Millet devletin kucağında ölürken -1
Geçen yüzyılın ilk yarısında üretilen birçok film, bir milletin 'doğuşunu' anlatmayı amaç edinmişti. Tüm dünyada hemen hemen her ülke karmaşık bir toplumsal yapıdan bir 'millet' çıkaran ve onu şekillendiren kendine özgü koşulları sergileme ve tabii ki kendi kahramanlarını yüceltme peşindeydi.
Bu anlatılar kendi fıtratını tanımayan, gücünü bilmeyen bir milletin kendisiyle tanışmasının, kendini 'bulmasının' hikâyeleriydi. Sanki söz konusu karmaşık toplumlar ezelden bu yana birer 'millet' olmalarına karşın, bu gerçeğin farkında değillerdi ve karizmatik bir liderin onları uyandırmasıyla bir anda millet olma yoluna girmişlerdi. Bu yaklaşımın rağbette olduğu dönemler aynı zamanda ulus-devletlerin kendilerini toplumları karşısında tahkim ettikleri ve varlıklarını uluslararası antlaşmalarla güvence altına aldıkları yıllara tekabül etmekteydi. Tüm dünya koyu bir milliyetçilik atmosferinin kuşatması altındaydı. Öyle ki milliyetçi olmamak, milletini sevmemek, liderini yüceltmemek ayıplanmanın ötesinde hayatın gerçekliğini de anlamamak anlamına gelmekteydi. Diğer bir deyişle o dönemin yaygın 'bilimsel' anlayışına göre milletler ezelden ebede uzanan tarihin hakiki aktörleri, özneleriydi... Bu işlevi taşıyan ve yürüten ise devlet teşkilatlarıydı. Dolayısı ile devletin de en üst aşaması, en olgun hali ulus-devlet formasyonuydu. Milletler kendi bilinçlerine vardıkça ulus-devletleri yaratmışlardı ve söz konusu bilinçlenmenin yolu ise milliyetçilikten geçmekteydi.
Ne var ki ortada ufak bir pürüz bulunmaktaydı... Dünyada her milletin bir ulus-devleti yoktu. Oysa herkesin paylaştığı algılama her milletin kendi devletine sahip olmasını bir hak olarak tanımlamaktaydı. Bunun anlamı her toplumun içinde birden fazla 'millet' olduğunun, yani toplumsal çeşitliliğin kabul edilmesi gerektiğiydi. Muhtemel sonuç ise toplumların parçalanması ve binlerce küçük devletin oluşmasıydı... Ancak ulus-devletlerine daha önce kavuşmuş olan 'milletler' buna razı gelmediler. Bu noktada egemen güçler kabaca iki yol izledi. Biri toplumun içindeki azınlıkları birer 'millet' olmadıklarına ikna etmeyi gerektirmekteydi. Yüzeyde bütün ülkelerde böyle bir ideolojik propagandanın yürütüldüğünü söylemek mümkün. Nitekim birçok toplumda çok ufak cemaatlerin bu asimilasyon siyasetine olumlu yanıt verdiğini görüyoruz. Ama cemaatlerin daha büyük veya çoğunluk cemaatinden belirgin otantik farklılıklar taşıdığı durumlarda söz konusu strateji başarılı olamadı. Örneğin Türkiye'de Kürtler henüz Cumhuriyet'in ikinci yılında yeniden isyan etmişti bile. Halen devam eden bu karşı koyma mücadelesinin altında herkesin bildiği üzere bir 'haksızlık' algısı var. Çünkü Mustafa Kemal'in 'Türkler ve Kürtler' diye başlayan cümleleri, Cumhuriyet'le birlikte unutulmuş ve gücü eline geçiren merkezî yönetim Kürtlerin asimile olmalarını sağlamak üzere zor kullanmaya başlamıştı. Diğer bir deyişle Kürtler, kurucu unsur olarak katılmayı hayal ettikleri ulus-devlete kavuşmamak bir yana, Kürtlüklerinden de vazgeçmek durumunda kalmışlardı.
Dünyanın başka yerlerinde de yaşanan buna benzer örnekler, 'milletlerin' ancak başka milletlerin üzerine basarak ulus-devlet olabildiklerini ima ediyor. İnsanlık, etik, adalet gibi değerlerle bakıldığında, ulus-devletlerin daha baştan 'sorunlu' oldukları ortaya çıkıyor. Öte yandan gücü elinde tutanlar, bunu adalet ve eşitlik gibi evrensel insanî değerler uğruna kolaylıkla elden çıkarmaya razı gelmiyorlar... Dolayısıyla Türkiye örneğinin çok net gösterdiği üzere milliyetçilik bizatihi bir baskı unsuru olarak kullanılıyor. Öyle ki milletini sevmemek, lideri yüceltmemek bir suça dönüşüyor. Geçenlerde başörtülü bir kadın hakkında Atatürk'ü sevmediğini söylediği için soruşturma açılması, söz konusu yaklaşımın bugün bile ne denli titizlikle korunduğunu ortaya koymakta. Böylece milliyetçi ideolojinin gerçek işlevinin bütünleştirici, kuşatıcı ve davet edici değil, aksine bölücü, baskı altına alıcı ve hatta yok edici olduğunu görmek mümkün oluyor.
Milliyetçilik bütünleştirme ile bölmeyi aynı anda yapan ve böldüklerini ya yok ederek ya da bütüne ekleyerek toplumsal çeşitliliği ve çokkültürlülüğü öldüren bir ideoloji olmayı sürdürüyor. Ne var ki bu niteliklerin böylesine kaba bir biçimde hayata geçirilmesi bir meşruiyet sorunu yaratma potansiyeli içermekte. Çünkü insanlığın birikimi en azından kuramsal açıdan milliyetçilikler arasında bir değer skalası oluşturmuyor. Yani hiçbir milliyetçiliğin diğerinden üstün olduğunu, daha 'doğru' şeyler söylediğini öne süremeyiz. Her milliyetçilik tarihi ve toplumları kendi açısından, diğer bir deyişle neredeyse sonsuz bir önyargıyla değerlendirmekte ve gerçeklik kaygısı olmayan anlatılara dayanmakta. Bu durumda kendi milliyetçiliğinizin diğer milliyetçiliklerden daha 'doğru' olduğunu iddia etmenizi sağlayacak bir önermeye ihtiyaç var. Öyle ki bu önerme sayesinde toplum içindeki azınlıklar seslerini kıssınlar ve çoğunluğun, ya da gücü elde tutan milliyetçi kadroların önerdiği biçimde asimile olsunlar.
Belirli bir milliyetçiliği diğerlerinden üstün kılmanın en 'sağlam' yolu ise tabii ki bizzat kendi milletinizin diğerlerinden üstün hale getirilmesidir. Çünkü eğer milletlerin kendisi bir hiyerarşik sıralama içinde iseler, alttaki milletlerin üsttekilerin ulus-devletleri içinde erimeyi kabullenmeleri son derece 'uygundur'. Diğer taraftan herhangi bir milletin diğerlerinden üstün kabul edilmesinin de dayandığı bir kıstas olmalıydı. Otoriter zihniyetin dayandığı epistemolojik bakış bu noktada önemli bir katkıda bulundu... Bazı milletlerin ulus-devletlerini kurmuş olmaları zaten onların tarihi daha doğru algıladığının, yani daha üstün olduklarının kanıtıydı! Böylece bir totolojiye dayanılmış olmakla kalınmadı, diğer milletlere en büyük zulmü reva gören milletler daha hak sahibi ve üstün hale geldiler.
Geçmişte bu bakış bütün milliyetçiliklerin latent olarak içlerinde taşıdıkları ırkçı ideolojinin yüzeye çıkmasıyla sonuçlandı. Kendi toplumlarının çeşitliliği ile demokratik yöntemler dahilinde baş edemeyen ulus-devletler söz konusu ırkçılığı gündelik dilin parçası haline getirdiler. Türkiye'de tek parti döneminde bürokrasiye eleman alırken 'Türk vatandaşı ve Türk' olmak gerekiyordu. Diğer bir deyişle devletin 'özde' Türk saymadığı insanlar vatandaş olsalar bile memur olamıyorlardı. Sonraki yıllarda yaşanan Varlık Vergisi gibi açıkça ırkçı tasarrufların müdanaasızca uygulanabilmesinin ardında tek parti döneminde şekillenen bu ulus-devlet bakışı yatmaktadır.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT