Mıntıka temizliği
KCK ile ilişki gerekçesine dayandırılan son tutuklamalar sabotajla aymazlık arasında bir yerlerde geziniyor. Hangisi olduğu karar mekanizması içindeki aktörlerin kimliği ile ilgili. Bir tarafta açılımdan hazzetmeyen, engelleyemediği ölçüde açılım adımlarını baskı stratejisinin parçası kılmak üzere çıta yükselten bir yargı mekanizması var. Parti kapatmalardan, onaylanmayan siyasetçilere adi suçlu muamelesi yapmaya uzanan kışkırtıcı ve çatışmacı bir çizgi izleniyor. Amaç askerî vesayet rejimini ve resmî ideolojiyi bir sabit zemin olarak tutmayı sürdürürken bazılarına hadlerini bildirmek.
Hedefin Kürt siyaseti olduğu belli... Ama hedef bununla sınırlı değil. Çünkü siyaseti öldürmeye çalışan bu ‘siyasetin’ bir hedefi de AKP’nin kendisi. Nitekim son tutuklamaların sorumlusu olarak bugün iktidar partisi suçlanıyor. Bu ise hükümet adına bir aymazlığa işaret ediyor. AKP’nin bu tür adımları atarken çok da derin düşünmeye hevesli olmadığını, geçmiş bazı uygulamalardan biliyoruz. Hükümetin Kürt açılımı ile ilgili naif hayallerinin kısa tarihine baktığımızda, böyle bir meselenin olmadığı noktasından başlayıp, kendiliğinden çözüleceği beklentisine, oradan Kürt oylarının AKP’de toplanacağı sanısına ve nihayet açılımın zorunluluğunun kavranmasına geldik. Ama AKP içinde hâlâ ‘mıntıka temizliği’ mantığının devam ettiği de anlaşılıyor. PKK’nın fiziksel olarak tırpanlanması sayesinde Kürtler üzerinde PKK etkisinin kalmayacağına ilişkin epeyce uçuk bir tasavvur bu... Kolluk kuvvetlerinin müdanasızlığının altında muhtemelen bizzat bu tasavvur yatıyor.
Diğer taraftan Kürt açılımını tetiklemiş olan hükümetin geri adım atması, kendi etrafındaki vesayetçi çerçevenin daha da daralması ile sonuçlanacaktır ve bunun sonu bizzat AKP’nin kapatılmasına kadar gidebilir. Dolayısıyla biraz öngörüleri varsa, AKP yöneticileri ileriki bir tarihte kendilerinin de aynen o 35 Kürt siyasetçi gibi tek sıra halinde yürüme ihtimaline sahip olduklarını ve asıl ‘mıntıka temizliğinin’ bu olacağını idrak edebilirler.
***
Bu siyaset bazı insanların, fikirlerin ve akımların siyaset dışı tutulması için yapılıyor. Cumhuriyet’in siyaset algısı zaten baştan beri bir ‘mıntıka’ tanımı üzerine oturmakta. Tek partili dönem ‘mıntıka konsolidasyonu’ olarak geçti. Çok partili dönemle birlikte ise ‘mıntıka temizliği’ süreci başladı ve darbeler askerin tarlaya çıkıp ot ayıklar gibi münafık toplamasından, ardından da mıntıkayı yeniden daraltıp konsolide etmesinden başka bir şey değildi.
Ancak askerin bu tutumunun da bir ‘siyaset’ olduğunu gözden kaçırmamak lazım: Siyaseti öldürmek isteyen bir ‘siyaset’... Genelde sorunları çözmek için siyasetin önünün açılması gerektiğini söyleriz. Ne var ki sorunları yaratan da siyasetten başkası değildir. Bu toprakların bütün kadim meseleleri, değişen dünya karşısında toplumsal taleplerin değişmesi ve devlet siyasetinin bu değişime karşı çıkmasıyla ortaya çıktı. Devlet sırf kendisi öyle istediği için toplumsal taleplerin yok olacağını sanacak kadar cahildi. Bu cehaletin esiri olmayan birçokları ise söz konusu taleplerin ima ettiği dünyayı istemedikleri için cehaletin yanında saf tuttular. Böylece ortaya bir ‘siyaset’ çıktı...
Kısacası, siyaset denen şey kendi başına ille de olumlu bir niteliği ima etmiyor. Siyaset kavramını şiddet uygulamasının karşısına yerleştirdiğimiz için, onu doğal olarak olumlu buluyoruz. Oysa olumluluğun kaynağı aslında söz konusu siyasetin dayandığı zihniyettir. Çözüm üretici siyasetler ise, zamanın ruhunun getirdiği zihni atmosferle uyum içinde olabilenlerdir. Günümüzde de demokrat zihniyete dayalı siyasetleri beğenmeye ve onları sorun çözücü olarak algılamaya eğilimliyiz ve bu gerçekçi bir beklenti.
Bu durumda Kürt meselesinin çözümünün de her iki taraftan demokrat zihniyeti içselleştirmiş siyasetlerin karşılaşması ile olacağını öngörmek zor değil. Aksi halde sorunun üstünü, daha güçlü olanın isteğine uygun bir biçimde geçici olarak kapatabilirsiniz belki, ama çözemez ve çok geçmeden aynı sorunun çok daha katmerlenmiş haliyle yüz yüze gelirsiniz...
Bu noktada kaçınılmaz bir ikilemle karşı karşıyayız: Belirli bir zihniyetin sergilenmesi çoğu zaman aynı zihniyeti karşı tarafta da tetikler. Nitekim Kürt siyasetinin şiddete kaymasının başlıca nedeninin devletin şiddet siyaseti olduğunun farkındayız. Aynı şekilde bir tarafın demokrat bir siyaset üretmesi çoğu zaman karşı tarafta benzer bir zihni kayma yaratır. Ne var ki durum hiçbir zaman tam olarak eşit ve simetrik değildir. Dolayısıyla sorumluluklar da eşit ve simetrik olamaz. Açıktır ki bir güç dengesizliği söz konusu olduğunda güçlü olanın demokratlığa doğru adım atması, güçsüzü hızla değiştirebilir; ama tersi o denli güvenilir bir değişim süreci üretmez. Bunun anlamı Kürt meselesinde asıl sorumluluğun –tabii eğer gerçekten de bu meseleyi çözmek istiyorsa- AKP’ye düştüğüdür. Hükümet bu dengenin proaktif kanadı... Asıl adımları atacak olan da o... Gelelim işin ‘ikilem’ kısmına: Kürt meselesinin çözülmemesi halinde asıl maliyet yine güçsüzün üzerinde kalacak. AKP’nin üstleneceği maliyet, sorunu çözmeye soyunup da becerememesi halinde geçerli, ama ya sorunu çözmeyi ‘siyaseten’ anlamlı bulmaz ve rejimle uyum sağlarsa? O durumda Kürtlerin üzerindeki baskının artacağını, zulmün yerleşik hale geleceğini ve buna karşı oluşacak tepkilerin de meseleyi kangren edip hayatı cehenneme çevireceği açık. Yani çözüm kısa vadede doğrudan Kürtler için elzem. Oysa Kürt siyaseti daha güçsüz olan taraf ve onun demokratlığı devletin ehlileşmesi açısından yeterli olmayabilir.
Bu durumda siz Kürt siyasetinin içinde olsaydınız nasıl bir yol izlerdiniz? AKP’nin demokratlaşmasını bekler, o zamana kadar da şiddete devam mı derdiniz? Yoksa siz şiddeti sürdürdükçe zaten kırılgan olan AKP iktidarının hiçbir zaman yeterince demokratlaşamayacağını hesaba katar mıydınız? Belki de kendi yapacaklarınızın karşınızdakileri etkileyebileceğinden hareketle kendinize sorardınız: Benim siyasetimin dayandığı zihniyet ne? Bu siyaset gerçekten de beni temsil ediyor mu? Önümde başka siyaset yolları var mı? Eğer demokrat bir siyaset mümkünse niye yapmıyorum? Ve belki o malum soruyu da sorardınız: Şimdi değilse ne zaman?
Ama belki de “böyle gelmiş böyle gider” derdiniz... “Bizim de bir mıntıkamız var, bırakın ‘temiz’ kalsın” derdiniz. “Bizim için duygusal bağlılık önemlidir ve bu duygulardan ancak şiddet çıkıyor, ne yapalım” derdiniz. İyi de, ya demokratsanız? O zaman ne derdiniz?
***
Sürmekte olan tartışma ile ilgili olarak Erol Katırcıoğlu da dün bir yazı yazdı. Benim ‘solculuğa soyunanlar’ türü sözlerimden rahatsız olmuş. Bu gruptaki kişilerin fikirlerinin söz konusu hareketi bağlamadığını ve henüz kurumsal olarak oluşmuş bir ‘sol ‘ siyasetin ortaya çıkmadığını söylüyor. Bu tartışma sayesinde öyle olduğunu anlamış bulunuyoruz, ama sonuçta birlikte ‘duran’ bir grubun varlığını yadsımak mümkün değil. Bu grubun birlikte ‘durmasının’ nedeninin sol siyaset olduğu da açık. Dahası aslında birkaç yıldır süregelen bir ‘sol’ hareketlilikten söz ediyoruz. Yani sürekli konuşan, tartışan, değerlendiren, birlikte düşünen insanlardan...
Ama şimdi görüyoruz ki bunca konuşma, tartışma ve düşünme ortak bir bakış üretememiş. Hâlâ herkes kendisi için konuşuyormuş... Dışarıdan bakan ve böyle bir sol hareketin yararına inanan bizler, bu hareketliliğe ‘fikren anlaşan insanların muhtemel siyaseti arayışı’ olarak bakıyorduk. Ama belki de ‘siyaset yapmak üzere anlaşan insanların muhtemel fikir arayışı’ olarak bakmamız gerekiyor. O zaman da sol kelimesini tırnak içine almadan yazmak zorlaşıyor.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT