarını söyledikten hemen sonra bununla beraber Mısır ile ilişkilerin kesilmeyeceğinin altını çizmişti. Bu vurgu asıl politikanın ne olduğunu ortaya koyuyor; kınama, kaygı bildirme türünden açıklamaların ise somut bir tutuma tekabül etmeyen, ‘prosedürel’ yaklaşımlar olduğunu açığa çıkarıyordu.
Aynı şekilde AB adına sergilenen tavırlar da dikkat çekiciydi. AB Dış İlişkiler Temsilcisi Catherine Ashton 10 Nisan’da Kahire’yi ziyaret etmiş, cuntanın cumhurbaşkanlığına atadığı Adli Mansur ve Sisi ile görüşmüş, bu isimlerle seçimleri konuşmuş ama gazeteci ve aktivistlerin tutuklanması ile birlikte gündeme getirdiği idamlar konusunda sadece kaygılarını ifade etmişti o kadar! Mısır ziyaretinde Ashton hiçbir İhvan yetkilisi ile görüşme gereği duymamıştı.
Batı’nın Mısır’a ilişkin sessizliği özü itibariyle İslamofobia’nın bir yansımasıdır. ‘İslami tehlike’nin bir biçimde savuşturulması gerektiği Batılı egemenlerle Ortadoğulu despotların ortaklaştıkları bir husustur. Şüphesiz Batılı güçler bunun darbe ile kitlesel idam kararları ya da varil bombalarıyla değil de daha rafine yöntemlerle gerçekleştirilmesini tercih ederler.
Ne var ki, yöntemsel kaygıların öze dair beklentilerin gerçekleşmesi önünde ciddi bir engel oluşturmadığı da ortadadır. Ortadoğu’da despotik çetelerin başvurdukları yöntemlere ilişkin bazı kaygılar taşınsa dahi, yöneldikleri hedefler açısından Batılı güçlerle açık bir mutabakat söz konusudur. Bu yüzden İslami hareketlerin etkisizleşmesine, iktidarsızlaşmasına yol açacak uygulamalar şeklen on yıllardır dillendirilen söylemlere, ilkelere açıkça aykırılık içerse de nihai tahlilde işe yarar uygulamalar olarak görüldüğünden ciddi bir rahatsızlıkla karşılanmamaktadır.
HABERE YORUM KAT