“Milli Din Arayışı ve Türk Müslümanlığı”
Ramazan Yazçiçek ile "Milli Din Arayışı ve Türk Müslümanlığı" kitabı üzerine röportaj...
Geçtiğimiz günlerde Ekin Yayınları'ndan yeni baskısı çıkan "Milli Din Arayışı ve Türk Müslümanlığı" kitabının yazarı Ramazan Yazçiçek'in 2007 yılında Anadolu Gençlik Dergisi'ne verdiği röportajı sizlerle paylaşıyoruz.
***
"Milli Din Arayışı ve Türk Müslümanlığı"
Anadolu Gençlik Dergisi’nden Mehmet Baydemir, araştırmacı-yazar Ramazan Yazçiçek ile Ekin yayınlarından çıkan “Milli Din Arayışı ve Türk Müslümanlığı” kitabı üzerine bir röportaj gerçekleştirdi.
Sistem, ulusal din arayışında ‘Türk Müslümanlığı’ paradigmasını kullanmak istemiş, değişimin yönünü ulusçu din istikametinde talep etmiştir. Kof kültür dininin iflası, Kur’an’ın bütün boyutlarıyla hayata ikamesini zorunlu kılmaktadır. Mensubiyet ‘Arap Müslümanlığı’na olmadığı gibi rücû da ‘Türk Müslümanlığı’na veya başka bir kavmin Müslümanlığına olmayacaktır. Aslolan inançta tevhid ümmette vahdettir.
Ramazan Yazçiçek, Milel ve Nihal, Tezkire, Fikir Dünyası, Haksöz ve İktibas gibi akademik ve sosyal bilim dergilerinde araştırmaları yayımlanan, ağırlıklı olarak Modernizm, Gelenekçilik ve Dünyevileşme bağlamında konferansları olan bir araştırmacı-yazar. Yazçiçekin son olarak Ekin Yayınlarında "Milli Din Arayışı ve Türk Müslümanlığı" isimli bir de kitabı yayımlandı. Yazçiçek ile kitabı üzerine yaptığımız röportajı sunuyoruz.
- Kur’an’daki sahih İslâm anlayışının önündeki engeller nelerdir?
Kur’an, âlemler için bir zikir, hakkı batıldan ayıran bir fikir, hidayet ve müjdedir. Rabbimizin insanlığa en büyük lütfû; sözlerin en güzeli olan Kur’an, gönüllere şifa, ihtilaflara çözümdür. Kur’an, geçmişe ve geleceğe bir mucizedir. O, yol gösterici, hikmet ve âlemlere rahmet olarak göndermiştir.
Sahih İslâm anlayışına sadık kalınması ancak Kur’an mesajının doğru anlaşılması ile mümkündür. Kur’an’ın doğru anlaşılmasının önündeki en ciddi engel, kalplerdeki eğriliktir. Kalbinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak için uğraşır dururlar. Bu, bir anlamda Kur’an’a karşı pozisyon almadır. Allah’ın emirlerini sorgulamak, onu reddetmek veya onunla birlikte başka hüküm kaynakları da kabul etmek, sahih İslâm anlayışından uzaklaşmanın açık göstergeleridir.
Rabbimiz, “Kur’an’ı ağır ağır, düşüne düşüne oku.” diye buyurmaktadır. Burada ümmetin ilk eğitiminin, Kur’an’ı tertil (anlayarak, düşüne düşüne, bilinçli ve düzenli) üzere okunması emriyle başladığını görüyoruz.
Sahih İslâm anlayışından uzaklaşmanın özeti, Kur’an’a, Kur’ani olamayan bir tutumla yönelmektir. Vahiyle gelen mesajı tam ve doğru bir şekilde anlamanın ön şartı, vahyi kendi gerçekliği içerisinde kabul etmektir. Keza Kur’an’a yaklaşımda Kur’anî olmayan tavırların ilhâdî düşünceleri besleyen sapmalara dönüşmesi kaçınılmazdır. Bu sapma, Kur’an’ın "uyulan" olmaktan çıkartılıp "uydurulan" olarak konumlandırılması ile olur.
Hz. Ömer (r): “Siz Kur’an’a uyun; Kur’an’ı kendinize uydurmayın. Kim Kur’an-ı Kerimi kendisine uydurursa Kur’an onu cehenneme kadar sürükler, fakat kim Kur’an’a tâbi olursa, Kur’an onu firdevs cennetlerine götürür.” söylemektedir.
Allah, “ileride ondan sorumlu tutulacaksınız.” diye buyurmuştur. Demek Kur’an, sınav kitabıdır. Dolayısıyla iman edenlerin Kitaba yaklaşımı, hakkını gözeterek okumalarıdır. Kur’anî bir okuma, kendilerine ve içinde bulundukları topluma, Allah’ın ne buyurduğunu, kendilerinin ve toplumun yaşadığı hayat hakkında Allah’ın ne dediğini öğrenmek için yaklaşmaktır. Dolayısıyla doğru okuma, Kur’an’ı ve onunla amel etmeyi birlikte öğrenmedir. Kur’an’a batınî manalar yüklemek, isteyenin istediği anlamları çıkarma çabası da tahrife kalkışmanın bir başka şeklidir. Batınîlik, Hurufîlik nevi hurafelerin büyük bir kısmının İsrailiyattan ümmetin kültürüne geçtiği açıktır. Bu nokta da sahih İslâm anlayışının önündeki önemli engellerdendir.
Kur’an’ı salt gramer kitabı, lügatçe gibi görmek, onu anlaşılmaz kabul etmenin, adeta bilimsel(!), çağdaş savunuculuğudur. Kur’an’ı belli bir zümrenin anlayabileceği batınî yorumlardan ibaret bir kitapmış gibi gören gnostik yaklaşımlar ile imanın amacı olan amelî yükümlülükleri erteleyen modern eğilimlerin çakıştığı/örtüştüğü görülmektedir. Oysa Kur’an’ın muhatap aldığı insan, özel bir kabiliyette veya ihtisas sahibi insan değildir. Kur’an’ın muhatabı standart her insandır. Bu, âkil ve bâliğ olmuş her insandır.
Kur’an’daki belli kıssa ve ayetleri, haberi geçen mucizeleri, bilimsel buluş ve ilmi neticeler ile izaha kalkışarak, ilmi sonuçlara endeksleme de yanlış yaklaşımlardandır. Bu yaklaşımın başka sebepleri olmakla birlikte daha çok Batı kültürü ve bilimsel gelişmeler karşısında eziklik duygusu ile takınılan tavır olduğu izlenmektedir.
Kur’an’a, düşünceleri, ideolojileri, yaklaşımları teyid eden değil, uyulan, başvurularak kendisinde arınılan olarak yaklaşılmalıdır. Modern dönemin problemlerine yönelik çözüm arayışlarında daha çok Hristiyan teolojisi merkezli üretmelere karşı Kur’an’dan izdüşümlerle nazireler geliştirmek de Kur’an’a yanlış yönelimlerdendir. Bu nevî yeni paradigmaların geleceğin ciddi ve tehlikeli alanını oluşturduğu kanaâtindeyiz.
Bid’at ve hurafelerin maalesef sahih din diye yaşandığı günümüzde "Kur’an" vurgusu olumlu karşılık bulmuştur. Bu, sevindiricidir. Zaten olması gereken önce ve sonra Kur’an’ın esas alınmasıdır. Her Müslümanın kaygı ve çabası bu noktada yoğunlaşmalıdır. Toplumun kokuşmuş dini anlayışı, bid’at ve hurafelerle dürülü din telakkisi, doğruları Kur’anî olan söylemlerin ilgi ile izlenilmesine imkân hazırlamıştır. Ancak(!) "Kur’an" vurgusu, insana, Allahtan başka edinilen ilâhların, rableştirilen şahısların reddini, tağutun bütün çeşitleriyle inkârını ve de fitne kalmayıncaya; din bütünüyle Allah’ın oluncaya kadar Allah yolunda mücadeleyi emretmektedir. Oysaki şurası da bir gerçek ki, "Kur’an’daki İslâm" vurgusuyla birileri "geleneksel din anlayışı"nın reddi ile elde ettikleri primi, şeytanizme, profan (dindışı) sistemlere meşruiyet tanımakta kullanmaktadırlar. Oysa kof kültür dininin iflası, Kur’an’ın bütün boyutlarıyla hayata ikamesini zorunlu kılmaktadır. Haklı bir noktadan hareket, varılan yanlış noktayı meşrulaştırmaz. Çıkış noktasının doğruluğu, alternatif çözümün de doğruluğuyla bir anlam ifade eder.
- İslam’ın amacı ana hedefi nedir?
İslam’ın ana hedefi sağlam bir inanç sistemi oluşturmaktır. Kur’an, insanlık için öncelikle sağlam bir inanç sistemi getirmiştir. Bu inanç sisteminin temel karakteristiği, kulluğun Allah’a has kılınmasıdır. Dolayısıyla İlâhi mesajın hedef kitlesi, evvelemirde hakkı batıl ile karıştıranlar, kulluğu Allah’tan başkalarına paylaştırmaya kalkışanlar olmuştur. Bu bağlamda süregelen problem, Allah’ın varlığı-yokluğu, hatta Allah’ın evrenin yaratıcısı olup olmadığı problemi olmamıştır. Kur’an mesajı, insanlara Allah’ın var olup olmadığını bildirmekten öte, Ondan başka İlâh olmadığını bildirme eksenlidir. Problem, tamamen kime, niçin ve nasıl kulluk edileceği problemidir. Zira sapma genellikle bu minvâl etrafında olmuştur. Nitekim tarih boyunca esas mücadele muvahhidler ile muharrifler arasında yaşanmıştır. Kâbiller, Nemrudlar, Firavunlar, Ebu Cehiller bu zorlu mücadelenin hep tahrif edici tarafı olmuş ve yetki gaspında bulunmuşlardır. Esas itibariyle bu yetki gaspı, insanlığın, geçmişte olduğu gibi bugün de içinde bulunduğu sorunların özünü teşkil etmektedir.
Tevhid ve şirk insanlığın gündeminden hiç düşmemiştir. Bu olgular insanın yaratılışıyla birlikte hep olagelmiştir. Zira şirk, insan için tevhidin zıddı olarak imtihan gerekçesidir. Bu ameliyenin insan yaşamında değişik etki tezahürleriyle bulunması, onun ertelenir olduğunu göstermez. Çünkü Allah’tan başka ilah edinmenin birçok yolu vardır ve bu insan yaşamında değişik şekillerde ortaya çıkmıştır.
Allah’tan başka ilâh edinmenin somut tezahürlerinden birisi, gökte İlâh kabul edilenin yerde ilâh kabul edilmemesidir. Bu tarz ilah edinme Allah’tan başkasını yaratıcı olarak kabul etme değil, Allah’a rağmen yaşama yönelik kurallar vaz etme şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bununla gelinen nokta, üretilmiş değerlerin mutlaklaştırılması yani aklın ilah edilmesidir. Günümüz toplumlarının en belirgin sapmalarından biri kuşkusuz bu noktadır. Bununla, âlemlerin Rabbi olan Allah, sadece göklerin Rabbi kabul edilmekte, sosyal-siyasal alana ait yetkileri ise reddedilmektedir.
Risâletin öncelikli hedefi dini Allah’a has kılmaktır. Allah’tan başka edinilen sahte ilahların yaşamda hükümferma oluşu, bu hedefi dikkate almamak, sınırı ihlâl etmektir. Bireysel ve toplumsal yaşamın bozulması, Allah’a ait yetkilerin yaratılmışlara verilmesinin kaçınılmaz sonucudur. Oysaki hukukî ve sosyal hayata yönelik emir ve yasaların sahibi olarak Allah’ı bilmek, birleme (tevhid) taahhüdünün kendisidir. Bu durum, insanın kulluğu açısından içinde bulunduğu anın vacibini mudrîk olması; fitnenin kaldırılıp dinin Allah’a has kılınmasıdır.
Tevhid, Kur’an’ın hedeflediği sağlam inanç sisteminin esasıdır. Keza İslâm’ın özünü tevhid teşkil eder. İnsanı iç çatışmaya düşmekten (ikilem) kurtarmak için dünya ve ahiret işleri hep aynı ilâhî otorite yani Allah (c) tarafından düzenlenir. Bir kulun iki Rabbi olamaz. Bu anlamda İslam hukuku bir bütündür, asla bölünme (tecezzî) kabul etmez. İnsanı ruh, beden ve duyular diye ayırmayıp bir bütün olarak ele aldığı ve ona göre düzenlemelerde bulunduğu gibi, hayatı da bir bütün olarak ele alır tanzim eder. Dolayısıyla O, hem dindir, hem devlettir. Hülasa İslâm’ın amacı ana hedefi bu bütünlüğü sağlayacak sağlam bir inanç sistemi oluşturmak dünya ve ahiret mutluluğunu aynı yaratılış gerekçesinde (kulluk) aramaktır.
- İslâm anlayışında problemlerin çözümü nerede aranmalıdır?
Kulluktan kaçışın, hakka başkaldırmanın, kendini büyük görerek tuğyana yönelişin tarihi, insanların ilâhî mesaj ile tanışması kadar eskidir. Cahilî statükolar, insan-vahy arasını kopuk tutabilmek için vahy ile tanışmanın önüne engeller koymuşlardır. Zira vahy ile yeniden tanışan insanın yaşamını bu merkezden şekillendirmeye yöneleceği bilinen bir konudur. Fıtratların önündeki engellerin kaldırılması ile Allah’ın dininin uydurulagelen dinlere tercih edileceği tarihsel olarak da teyid edilmiştir.
Musa (a)’nın kavminde öne çıkan üç güç odağı, hemen tüm Cahiliyye sistemlerinde de vardır. Karun, Firavun ve Haman. Bunların her biri tağutun bir görüntüsüdür. Haktan sapışın ve/veya saptırmanın bir boyutudur. "Karun’u, Firavunu ve Hâmân’ı da (helâk ettik). Andolsun ki, Musa onlara apaçık deliller getirmişti de onlar yeryüzünde büyüklük taslamışlardı. Hâlbuki (azabımızı aşıp) geçebilecek değillerdi." Bu ayet dikkatimizi Kur’an’da bahsi geçen güç odaklarına çeker. Bunların ortaya çıkış sebepleri; bağy, tuğyan ve istikbardır. Bunlar için seçilmiş örnek tipler ise Firavun, Mele, Hâman, Belam, Mütrefun ve Karun’dur. Bu tiplemeler bugün de doğru tanındığı takdirde hem İslam anlayışındaki bozulmaların önüne geçilecek hem de yeniden çağı şekillendirme açısından bunalım içinde olan cahili hayat tarzına alternatif olunacaktır. Böylece Müslümanlar insanlığa yeni bir çözümle gidebilecektir.
Çözüm: “Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim.” Artık helâl ve haram hükmü koyma yetkisi, uyulması veya sakınılması gerekli kanunları vaz etme merciî ancak kendisine kulluk edilmesi gereken Allah’tır. Bunun anlamı ise sosyal-siyasal, hukukî, iktisadî ve ahlâkî yani insan yaşamının her anını/alanını kuşatan kanunların Aziz ve Hâkim olan Allaha bırakılmasıdır. Farklı bir ifadeyle insanın hevânın ve yaratılmışların egemenliğinden kurtarılmasıdır.
“Hüküm sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur.” "Gökteki İlâh da, yerdeki İlâh da O’dur.” “Bilesiniz ki yaratmak da emretmek de Ona mahsustur!” Zira Onun Mülk ve saltanatında ortağı yoktur.
Bu sınırları ihlâl edenler, ister gök tanrısı, ister iyilik/kötülük tanrısı isterse günümüz siyasal tanrıları olsun fark etmez. Bunların tümü sahte tanrılardır. Yapılan hâkimiyet gaspıdır ve adı şirktir, küfürdür. Bu yetkiyi başkalarına -taşlara, ağaçlara, ruhlara, meleklere, kurumlara, peygamberlere kısaca canlı-cansız, ölü veya diri- nispet edenler veya bu yetkiyi talep edenler, sapkınlık olarak aynı noktadadırlar.
Sorun nasıl ki Kur’an mesajından uzaklaşmayla başladıysa çözüm de vahy ile yeniden tanışmak ve gereğini yapmaktadır.
- Tarihsel süreç içerisinde İslam yönetim şeklinden teokratik veya saltanat denen yönetim sistemine geçişi örneklerle anlatır mısınız?
Buna siz ister teokratik deyin ister saltanat veya benim tabirimle "ilâhî kanunla yönetmekten ilâhî yetkiyle/sıfatla yönetmeye" kalkışma halleri söyleyin netice değişmez -Hatta bu laik yöneticiler için dahi paradoksal olarak böyledir-. Bunun geçmişte veya günümüzde Müslüman toplumlarda yaşanılmış olması da sonucu değiştirmez. Bir kez nirengi noktası Kur’an ve Sünnet değilse bunların yerine ne koyarsanız koyun sonuç fasittir. Aktörler de müfsittir. Bizce Laiklik de, demokrasi de bu içerikte birer sapmadır. Tarihteki her bir sapmayı bu ölçü ekseninde siz örneklendirin.
- Türk Müslümanlığına gelinceye dek Türklerde başlayan, gelişen ve nihayetini bulan akımdan bahseder misiniz?
Türkler, İslâm öncesi dönemde temasta bulundukları Şamanizm, Budizm, Zerdüştîlik, Mazdeizm, Maniheizm ve Hıristiyanlık gibi birbirinden farklı dinlere girmişlerdi. Türklerin yaşadıkları bütün mıntıkalarda ve özellikle Anadolu’da kabul gören inanç ve velî kültü tahlil edildiğinde, bunların, kaynağını İslâm öncesi eski Türk inanç ve velî telakkisinden aldığı görülmektedir. Farklı kültürleri maalesef yeni mecrasına taşıyan bir havza olarak karşılaştığımız tasavvufun velî anlayışı, burada eski inançları perdeleyen bir vazife görmüştür.
Orta Asya’dan Balkanlara kadar bütün Türk topluluklarında, tabiat ve atalar kültlerini ve diğer önceki dinlerinin farklı izlerini görmek mümkündür. Türk velî kültü, Şamanizm dönemine giden bir tarihi serüvene sahiptir. Şamanizm’deki Şamanın sahip olduğuna inanılan olağanüstülüklerin sonraki dönemlerde Türk velî kültüne yansıdığı görülmektedir. Hatta yeni inanç sisteminde, Şamanizm öncesi eski Türk inançlarından olan atalar kültünün ayinlerine varıncaya dek rastlanmaktadır. Türklere bu İslâm anlayışı İran vasıtasıyla Maverâünnehre kadar yayılmış Horasan tasavvuf mektebi aracılığıyla ulaşmıştır. Bu anlayış, ilk Türk mutasavvıfı Ahmet Yesevînin halifeleri aracılığıyla göçebe Türk boyları arasında yayılmağa başlamıştır. Türkler bu inanç mozaiğini İslamiyeti kabullerinde tasavvuf kanalıyla devralmışlar ve günümüze kadar da büyük ölçüde bu minval üzere inanıp yaşamışlardır. Bugün yaşanılan İslâm dışılıklara ‘İslâmîdir’ vehmiyle devam edilmesi, bu inançların vaktizamanda İslâm diye kabul edilmiş olmasındandır. Haliyle bugün bu şekilde inanılıp yaşandığı da sosyolojik bir gerçektir.
Hiçbir tasavvuf cereyanı İslamiyetin beşiği olan Arabistan’da doğmamış ve yerleşip gelişmemiştir. Bu tespit, tasavvufun yapısı itibariyle İslamiyeti eski kültürleri dâhilinde algılayan Mevâlî orta tabakasının kitabî ve nasçı İslâm anlayışını temsil eden hâkim Arap Müslüman sınıfına karşı geliştirdiği mistik bir tepki hareketi olmasının açık bir delilidir. Türklerin İslâmiyeti tasavvuf kanalıyla almış oldukları ve bunun da esas itibariyle kitabî bir İslâm anlayışına muhalif mistik hareket olduğu tekrarla zikre değerdir. Binaenaleyh bu anlayış doğru okunmadığı sürece günümüz varislerinin ellerinde bulunan bakiyenin niteliği de doğru anlaşılamayacaktır.
Moğolların saldırıları neticesinde Anadolu’ya kaçan farklı zümrelerin varlığı ve ardından Babailer İsyanı sonrasında oluşan Bektâşîlik kurumsalı, Türklerin eski inançlarını yeni bir İslam anlayışı şeklinde sürdürmelerine zemin hazırlamıştır.
‘Türk Müslümanlığı’ tabiri ise kavramsal olarak son dönemde ortaya çıkmıştır. Bu kavramsallaştırma ile sistem veya akıl veren hocaefendileri bir anlamda sistemin küreselleşmeyle orantılı olarak Protestan din özlemine cevap aramışlardır. Bununla Alevîlik/Bektâşîlik dışlanmışlıktan sahiplenilmeye kaydırılmıştır. Kur’an İslâmı veya siyasal İslâm’a karşı Alevîlik, dengeleyici bir unsur olarak tercih edilmek istenmiştir. Günümüz gerçekliğinde Alevîlerin Kur’an tasavvurları Kur’an’a rağmen olduğu halde siyasal bir talep olarak Türk Müslümanlığı bu merkez üzerinden talep edilmiştir. Sistem, ulusal din arayışında Türk Müslümanlığı paradigmasını kullanmak istemiş, değişimin yönünü ulusçu din istikametinde talep etmiştir. Türk Müslümanlığı paradigması bir anlamda Alevîliğe ihale edilmiştir. Alevîliğin kavramsal ve tarihsel analizi ayrı bir konudur ancak bu üzerinde önemle durulması gerekli bir olgudur.
n Türk İslâmı veya Arap İslâmı gibi lokal İslâm anlayışları nasıl değerlendirmeli?
Bu sorunuzun cevabını müsaadenizle yayımlanan Milli Din Arayışı kitabımda sonsöz olarak söylediklerimi tekrarlayarak vermek istiyorum: Düşünce treni raydan her saptığında, onu, vahye yönelerek tekrar zeminine oturtmak mümkündür. İslâm tarihi boyunca mücedditler hep bunun çabası içinde olmuşlardır. Tecdit ehli, Kur’an bilincini yeniden ihya etmeye çalışmış, problemlerin çözümünü Kur’an’da arama gayreti içinde olmuşlardır. Hilâfetin saltanata dönüştüğü, indî kanaatlerin din diye dayatıldığı, kör mukallid mantığın iradeleri tıkadığı her dönemde ihya öncüleri hep aynı noktayı işaret etmişlerdir. Bu, vahyi merkeze alarak dinin/yaşamın ihyası noktasında yoğunlaşmak, problemlerle yüzleşmekten sakınmadan Kur’an’a bir daha müracaat etmektir. Bu bir keşiftir. Ancak bu keşif, yeni değil var olanı yeniden keşiftir. Günümüzde bütün sıcaklığıyla yaşanmakta olan İslâm dışı modern problemlerin aşılması da Kur’an’ın aydınlığında pekâlâ mümkündür. Dinsel ırkçılık, geçmişte Ümeyyecilik, Şuûbiyye idi, bugün Türk Müslümanlığı. Belki yarın, bir başka teoloji denemesi veya felsefî doktrin olarak karşımıza çıkacaktır. Aynı kastın farklı ifadelerle isimlendirilmesi kabul ve redlerin değişmesi için yeter sebep değildir. Müslümanlar açısından konunun özü şudur: Mensubiyet Arap Müslümanlığına olmadığı gibi rücû da Türk Müslümanlığına veya başka bir kavmin Müslümanlığına olmayacaktır. Aslolan inançta tevhid ümmette vahdettir.
"O kitap (Kur’an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir."
Röportaj: Mehmet Baydemir /Anadolu Gençlik Dergisi, s:91, sf.34-37, 2007
HABERE YORUM KAT