MHP Kurucu Genel Başkanlığı’ndan İslam’i Kimliğe
Yaklaşık bir ay önce, İstanbul’dan Zaman Gazetesi’nden Göksel Genç isimli muhabir aradı ve MHP’nin 1983’de kurucu Genel Başkanlığını yapmış bir kimse olarak, MHP Başkanlığından bugüne yaşadığım serüveni ve bugün Kürt sorunu hakkında MHP’nin takındığı tutum hakkındaki görüşlerim ile konuya benim yaklaşımımın ne olduğu konusunu haber yapmak istediğini ifade edip, bu amaçla Ankara’ya gelip görüşmek üzere randevu talep etti. Önce tereddüt etmeme rağmen, bu konuda söyleyeceklerimizin İslami ölçülerin bu vesileyle bir daha hatırlatılması bakımından uyarıcı bir tesiri olabilir umuduyla, Allah rızası için kabul ettim. Ancak Zaman Gazetesi’nin üst yönetiminin haberi olup olmadığını özellikle sorup, yayınlamayabileceklerini hatırlatıp, bu sebeple onlara sorup eğer yayınlanacaksa gelmesi konusunda uyardım. O da amiriyle konuşup olur aldığını ifade ederek geldi. Adı geçen muhabirle yaklaşık üç saat konuştuk. Yapılan konuşmanın deşifre metninin geri gönderilmesi, son düzeltmeleri, varsa tashihleri ve eklemeleri yaptıktan sonra mutabık kaldığımız metnin yayınlanması konusunda da anlaştık. Taahhüt ettiğimiz ilk kısım gerçekleşti. Muhabir deşifre metni geçti ve ona son şeklini vererek geri gönderdim. Ve metnin uzun bulunması halinde, benim de iznimin alınması kaydıyla kısaltılabileceğini, ancak çıkarılmasını istedikleri kısımlar hakkında mutabık olmamız gerektiğini bildirdim. Adı geçen muhabir bu yazışmanın üzerinden yaklaşık 15 gün kadar geçtikten sonra gönderdiği son mailde, kendisi “haber değeri” olduğuna inandığı halde, yayınlanmaması sonucuna varıldığını bildirdi. İşte bu metnin, daha önce bu sitede yayınlamış yazılarımda işlediğim Kürt sorunu ve çözüm önerileri ile ilgili bölümü haricindeki kısmını, MHP kongresi vesilesiyle kazandığı güncellik sebebiyle paylaşmak istedim.
Zaman’ın yayınlamaktan kaçındığı o metin:
İlk “Ülkü Ocağı” Ankara SBF’de kuruldu. Ben de bu ülkü ocağının yönetim kurulundaydım
1967 yılında Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesinde öğrenciliğe başladım. Fakülte sol görüşlü öğretim üyelerinin ve öğrencilerin hâkimiyetindeydi. Ben tipik bir muhafazakâr Anadolu çocuğuydum. Kendisini İslam’a nispet eden muhafazakâr biriydim. Gelen yeni öğrencileri, üst sınıflardaki Marksist öğrenciler kendi aralarında paylaşmışlar ve görevli farklı kişiler yeni gelen öğrencilerle ilgileniyorlar. Benimle ilgilenen beni bilgilendiriyor, yediriyor içiriyor ve Marksizmi anlatıyor. Tabii benim dini ve düşünsel bir alt yapım olmadığı için etkisinde kalıyorum. Tek tutar dalım Marks’ın “din afyondur” tanımlaması oluyordu. Ezilenlerin sorunları, emekçinin hakkının gasp edilmesi ve sömürüyle kapitalistin sermaye biriktirmesi, artı değer teorisi vb konulardaki anlattıkları hepsi kafama yatmasına rağmen, ancak “din insanları uyutan bir afyondur” lafını bir türlü kabul edemiyor ve itirazını hep bu noktadan yapıyorum. Benimle ilgilenen kişi “farz etki dememiş” diyordu, ancak ben ona, “nasıl farz edeyim, bu sözü o söylemiş” diyordum. Marks’ın din karşıtı olması ve bu sözü benim o düşünceye kaymamı engelleyen tek vesile oldu.
Fakültede solculardan dışında sayıca daha az da olsa sağcı “milliyetçi” ve Adalet Partisine yakın gruplar da vardı. Hasan Celal Güzel’lerin, Atilla Koç’ların oluşturduğu Hür Düşünce Grubu Adalet Partisi’ne yakın duruyordu. Arayışlar içerisinde iken bir gün Yılmaz Yalçıner’le tanıştım (Daha sonra bizden önce tevhidi imana ulaşarak Tevhid, Şura Dergilerini çıkaran, 1980’de Diyarbakır uçağını kaçırmakla da tanınan, bir ara Vakit Gazetesinde yazan). Okulda Ülkü Bülteni denilen bir pano vardı. Panoya sağ görüştekilerin yazıları, haberleri asılıyordu. İşte Yılmaz Yalçıner’in öncülüğünde biz bu panoyu ve çevresinde toplanan az sayıda “milliyetçi” genci Ülkü Ocağı altında bir yapılanmaya çevirdik ve ilk Ülkü Ocağı bu vesileyle Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesinde kurulmuş oldu. Yılmaz Yalçıner başkanlığında kurulan ilk Ülkü Ocağı’nda bizler de yer aldık. Bizden daha evvel o bölgede (Siyasal ve Ankara Hukuk çevresi) Namık kemal Zeybek’ler milliyetçi çalışmalar yapıyorlardı. SBF’nin tam karşısında ismini “Türk Milliyetçi Gençlik Teşkilatı” diye hatırladığım bir dernek de vardı. İşte biz bu çalışmaları geliştirip bunu Ülkü Ocağı’na çevirdik. O zaman Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi vardı. Alparslan Türkeş burayı ele geçirmişti. Sadi Somuncuoğlu gençlik kolları başkanıydı. Kızılay’daki Genel Merkezinde bir avuç genç toplanırdık ve Türkeş “milliyetçi” düşüncelerini, “9 Işık” adlı ideolojisini anlatan seminerler verirdi.
Gençliği Sağ-Sol Kamplaşmasında Birbirine Kırdıracak Provokasyonlar Yapıldı Sonra, Oligarşik Despotlar “iti ite kırdırdık” Dediler
1969 yılına gelindiğinde Üniversite ve Fakülteler sağ ve sol gruplar arasında bölünmüş, her biri bir görüşün kurtarılmış alanı haline gelmişti. Bir fakülteye hâkim görüş diğerine hayat hakkı tanımıyor, bu yüzden sürekli hâkimiyet savaşları yaşanıyordu. Birbirlerini faşistlik ve komünistlikle nitelendiren taraflar, sürekli kanlı bir biçimde çatışıyor, karşılıklı esirler alınıyor, zulümler yapılıyordu. Hatta Kredi Yurtlar Genel Müdürlüğü binasında Genel Müdür’ün odasında ve onun arabuluculuğuyla, sol görüşlü öğrencilerin liderleriyle görüşme yapmış, karşılıklı tartışma ve pazarlıklar sonucu bütün yurtlarda ve fakültelerde sükûneti sağlamak ve birbirimize saldırmamak içerikli yazılı bir anlaşma da imzalamıştık. Tabii bu anlaşma uygulanamasa da, öğrenci kamplaşma ve çatışmalarının hangi seviyelere geldiğini göstermesi bakımından önemlidir. Sonraki süreçte, sabah bir ülkücüyü vuran silahın öğleden sonra bir solcuyu öldürdüğü tespit edilmişti. Yani çatışmaları kışkırtmak, birbirinin üstüne atarak şiddeti tırmandırmak için derin devletin de iki gruptan kişilere yönelik suikastlar gerçekleştirdiği anlaşılıyordu. Bunun sonucunda, iki taraf da kör bir şiddete sürüklenmiş ve gözü dönmüşçesine ölçüsüz bir şiddetle birbirine saldırır hale getirilmişti. Farklı görüştekilerin gittiği zannıyla kahvehaneler bile uzaktan rastgele taranarak rastgele insanların öldürüldüğü kaotik bir ortama sürüklenilmişti.
SBF yurdunda kaldığımız süreçte, bizler de sürekli solcu gençlerin baskısını üzerimizde hissettik. Çok badireler atlattık. Hatta bir seferinde Mahir Çayan’lar bomba üretmişler tesirini benim üzerimde denemeye kalkıştılar. Yurdun görevlileriyle konuşurken, önümde benimle konuşan görevli, aramızda fikri husumet olduğunu bildiği Çayan’ın arkamdan yaklaştığını işaret etti. Ben ani bir hareketle sakınıp oradan çekilince bomba Mahir’in elinde patladı. Uzun süre hastanede yattı sonra koltuk değnekleriyle dolaştı. Uluç Gürkan da o zaman SBF Sosyal Demokrasi Derneğinin başkanıydı. Yılmaz Yalçıner ile birlikte bir gün odasında görüştük. Bize, “sosyalist enternasyonal marşını söylemeden bu fakülteden mezun olamayacaksınız” dedi. Yani onların ideolojisine geçmeden okulu bitirtmeyeceklerdi bize. Nihayet öyle de oldu Yılmaz da ben de SBF’yi bitiremeden ayrılmak zorunda kaldık. 1970 yılı Kasım ayında bir gün sınav için fakülte kapısından içeri girdiğimde, Mustafa Kaçaroğlu, Oktay Etiman ve bir grup sosyalist beni silahla tehdit edip esir aldılar, dernek odasında işkenceye tabi tuttular. Bu arada hakkımda öldürme kararı alıyorlar. Benim alıkoyulmamdan Dekanın haberi olduğu halde müdahale etmedi. Yürüyemeyecek hale gelinceye kadar dövdüler, olmadık işkenceler ettiler. Sonra Dekan öldürüleceğimi öğrenince, paniğe kapılıp dernek odasına gelerek bırakılmamı sağladı. Ancak beni o yaralı halimle hadi git diye bırakıverdiler. Sürünerek Fakülte merdivenlerden caddeye indim taksi tutarak hastaneye tek başıma gittim, hiç kimse yardım etmedi. Daha sonra orada okuyamayacağımı anlayınca, 3. sınıftan sonra Erzurum’a naklimi aldırdım. Kalan bir yılı İşletme Fakültesinde okuyup mezun oldum.
Tabii sonraki dönemlerde akledip fark ettiğim gerçek, gençliğin sağ-sol diye kamplaştırılıp çatıştırılarak, zulüm ve sömürü sistemine yönelmesi gereken muhalefet bölünüp birbiriyle çatıştırılarak, statükodan iktidar ve rant devşiren bürokratik oligarşinin egemenliğini sürdürdüğü gerçeğidir. On yıllardır süren bu gerçeğe göre, ülkenin hak ve adalet arayışında samimi ve iyi niyetli gençliğinin, egemen sömürü düzenine, zalim sistemin haksızlık ve adaletsizliklerine yönelecek dinamik ve haklı tepkisinin yönünü saptırmak suretiyle, gençliği kamplaştırıp birbirine düşürerek, zalim sömürü sisteminin sahipleri çıkarlarını koruma altına alıyorlardı. Sonra da darbe yapıp iki tarafı da işkence hanelerde bir araya toplayıp hizaya sokmaya, resmi ideoloji istikametinde terbiye etmeye kalkışıyorlardı. Üstelik binlerce genci toprağa gömen bu sürecin sonunda bu sürecin en önde gelen siyasi liderinin ağzından “iti ite kırdırdık” diyecek kadar alçakça ifadeler kullanabilmişlerdi.
İşte “derin devlet”in planlarıydı bunlar, asıl devletten ayrı olmayan, asıl devlete tahakküm eden darbeci asker bürokratların etkisi altında bir “derin devlet”. Ortamı darbeye hazır hale getirmek, tahakkümlerini sürdürmek için çok kan dökülmesini arzu edip planlayacak ve böylece darbe ortamın “olgunlaşmasını” bekleyecek kadar zalim, insani değerlerden, fıtri erdem ve ahlaktan yoksun olan despot kadrolar ülkeye egemendi. Bu despot oligarşi ve emrindeki derin devlet çeteleri, kendilerine ve sömürü düzenlerine karşı birleşmiş bir muhalefet istemiyorlardı. Ülke halklarının ve halk çocuklarının kendilerine, zulüm ve sömürü sistemlerine karşı birlikte hesap sorma ihtimalinden korkuyorlardı. Bu yüzden bu ülkenin çocuklarını ülkücü-komünist diye, solcu - sağcı diye ayrılmaya, çatışmaya yönlendirecek planlar ve kanlı provakasyonlar yapmaktan bile çekinmediler. İşte böyle ahlaksız, hukuksuz, keyfi süreçlerin en büyük sorumlularından biri olan Süleyman Demirel’in tasvip eden ifadesiyle “devlet güvenlik güçleri rutin dışına çıkarak” darbe sürecini hazırladılar. En sonunda da darbe gerçekleşti.
İşte 12 Eylül’e götüren bu kanlı süreçte, ben ülkücü camianın içinde yer aldım. Ülkücü Maliyeci ve İktisatçılar Birliği ÜMİDBİR’in kurucu üyesiydim. Ülkücü Kadro Dergisini çıkaran öncü kadronun içindeydim, aynı zamanda hem bu dergide, hem de MHP yanlısı Hergün Gazetesi’nde ve aynı camianın önde gelen bir başka dergisi Yeni Düşünce Dergisinde yazılar yazıyordum.
Ülkücülerin çelişkileri
Ülkücüler içerisindeki “kuru Türkçü” ve “Atsız’cı” olarak nitelendirilen ve “Türk-İslam sentezi’ olarak ifade edilen ortaklıktan bile rahatsız olup sadece seküler ulusalcılığı, Türkçülüğü esas alan kesim, İslami kimlik ve yaşantıya uzak dururdu. Ben öğrencilikte Cuma namazı kılıp İslami sloganları öne çıkarıyorum diye, genelde Ülkücülerce Müslüman camia için kullanılan ‘ecmain’ nitelemesinin benim içinde kullanıldığını gördüm. Altı boş da olsa sürekli İslami bakış açısını gündeme getirmem ve “ülkücülüğü” İslam’la sentezlemeye çalışmam, İslami içerikli slogan ve vurguları öne çıkarmam ve bu bağlamda o gün adı AET olan Avrupa ortak pazarına karşı çıkıp, İslam ortak pazarını önermem gibi sebeplerle “ecmain” damgası daha ileriye götürülüp benim “Arapçı” olduğum suçlaması getirildi ve Sadi Somuncuoğlu başkanlığında yurt lokantasında kurulan mahkemede yargılandım. İddialar Türkçülük yerine İslami vurguları öne çıkardığım ve İslam ortak pazarından bahsetmemdi. İddialar ifade edildikten sonra ben çağırıldım ve savunmam istendi. Kendimi büyük baskı altında hissederek, salondaki topluluğa ve Sadi Somuncuoğlu’na hitaben yaptığım savunmada: “Türk milliyetçisi olduğumu, İslam’ı milliyetçiliğini yaptığımız Türk milletinin dini olduğu için önemsediğimi” ifade edip, ortak pazar konusunu da “bugün Avrupa, Arapları ve kaynaklarını sömürüyor, biz AET üyesi olursak bizi de Avrupa sömürecek, hâlbuki ben İslam ortak pazarını kurarsak, Avrupa’nın Araplara sattığı malları biz satarız ve yakınlığımız sebebiyle nakliye farkı avantajımızı da kullanarak Arapları Avrupa yerine biz sömürürüz diye düşünmüştüm” şeklinde açıklayınca beraat etmiştim.
Hatta bir defasında da, bu İslam’ vurgu yapan niteliğim sebebiyle “Gestapo Orhan” olarak bilinen ırkçı Türkçü bir ülkücü, ele geçirdiğimiz Ankara site yurdu bahçesinde “Allah’ını, dinini ….” ifadelerini içeren sövgü sözleriyle üzerime silahını doğrultup üç defa sıktığı halde silah tutukluluk yaptığı için kurtulduğu bir saldırı olayı da yaşamıştım. Eğer silah ateş alsaydı ölseydim, iyi biliyorum ki, dışarıdan yapılan bir saldırı ateşiyle öldürüldüğüm iddia edilerek “şehidler ölmez” sloganlarıyla cenazemi yine aynı kişiler kaldırmaktan da çekinmezlerdi. Aslında sol da ülkücüler de bu tür istismarları yapıyorlardı. Mesela solcular, Mustafa Kuseyri adlı sol görüşü Ankara Hukuk öğrencisinin ölümünü ülkücülerin üzerine yıkarak, “faşistler öldürdü” diye üniversite hocalarının cüppeleriyle katıldığı büyük cenaze törenleri düzenlemişlerdi. Ancak daha sonra kendi aralarındaki bir tartışma sonucu öldürüldüğü ortaya çıkmıştı. Ama onlar kendi öldürdükleri arkadaşlarının cenaze törenini “devrim şehidi” diye istismar ederek kaldırmışlardı. Bizim arkadaşlarımız da site yurdunu işgal etmek için müsait bir ortam hazırlamak amacıyla, o yurtta kalan ve öğrenci temsilcisi olan bir arkadaşımızın odasına, bir gece kendisinin de bilgisi dâhilinde yatağının aksi istikamete doğru ateş açmışlar ancak kurşun sekerek arkadaşımızı ayağından vurmuştu. Bunun üzerine ülkücü gençlik ayağa kalktı ve “komünistler arkadaşımızı vurdu” diyerek yurt işgal edildi. Eğer kurşun sektiğinde beynine gelip arkadaşımız ölseydi, şüphesiz “komünistler arkadaşımızı şehid ettiler” deyip daha büyük tepkiler gösterilebilecektik. İşgalden sonra fiili olarak yurt başkanlığını ben üstlenmiştim ve olaydan çok sonra bu olayı biz provake ettik, az kalsın arkadaşımızı öldürecektik diye içerdeki arkadaşlar bana izah edince çok şaşırmıştım. İşte bütün bunlar zihnimi sorgulamaya zorluyordu, ama o zaman için bir çıkış da bulamadığımız için bu akıntıda sürükleniyorduk.
Aileden gelen bir eğilim olarak bilgisiz ve bilinçsizce de olsa kendimi İslam’a nispet edip, Cuma namazımı kılardım. 1976 yılından sonra ise bilinçsiz ve tevhidi imandan yoksun olarak da olsa beş vakit namazımı da kılmaya başladım. Zaten ülkücüler içinde beş vakit namazlı kişi de çok az bulunurdu. En Müslüman’ı Cuma Müslüman’ıydı. İşte ben de “hilalci” olarak da nitelenen bu gruptan idim. Bizim kesimin manevi ağabeyi Ahmet Arvasi idi. Ülkücü Kadro dergisini Türkeş’in muhalefetine rağmen böyle tanımlanan bizler çıkarmıştık. Bizim yarım yamalak İslam’a yakınlığımızı bile fazla İslami bulan “kuru Türkçüler” “Türklük Gurur ve Şuuru, İslam Ahlak ve Fazileti” olarak ifade edilen sloganı bile doğru bulmayıp karşı çıkarak, “Türklük ahlaksız ve faziletsiz midir ki bunları İslam’dan alacaktır” diyerek İslam’ın hiç zikredilmemesini isterlerdi. MHP ve Ülkücü camia içinde İslami eğilimi en yüksek olan Ahmet Arvasi idi. O bile, tevhid akıdesini ve Kur’an’ı belirleyici kılmak yerine, “Türk-İslam Ülküsü” adlı kitaplar yazarak, sentezci, “milliyetçi”, “devlet-i ebed müddet”çi, kültürel, geleneksel ve tarikatçı bir İslam anlayışını anlatıyordu. Ancak bu çizgiye bile tahammül edemeyen MHP zamanla bütün bu unsurlardan da arındırıldı.
“Türk milliyetçiliği”nde Kur’an’ın ve İslam’ın törensel ve kültürel bir yeri vardır
“Milliyetçi”liğe ilk adımı attığımız Çanakkale’de 1965’te Murat P.’ın evinde Kur’an, Bayrak ve silah üzerine yemin etmiştik. Murat üst sosyal tabakadan bir ailenin çocuğuydu. Evlerinde hizmetçiler bulunuyordu. “Milliyetçi” davaya gönül verip, bu davada sonuna kadar gitmek üzere orada hep birlikte söz verdik. Yemin törenini müteakip, bayrak ve silah masadan kaldırılmıştı. Tam ikram öncesi, Kur’an henüz masa üzerinde duruyordu. Murat Kur’an’ı göstererek hizmetçisine seslendi ve “kaldır şu zımbırtıyı artık” dedi ve ben şok oldum. Az önce üzerine yemin ettiğimiz kitaba hâşâ “zımbırtı” diyordu.
Daha sonraki yıllarda ülkücü camia içinde yaşadıklarımı ve bu kesimdeki İslam’a yaklaşıma dair gördüklerimi topluca değerlendirdiğimde vardığım sonuç şu oldu: ülkücüler arasında Kuran’ın değeri törenseldir. Üzerine yemin edilir sonra rafa kaldırılır. “Türk İslam sentezi” vb söylemlerde, İslam’i vurgunun yer almasının sebebi ise, İslam’ın, “milliyetçiliği” yapılan Türk’ün dini ve Türk kültürünün bir unsuru olmasından ibarettir, Türkçülük dışında başlı başına bir değeri yoktur. Kur’an’a ve İslam’a, Türk’ün dini olduğu için sadece kültürel bir değer veren bu yaklaşım Allah’ın Kur’an’a ve İslam’a biçtiği konum, yüklediği anlam ve işlevle bağdaşmayan cahili bir anlayıştır. Bu sebeple Türkçülerde, İslam’ın; bütün evreni ve insanları yaratan Allah’ın, kavim ayrımı gözetmeden bütün insanlık için seçtiği ve tabi olan insanları kurtuluşa taşıyacak mesajı ihtiva eden tevhid dini olması, Kur’an’ın da; tabi olan bütün insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak üzere indirilmiş olması üzerinde pek tefekkür edilmez. İslam’a, sadece dil, tarih, coğrafya, âdetler gibi ulusal kültürün unsurlarından biri olarak ilgi gösterilir.
Bu sebeple de, Allah’ın İslam’ı, insanlığı dünyada izzete ve ahrette kurtuluşa götürmek üzere vazettiği, ekonomik, sosyal, siyasal, hukuki, kültürel bütün bireysel ve toplumsal alanları düzenleyecek hükümleri ihtiva eden bir hayat tarzı olarak seçmesi ve tüm insanlığa yüklenen bir emanet, bir imtihan konusu kılması anlamında bir idrak ve iman öne çıkmaz. Onun için “Türkçülük” ve yaptığı zulümlerle, tahriklerle, düşmanlıklarla bilahare yol açtığı “Kürtçülük” seküler, laik ideolojilerdir ve dini sadece milli kültürün bir unsuru olarak dikkate almak zorunda kalırlar. Hayatın bütün alanlarını kuşatan tevhidi bir din anlayışına ve bu bağlamda İslam şeriatına karşıdırlar. Türkçülük de Kürtçülük de kavmiyetçilik olarak zaten Allah’ın yasakladığı, tevhid akıdesiyle bağdaşmayan, İslam kardeşliği ve ümmet bilincine aykırı birer sapmadırlar.
Danışma Meclisi üyeliğine doğru
Erzurum İşletme Fakültesinden mezun olduktan sonra Maliye Bakanlığına Gelirler kontrolörü olarak girdim. 1980’e kadar orada çalıştım. 1980’de Maliye Bakanlığı Gelirler Genel Müdür Yardımcılığına atandım. Bir yandan bürokraside çalışıyorken, bir yandan da Ülkücü hareket içinde faal bir durumdaydım. Ortadoğu Gazetesi, Hergün Gazetesi ve Ülkücü Kadro, Yeni Düşünce gibi bazı ülkücü gazete ve dergilerde müstear isimle ideolojik ve siyasi yazılar yazıyordum. Tercüman gazetesinde ise ekonomiyle alakalı yazdığım için kendi adımı kullanıyordum. Aynı zamanda İ.Ü. İktisat fakültesinde doktora çalışmalarına, lisansüstü seminerlere devam ediyordum. Bürokraside ve iktisadi, mali konularda iyi ve nitelikli bir elemandım. O sırada darbe oldu… TBMM lağvedildi, anayasa yürürlükten kaldırıldı ve ülkeyi 5 kişilik Milli Güvenlik Konseyi yönetmeye başladı. Biz bürokratlar çıkacak vergi yasalarıyla alakalı tasarıları 5 kişilik konseye getiriyorduk ve onlar tıpkı meclis gibi kendi aralarında oylayarak yasalaştırıyorlardı. Yani lağvedilen TBMM’nin yerini MGK’nin 5 üyesi almıştı ve yasa tasarıları onların oluşturduğu mini oyuncak mecliste kanunlaştırılıyordu. O süreçteki ilişkilerde Maliye Bakanlığı Gelirler Genel Müdür Yardımcısı olarak beni de “milliyetçi” kimliğimle ve mesleki niteliğimle tanımışlar ve takdirle karşılamışlardı. Nihayet AB’ni razı etmek için anayasa ve yasaları yapmak üzere bir meclis oluşturmaya karar verdiler. Adına “Danışma Meclisi” denilen bu meclise üyelik için Çanakkale’den 65 kişi başvurdu. Valilik müracaat eden 65 kişiden 3 kişi seçerek konseye gönderdi. Konsey de 3 kişi arasından Çanakkale temsilcisi olarak beni seçti. Nihayet o günkü cahiliye dönemimde, bürokrasideki performansımı da bilen generaller, kendilerine yakın kimi “milliyetçi” arkadaşlarının da referansıyla “milliyetçi, devletçi, ekonomik ve mali konularda nitelikli genç bir eleman olarak” beni Çanakkale temsilcisi olarak tercih etmişlerdi. Böylece Danışma Meclisine girdim.
Meclisin en genç üyesi olduğumdan, daha ilk gün divan kâtibi olarak kürsüde yer almış ve üyeleri yemin için kürsüye ben çağırmıştım, bu sebeple daha ilk günden medyada gündem olmuştum. İşte böylece, hatırladığım kadarıyla Ekim 1981 de başlayan meclis serüvenimde ilk aylarda, milliyetçi ve Türkçü konuşmalar yapıyordum ve mecliste büyük destek ve takdirle, alkışlarla muhatap oluyordum. Galiba Aralık ayındaydı Emekli General olan MEB Hasan Sağlam İmam Hatip Liselerinde başörtüsünü yasaklayan bir uygulama başlattı. Ben de Meclis’te gündem dışı söz alarak kürsüye çıktım, Ahzab ve Nur surelerinin ilgili ayetlerini de hatırlatarak, “Allah’ın başörtüsünü tıpkı namaz, oruç ve hacc gibi farz kıldığını” ifade ederek başörtüsünü savunan ve yasağı protesto eden bir konuşma yaptım. Tüm meclis konuşmamı protesto için sıra kapaklarına vurarak yuh çekerek büyük tepki gösterdi. Böyle bir süreçten sonra yalnızlığa itildim. İslam için çabalarım dışlanıp hor görülmeme yol açmıştı. Başörtüsü konuşmamdan sonra Kenan Evren, Konsey genel sekreteri Org. Necdet Üruğ aracılığıyla beni istifaya çağırdı. Bizimle uyuşmuyorsa çeksin gitsin dediğini bana ileten Üruğ istifamı istedi. Ben de “istifa etmiyorum, siz atın” dedim. Onlar da Avrupa’ya kötü görünmemek için beni atamadılar.
O dönemde mecliste, İslam’la alakalı olarak ve ülkücü mantıkla olumlu sayılabilecek ne gündeme geldiyse, yanıma çektiğim birkaç arkadaşla hep biz getirdik. Mesela okullarda din dersi zorunluluğu bizim teklifimizdi. Üstelik bizim mecliste kabul edilen anayasa metnine koydurduğumuz “İslam dini eğitimi” idi, ancak konsey onu değiştirip “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretimi” haline dönüştürdü. “Allah’a, Peygamber’e, dine küfredenlerin 6 ay hapis cezasıyla cezalandırılmasına dair kanun teklifi” de bizimdi. Diyanet İşleri Başkanlığı(DİB) ilgili anayasa maddesi bizim önerimizle meclisten ‘DİB, İslam’ın sahih kural ve ilkelerine göre görev yapar’ muhtevasıyla geçti. Konsey bunu ‘DİB, laiklik ilkesine göre görev yapar’ haline getirdi. Bir gün aynı mecliste anayasa yapılırken, Anayasa’nın “Allah’ın ve tarihin önünde sorumluluklarını bilen Türk milleti’ diye başlamasını teklif ettim. Almanya ve İsviçre’yi de referans gösterdim. Her zaman Avrupa’yı örnek alan insanlar ‘sen oralara git’ diye bağırarak tepki gösterdiler. Üstelik anayasaya red demenin çok zor olduğu ogünkü baskı ortamında Mecliste yapılan oylamada red oyu verdim. Sonra kamuoyuna da açıkladığım Konseye gönderdiğim red gerekçemde, anayasada din ve ibadet özgürlüğünü kısan maddeleri de zikrederek, din özgürlüğünü o günkü şartlarda savundum. Kendimce o günkü şirke bulaşmış inancımla dine hizmet ediyordum. İşte bu yönümle tanınınca, benimle birçok cemaat ve tarikat ilgilenmeye başladı. Ben de mensubu bulunduğum “Türk-İslam Sentezi” olarak ifade edilebilecek “milliyetçi” ideolojiyi sorgulamaya başlamıştım. Çünkü Türkçülük içerikli konuşmalarımı alkışlayanlar, “milliyetçiler” de dâhil olmak üzere sentezin İslam tarafını gündeme getirdiğim başörtüsü yasağına karşı çıkan konuşmama da hep birlikte yuh çekip sıra kapaklarına vurmuşlardı. O halde bu ideolojide bir yanlışlık var, İslam nasıl böyle bir anlayışla sentez edilebilir diye sorgulamaya başlamıştım. İşte bu Hakkı arayış sürecimde yaklaşık 5-6 yılım da bu geleneksel camia içinde, tarikatlarda ve partilerde geçtikten sonra, 1986 yılında Seyyid Kutub’un “Yoldaki İşaretler” adlı kitabı elime geçti. Aslında Rabbimin lütfuyla beni Kur’an’la buluşturarak, tevhide ulaştıracak ve gerçek anlamda hidayete taşıyacak yola işaret eden, sahih bir imana erişmeme vesile olan da işte bu kitap oldu. İşte böylece buluştuğum Kur’an’ı hakkıyla okuyarak Allah’ın lütfuyla hidayete ulaştım. Ondan sonra bütün bu geçmişimi cahiliye olarak nitelendirip reddettim. Ve önceki hayatımda yapmamam gerektiği halde yaptıklarımdan, yapmam gerektiği halde yapmadıklarımdan dolayı tevbe edip sonraki hayatımda tevhidi esas aldım ve sadece Allah’ı razı edecek amelleri gerçekleştirmeye yöneldim.
MHP Yasaklı Olduğu İçin Cumhuriyetçi Muhafazakâr Parti kuruluyor
1983’te Danışma Meclisi bittiğinde Turgut Özal, Süleyman Demirel parti çalışmaları yapıyordu. Korkut Özal beyle birlikte Turgut beyin evine gittik, görüşmemizde Semra hanım da vardı. Korkut bey, beni Turgut bey ve Semra hanımla baş başa bırakıp başka bir odada gazete okumaya çekildi. Turgut Bey bana, kuracağım partiye Danışma Meclisi’nden sadece seni alacağım dedi. Muhafazakâr halk kitlelerinin memnun olduğu epey çabam olmuştu ve üstelik Anayasaya ret oyu verenlerden de biriydim. Özal bu tutumlarımdan dolayı beni yanına almak istiyordu. Özal benim için Genel Başkan Yardımcılığı veya Bakanlık düşünüyordu. Benim Özal’ın yanına gitmemi istemeyen kimi MHP önde gelenlerinin bana söyledikleri bir iddiayı hatırlatarak O’na “Turgut Abi senin için Amerikan silah şirketlerinin Ortadoğu’daki pazarlayıcısı diyorlar. Bana bu sorulursa ne diyeceğim?” Diye sordum. O’da “Mehmet’ciğim benim Amerika’da da Ortadoğu’da da çok güçlü dostlarım var. Bu benim için dezavantaj değil avantajdır, yanımda yer al” dedi.
O sırada Süleyman Demirel de “Büyük Türkiye Partisi”ni kurmaya çalışıyordu. Bazı aracılar koyarak, zaman zaman da bizzat kendisi telefonla arayarak, bu partide yer almamda, kendisiyle birlikte olmamda ısrar ediyordu. Zaman zaman da Güniz sokaktaki evinde görüşüyorduk. Demirel’e Özal’la görüştüğümü ve partisine kurucu olmamı istediğini söyleyince, “O benim adamımdır benden habersiz ve ayrı iş yapamaz” diyordu. Gerçekten birçok siyasi dedikodu üretiliyor, kimin ne yapacağı belli olmayan bir süreç yaşanıyordu. Özal aradığında da Demirel’in yaklaşımını aktarıp “ona göre siz ayrı parti kurmayacakmışsınız” deyince, çok kızıyor ‘ona inanma benim önümü kesmek için böyle söylüyor’ diye tepki gösteriyordu.
İstişaremiz süren kimi MHP’liler ise ayrı parti kurmanın gerekli olduğunu söylüyorlardı. Benim Turgut Özal ile görüşmelerimi ve onun partisine kurucu olmamı engellemek için, “Turgut Özal Amerikan silah şirketlerinin Ortadoğu’daki pazarlamacısı” iddialarını ortaya atan kimi MHP önde gelenleri daha sonraki süreçlerde ANAP’a girip politika yaptılar. Hatta bunlardan birisi olan Ahmet Hamdi Ayan’ın Turgut Özal’ı çok yüceltici konuşmaları medyaya yansımıştı. Anlaşılıyor ki, o gün kendileriyle temas edilmediği için Özal’a karşı çıkıp kendi partimiz olursa biz de bir yer kaparız diye düşünenler, daha sonra ANAP’ta imkan bulunca kolayca o saflarda yer alıp, üstelik daha önce ağır bir biçimde eleştirdikleri Özal’ı yücelten konuşmaları da kolayca yapabilmişlerdir. Daha sonra birçok örneğine değineceğim üzere “milliyetçi” kadroların önemli kısmı açısından, siyasi çıkarlar kolayca iddia ettikleri ilkelerin ve ahlaki ölçülerin önüne geçebilmiştir.
Neticede Türkeş ile temas halinde olan Muharrem Şemsek ve Rıza Müftüoğlu gibi bazı MHP önde geleni arkadaşlarla istişare sonucunda partiyi kurmanın gerekliliğine inandık. Türkeş’in bu konuyu benimle görüşmek üzere çağırdığı bildirildi. Tutuklu olduğu halde kalp rahatsızlığı nedeniyle hastanede kalan Türkeş’le, davetine icabet ederek farklı zamanlarda birkaç defa Dışkapı’daki askeri Mevki Hastanesinde görüştüm. Ben kaldığı odada Türkeş ile konuşurken kapıda askeri hastanede görevli olan Dr. Bnb. Selim Kaptanoğlu bekledi. Alpaslan Türkeş, benimle dinlemeye karşı tedbir olarak yazarak konuşuyordu. Kurulacak Partinin Genel Başkanı sen olmalısın dedi. Adını ilk başta “Toplumcu Kurtuluş Partisi” olarak önerdi. Ben kısaltmasının TKP olduğunu söyleyince, “Milliyetçi Çalışma Partisi” olsun dedi. Ben de çalışma yerine dünyada yükselen muhafazakârlığa atfen “Muhafazakâr Parti” olsun dedim. Ancak darbeciler bunu kabul etmez diye, “Cumhuriyetçi Muhafazakâr Parti” olsun diye karar kıldık. İçişleri Bakanlığına “Cumhuriyetçi Muhafazakâr parti” olarak dilekçe verdik ve parti bu isimle resmiyet kazandı. Ancak bilahare Yargıtay Başsavcılığı, bize bir yazı yazarak, “Cumhuriyetçi” kelimesini kullanabilmemiz için Bakanlar kurulu Kararı gerektiğini ve bu sebeple partinin isminden bu kelimenin çıkarılmasını istedi. Biz de bir karar alarak gereğini yaptık ve ondan sonra parti ismi “Muhafazakâr Parti” oldu. Tabii bu gelişmelere olurken, sonra öğrendiğime göre Devlet Bahçeli’nin de içinde yer aldığı bir başka grup da parti kurma çabası içindeymiş. Devlet Bahçeli ise, Türkeş’in parti kurma görevini kendisine vermesini bekliyormuş. Evet, yetki ona verilmeyip bize verilince, o ve arkadaşları tüm Türkiye’yi dolaşarak aleyhte çalıştılar, örgütlenmemizi engellemek için ellerinden geleni yaptılar. Oma MHP tabanından itibar görmediler ve 15 günde 35 ilde teşkilatlandık.
Erbakan ve Türkeş’in Ortak Parti Arayışı
Bu arada, Recai Kutan aracılığıyla Erbakan’la görüştüm. Lütfü Doğan beyin evinde, Recai Kutan bey ve Necmettin Erbakan bey ile bir araya geldik. Necmettin bey, Danışma Meclisi’ndeki İslami içerikli çabalarımı kastederek, “mecliste bizim demokratik dönemde grup olarak yapamadığımızı sen tek başına darbe döneminde yaptın ve böylece bu yaptıklarınla birinci ahiretini garantiledin, eğer ikincisini de garantilemek istiyorsan, muhafazakâr, mukaddesatçı, maneviyatçı, “milliyetçi” kesimleri birleştirmek için çaba göster ve birliği sağlayacak bir parti kur” mealinde ifadeler kullandı. Bu birliği tesis edecek adımlar kabilinden, “Türkeş kardeşime selam götür bizim bir partide birleşmemiz için aracı ol, herkesin yasaklı olduğu bu süreçte bunu ancak sen yapabilirsin” dedi. Türkeş’e gittim ve konuyu aktardım, O’da Erbakan kardeşine selam söyledi ve destek vaat etti. İkisinin selamlarıyla İstanbul Ümraniye’de Kemal Kaçar beye gittim. “Erbakan’la Türkeş’in selamı var, bir parti çatısı altında birleşmek istiyorlar, siz de destek verir misiniz?” diye sordum. Bana, “biz seni seviyor ve takdir ediyoruz, dualarımız seninle, ancak oyumuza gelince, son ana kadar havayı koklarız hangi parti iktidar olacaksa onu anlar ve oyumuzu ona veririz bizden oy bekleme” dedi. Sonuçta Recai Kutan’la temas halinde olan eski MSP yanlısı isimlerle ve MHP’nin verdiği isimlerle birlikte çalışarak 30 kişilik kurucular kuruluyla “Cumhuriyetçi Muhafazakâr Parti”yi kurduk. Tabii daha baştan benim de içinde olduğum 24 kişi MGK tarafından veto edildi. Bundan yaklaşık 20 gün sonra Refah Partisi kuruldu. Kutan’a “neden böyle yaptınız, hem öne ittiniz, destek vadinde bulundunuz, hem de yarı yolda bıraktınız” deyince, “Mehmetciğim kusura bakma, hakkını helal et, tabanı durduramadık, özellikle geçlerimiz ‘biz mutlaka kendi partimizi kurmalıyız’ diye ısrar ettiler, ‘eğer şimdi kurmazsak bir daha da kuramayız’ dediler ve bu ısrar yüzünden mecbur kaldığımız için kurduk” dedi.
Türkeş, İslam’ı Türk Kültürünün Bir Unsuru Seviyesinde Siyasi Olarak Kullanır, Ama İslam Şeriatına karşı dururdu
Böyle olunca, kapsayıcı olsun diye kurduğumuz parti de sadece MHP kesiminin partisi haline dönüştü. İllerde teşkilatlanmamızı gerçekleştirebilmemiz için, gerek Türkiye’den gerek Almanya’dan destekleyenlerden paralar geldiğini duyardık, ama bize hiç ulaşmazdı. Biz parti olarak maddi sıkıntı içinde kıvranırken, cezaevlerinde yatanlar birçok sıkıntı çekerken kulağımıza gelen bu tür haberler kafa karıştırıyor, şevkimizi kırıyordu. On yıllardır Türkeş’e ulaşan maddi kaynağın ne kadarı parti için kullanıldı, ne kadarı şahsi servet haline dönüştürüldü hâlâ bilinmemektedir. Nitekim ölümünden sonra Avrupa bankalarında çıkan ve çocuklarının mahkemelik olmasına yol açan büyük miktarda paranın kaynağı halkın MHP için verdiği paralar mıydı? sorusu hâlâ ortada durmaktadır.
Türkeş hapisten çıkınca ülkücü camiayı temsil edenleri topladı. Beni de bu tür toplantılara çağırıyor, özel itibar gösteriyor, benim İslami duyarlılığımın yüksek olduğunu bildiği için, bana hitabında hep İslami kavramları kullanmaya özen gösteriyordu. Hatta bir seferinde, içinde benim de yer aldığım bütün ülkücü liderlerin bulunduğu bir toplantı salonuna dışarıdan geldi ve girer girmez sırayla herkesle tokalaşıp selam vermeye başladı. Herkese tek tek “merhaba” “merhaba”.. diye el sıkışarak ilerliyorken birden sıra bana gelip beni fark edince ani bir refleksle ve yüksek tonda “selamunaleykum” deyivermişti de herkes bu çifte standarda şok olmuştu. Türkeş, pragmatik bir komitacıydı. Kendi liderliğine katkısı olacak, kendisini güçlendirecek her unsuru amacı için kullanmaktan çekinmezdi. Hatta zaman zaman tarikatçı takılabilir, bir takım şeyhlere abartılı tazimlerde bulunabilir, zaman zaman en ileri İslami sloganları ifade edebilir, ama yeri geldiğinde de “laikler şeriata karşı güç birliği yapmalıyız” da derdi. Alpaslan Türkeş’in İslami söylemleri tamamen siyasiydi. Benim gibi İslami duyarlılığı olanların yanında hep İslami içerikli cümleler kurardı.
Alpaslan Türkeş, hapisten çıktıktan ve yasağı da kalktıktan sonra tekrar partinin başına geçeceği 1987 Ekim kongresi öncesi son defa arayıp kendisine Genel Başkan Yardımcısı olmamda ısrar etti, fakat artık tevhidi imanla şereflenmiş, ulusalcılığın her türünü ve cahiliye geçmişimi reddeden ümmetçi bir bilince ulaştığım için son defa reddettim. Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları bizim ardımızdan MHP’de kalan İslami duyarlılığı olan son öbektiler. Çalışmalarını bir vakıf çerçevesinde sürdüren bu arkadaşlar, “Türk-İslam Sentezi”ne sadık ülkücüler olarak, bu sentez içindeki İslam vurgusunu güçlü tutmak, İslami sloganlar üretip bu duyarlılığı ülkücü camiada var kılmak istiyorlardı. Bildiğim kadarıyla Türkeş tepki göstererek “bu davanın kitabını ben yazdım, bizim İslam diye bir davamız yok, davamız ülkücülüktür/Türk milliyetçiliğidir ya karşıma geçin ya da bu sevdadan vazgeçip yanımda yer alın” önerisinde bulundu ve onları karar vermeye zorladı. Onlar da ayrılmayı uygun bulmayarak yanında yer almayı tercih ettiler. İşte Türkeş’in tekrar Genel Başkan olduğu 1987 Ekim kongresinde, Türkeş iki (özel harpçi) emekli askeri Genel Başkan Yardımcısı, “kuru Türkçü” olarak vasıflandırılabilecek Devlet Bahçeli’yi Genel Sekreter yapıp öne çıkarırken, onun altına Genel Sekreter Yardımcısı olarak getirerek Muhsin’i harcadı. O da, daha sonra uyumsuzluklar devam edince, milletvekili olduğu dönemde arkadaşlarıyla birlikte ayrıldı. Böylece MHP’de, “Türk-İslam Sentezi”ni savunan, ülkücü, devletçi ve “Türk milliyetçisi” vasıfları devam etmekle beraber sentez içindeki İslam vurgusunun altını çizen son öbek de ayrılmış ve laiklik, Türkçülük, şeriat karşıtlığı vurgusunu daha fazla öne çıkarıp, İslam vurgusunu azaltmak isteyenlerin hâkimiyeti pekişmiş oldu.
MHP, Siyasi Çıkarı Gerektirdiği Zaman, Ermeni ve Kürt Sorununda Kimi Adımları Kolayca Atabilmiştir
Henüz yasaklı olduğu 1985 ya da 1986 yılında bir gün beni tek başıma odasına çağırıp tekrar partinin başına geçmemi teklif ettiği görüşmemizde bana karşı gösterdiği itibar karşısında da şok yaşamıştım. Ben içeri girer girmez masasından ayağa fırlayıp önünü ilikleyerek “hoş geldiniz sayın genel başkanım” diye hitap eden, yıllarca “başbuğ” diye saygı duyduğum, karşısında hazır-ol’da durduğum adamdı. Şaşırmış ve “estağfurullah efendim genel başkan sizsiniz” dediğimde ise, “hayır efendim gerçek genel başkan, kurucu genel başkan sizsiniz, bu süreçte siz olmasaydınız bu parti tutmazdı, bu sebeple genel başkanlığa yine siz geçmelisiniz” diyerek beni yine genel başkanlığı almaya ikna etmeye çalıştı, ama ben kabul etmedim. Bunun üzerine “Agâh Oktay Güner ile Taha Akyol, Kemal Ilıcak’ın da desteğini arkalarına alarak benim liderliğimi elimden alamaya çalışıyorlar” dedi ve kendisine yardım etmemi istedi. Ben artık bu işlere uzak durmak istediğimi söyledikten sonra, o zaman partiye Genel Başkan Yardımcısı yaptığı bir iş adamının Ermeni ve Hıristiyan olduğu söyleniyordu, bunu hatırlatarak “Türk İslam sentezinin iki tarafına da uymayan Ermeni ve Hristiyan birisini nasıl oluyor da Genel Başkan Yardımcısı yapıyorsunuz” diye sordum. “Mehmetçiğim benim paraya ihtiyacım var ve O bana para veriyor” demişti.
İlkeleri konusunda çok sert ve tavizsiz gibi görüntü vermesine, hatta bazen “ne mozayiği ulan” gibi despotça çıkışlar da yapabilmesine rağmen Türkeş, kendi konumunu ve liderliğini koruyup güçlendirmesine katkı sağlayacağı kanaatine varırsa, yani siyasi çıkarları gerektirdiğinde son derece uyumlu ve pragmatik davranabilmekteydi. Nitekim bilindiği gibi, yıllar sonra 1993 yılında yine siyasi çıkarlarla ve aynı pragmatizmle Ermenistan Devlet Başkanıyla Fransa’da buluşup, bugün Devlet Bahçeli’nin şiddetle karşı çıktığı Ermeni açılımını ilk başlatmak isteyen ve Ermenistan Devlet Başkanıyla ilk görüşen Türkiyeli siyasi lider de o olmuştu. Aslında MHP’nin ve Devlet Bahçelinin klasik tutumudur bu. Hem Ermeni açılımında Türkeş ilkti, hem de Kürt açılımı denebilecek ilk adımı da, Başbakan yardımcısıyken Devlet Bahçeli siyasi konumu ve çıkarı gereği Öcalan lehine kararlar alarak atıvermişti.
Bu konuda bir örnek de, MHP’nin Doğu Türkistan konusundaki tutumu ile ilgili olarak verilebilir. 2000 yılı Ocak ayında Türkiye’yi ziyaret eden Kızıl Çin Devlet Başkanı Jan Zemin’e, yıllardır savunur göründüğü Doğu Türkistan davasını unutarak ya da siyasi çıkar ve iktidar karşılığında değişerek, Uygurlara yaptığı büyük katliam ve zulümleri ödüllendirircesine “Devlet Üstün Hizmet Madalyası” takdîm edebilmişlerdi. O günkü koalisyonda Başbakan Yardımcısı olarak görev alan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, bununla da yetinmedi, Pekin’in davetine icabet ederek Çin Halk Cumhuriyeti’ne 2002 Mayıs’ında resmî bir ziyaret yaptı ve Çin Başbakanı’na altın kaplamalı bir tabancayı hediye olarak sundu. Üstelik Bahçeli ve heyeti daha Pekin’e ayak bastığında, Kızıl Çin Devleti, Doğu Türkistan’da o zamana kadar sınırlı izin verdiği Türkçe eğitimi de yasakladı. Dahası Jan Zemin’e madalya töreni ile Bahçeli’nin Çin Başbakanı’na altın kaplamalı tabanca hediye edişinin görüntüleri Doğu Türkistan’daki televizyon kanallarından her gün 10’larca defa gösterilmeye başlandı, halen de gösteriliyormuş. İşte MHP bu, siyasi çıkarı gerektirdiğinde, Doğu Türkistanlıları katleden katil devletin başına, adeta bu katliamının ödülü olarak altın kaplamalı tabanca hediye edebiliyor, üstün hizmet madalyası takabiliyor. Maazallah Devlet Bahçeli muhalefette ve faraza Tayyip Erdoğan da iktidarda olup bunları yapsaydı, kürsüleri yumruklayarak, ağzından köpükler saçarak nasıl bağırtı ve gürültü koparırdı tahmini güç değil.
Ancak “ulusalcılık” onların vasfı olunca onlar yaptığında, bu tür konuları kolayca istismar ederek, kaşıyarak, ulusalcı sloganlarla yaygara koparıp halkı tahrik edecek kimse kalmadığı için sorun olmamaktadır. Yani siyasi çıkar uğruna, gerek Çin’le yapıldığı gibi zelil ilişkiler kendilerince kurulduğunda, ya da Kürt ve Ermenistan sorunu gibi insan hakları ve hukuk bağlamındaki açılımlar kendilerinin öncülüğünde olursa sorun yoktur. Ama başkaları onların Çin ile kurdukları gibi yanlış ilişkiler kurmuşsa ya da insan hakları açılımında öncülüğü üstlenmişse “ulusalcılıkları” kabararak gerginlik çıkarmak da onların süreklilik arz eden klasiğidir.
Bu sebeple, İslami ilkeler, vahyi ölçüler, ümmet bilinci ya da hiç değilse fıtri insani erdemler ve batının da belli ölçüde yakaladığı insan hakları hukuku belirleyici olmadığı için, “ulusalcı” önderlerden Kürt sorununda adil, haktan, hukuktan, insani erdemlerden yana bir tutum takınmasını beklemek beyhudedir. Çünkü olaylara sadece ulusalcıların çıkarları açısından bakarlar, insani ve ahlaki ilkelerle ulusalcı çıkarlar çatıştığında hep çıkarları tercih etmektedirler. Ahlaki değerleri çürüten seküler ulusalcılığın ve ulusalcı egoizmin kaçınılmaz sonudur bu. Bu sebeple onları ancak siyasi çıkarlarla sıkıştırıp ve bu bağlamda ikna olacakları vaatler sunabilirseniz olumlu adımlar attırabilirsiniz. Eğer siyasi “ulusal çıkarlar” adı altında kolayca kamüfle edilen çıkarlar aksi istikamette davranmasını gerektiriyorsa ülkenin bölünmesine kadar da gidecek olsa o istikamette yürümekten asla döndüremezsiniz. MHP’nin bu hale gelmesinde, “Türk-İslam Sentezi” şeklinde eklektik de olsa var olan İslami duyarlılığın BBP’nin ayrılışından sonra iyice tükenmesi ve tamamen seküler bir ulusalcılığın öne çıkması önemli bir rol oynamıştır. Zaten bu süreçte Türkeş “laikler! Şeriata karşı ortak laik cephe oluşturmalıyız” çağrılarını yapabilmiş, Deniz Baykal ile İslam şeriatına karşı bayrak açılan Taksimdeki “şeriata karşı laiklik mitingi”ne tam bir dayanışma içerisinde gidebilmiştir. Zaten önceden beri İslam şeriatına karşı bir Türkçülüğün temsilcisi olan Devlet Bahçeli de, İslam şeriatına karşı seküler ulusalcılıkta sınır tanımaz bir ilerleme kat ederek, önce Ecevit, sonra da yıllarca mücadele ettiği Baykal’ın CHP’siyle tam bir fikri dayanışma içerisine girebilmiştir. Hele son 7-8 yılda MHP ve CHP, İslam şeriatını tehdit ve düşman olarak algılayan ulusalcı Kemalist statükonun bekçiliği misyonunu üstlenerek, neredeyse tek parti gibi aynı ilkelere vurgu yapar hale gelmişler, halkı bu iki partiden birine oy vermeye çağıran ilanlar bile yapılabilmiş, hatta farklı bölgelerde bu partilerden güçsüz olan güçlü olana oy vermeye tabanını yönlendirecek kadar ileri giden bir bütünleşme yaşayabilmişlerdir. Ayrıca bu tür laik Türkçü liderlerin öncülüğünde MHP, yıllarca çatıştığı İslam karşıtı Ergenekoncu Doğu Perinçek grubu ile birlikte, yani İslam düşmanı ulusalcılarla bile, “şeriatçılığa karşı Kızıl Elma koalisyonu”nda bütünleşebilmiştir.
Görülen odur ki, İslami açıdan batıl da olsa, İslam ile sentezlenen “milliyetçilik” bir grileşmeyi temsil edip ılımlılaşmakta, İslamsız “milliyetçilik” ise seküler ulusalcılıkla örtüşerek daha despot bir faşizme doğru yol almaktadır. Çünkü “milliyetçiliğe” kimi İslami duyarlılıkları ve ahlaki değerleri katanlar, insani, fıtri erdem ve değerler alanında ılımlılaşmakta, tam anlamıyla İslami ilke ve ölçüleri esas almasa da, bu sentezle gelen değer ve erdemler hiç değilse fıtri insan haklarına saygıyı kolaylaştırıcı bir etki yapabilmektedir. Bu bakımdan MHP Kürt sorununa çözüm açılımı konusunda halkı sokağa dökecek kadar sloganik, niteliksiz, tahrikçi duruşlar sergileyip, konuşma bile denemeyecek bağırmaları gerçekleştirirken, MHP dışındaki “milliyetçi” çevreler ve “Türk-İslam Sentezcisi”, İslami kimlik ve değerlere saygılı BBP daha ılımlı ve olumlu bir üslubu yakalamakta zorlanmamaktadırlar.
Bahçeli: “Başörtüsü İslamcıların Sorunu”
Üniversitelerde başörtüsü yasaklarının hız kazandığı 1980’li yılların sonlarına denk gelen süreçte, bir ara okula başörtülü girenleri denetlemek, engel olmak ve gerektiğinde tutanak tutmak için fakülte kapılarında asistanları görevlendiriyorlardı. Devlet Bahçeli’nin öğretim üyesi olduğu Ankara İktisadi Ticari İlimler Akademisinde asistan olan İslami duyarlıklı Mehmet isimli ülkücü bir çocuk vardı. Fakülte kapısında bu amaçla görevlendirildiği bir gün yaşadığı olayı bana ağlamaklı bir tepkiyle anlatmıştı. Yaşadığı şok olayı şöyle anlatıyordu: “Ben kapıda beklerken Devlet Abi geldi ve hayrola Mehmet niye burada bekliyorsun diye sordu. Ben de sebebini söyleyince, beni bir kenara çekerek şunu söyledi; ‘sakın başörtülülere müsamahalı davranma, kesinlikle içeriye alma, bu bizim meselemiz değil. Devlet önce Marksistlerin üzerine gitti, sonra milliyetçilerin üzerine gitti. Şimdide İslamcıların üzerine gidiyor, başörtü sorunu onların meselesi, ne halleri varsa görsünler bizi ilgilendirmez’ dedi.”
MHP’ye Aşırı ya da “Kuru Türkçü” Kanat Hâkim Oldu
MHP’den İslami eğilimli kişiler ayrıldıkça katı bir şekilde Türkçü olan kanat baskın hale geldi. Nihal Atsız gibi düşünenler hâkim güç oldu. Sentezci anlayışla da olsa var olan İslami eğilimler törpülendi. Devlet Bahçeli gibiler de teşkilat içerisinde yer alan İslami eğilimlilerin ve Kürtlerin önlerini kestiler. Partide Türk Kürt aynı kavimdir diyenler olsa da buna inananlar çok azdır. Aslında onlar da Kürtlerin Türklerden çok önceden beri bu bölgede var olan ayrı bir kavim olduğu gerçeğini bilmektedirler. Bu sebeple MHP’nin lider kadrosu Kürtlerin Türk olduğuna inanmamakta, ama halkı aldatmak için “dağlı Türklerin karda yürürken çıkardıkları ‘kart, kırt, kürt’ sesinden dolayı Kürt ismini aldıkları” uyduruk teorisini alay edercesine kullanmaktadırlar. 1970 yılında ülkücüler olarak işgal edip yönetimini ele geçirdiğimiz Ankara Site (bugünkü Atatürk Öğrenci) yurdunda, o sırada yurt başkanlığını da ben yürütüyordum, Nihal Atsız’ın kardeşi Necdet Sancar’ı konferans vermek üzere çağırmıştık. Sancar, konferansında “Güney ve Doğu Anadolu’da yaşayan Kürtler Fars’ların adi bir koludur” ifadesini kullanmıştı. O güne kadar yurtta barınan ve ülkücü olan birçok Kürt öğrenci vardı ve biz Kürtlerin Türk olduklarına dair o uyduruk tezi işliyorduk. İslam’ın ahlak ve faziletini bile reddederek “kuru Türkçülük” yapan bu ekip, Kürtlerin Türk olmadığını ilk defa gündeme getiriyordu, üstelik Farsların adi bir kolu şeklinde ifade edip aşağılayarak. Aynı aşağılayıcı üslup MHP önde gelenlerinde tekrarlanan bir vakıadır. Mesela MHP’nin Devlet Bakanlığına getirdiği Türkçülüğüyle ünlü Abdülhalûk Çay’ın 1990’lı yıllarda yayınladığı “Her Yönüyle Kürt Dosyası” adlı kitapta da “saltukname” ve “Şerefname” den alıntı yapıldığı ifade edilen ve Kürtlerin ”Şeytan nesli” olduklarını ve Hz. Muhammed (s) tarafından da “lanetlendiklerini” iddia eden sapık ve uyduruk bilgilere yer verilmişti. Bu uyduruk iddialar, hem insanlık onuruna, hem insanın fıtri, vicdani erdemlerine, hem tevhidi akıdeye, hem vahyin evrensel ölçülerine, hem de insan haklarına saldırı mahiyeti taşıyan, aynı zamanda da Peygamber’lere iftira boyutu taşıyan hezeyanlar olduğu için ciddiye alınmamsı gerekirken, MHP’li bakan kitabında bunlara yer ayırabilmişti.
Aynı dönemde Ankara ülkü Ocağının yeni yönetim kurulu üyelerini belirlemek için dar ölçekli bir katılımla gerçekleştirdiğimiz üst kadro toplantısında, Van Ercişli Hayrettin isimli son derece fedakar, çalışkan ve ehil bir ülkücü öğrenciyi yönetime girmesi için teklif ettiğimde, “ne diyorsun ya, bilmiyor musun o KÜRT” diye aşırı tepki gösterilmesi üzerine çok şaşırmıştım. Ve saf saf “ya hani Kürtler de Türk’tür diyorduk” dediğimi ve diğerlerinin ise vay saf dercesine istihza ile gülümsediklerini hâlâ iğrenerek hatırlıyorum. Çünkü bu çirkin zihniyet, Kürt gençlerini siz de Türksünüz diye ülkücü ve MHP’li yaparak kendi “ulusalcılık davası” uğrunda ölmeye ve öldürmeye sevk edecek kadar kullanıyordu, fakat iç dünyasında bunun bir yalan ve aldatma olduğu düşüncesini taşıyordu.
İslami duyarlılıkların sentez halinde varlığına bile tahammül edemeyip, ayrışmalarla İslam ile sentezli “Türkçülüğü” Büyük Birlik Partisine bırakıp, İslam ile senteze bile hayır diyen sentezsiz “kuru Türkçülük” üzerine istikrar kazanan MHP, bugün artık ulusalcı gerginliklerden beslenen, çatışmalarda ölenleri ilme aykırı bir biçimde “şehid” olarak niteleyip bunları istismar ederek ayakta durmaya çalışan bir konumda karar kılmış bulunmaktadır. Bu öyle bir konum ki, ne yaptığını ve ne söylediğini bile bildiklerinden şüpheye düşüren bir gözü dönmüşlükle, ağızlarından tükürükler saçan bir bağırtıyla ortaya konan sloganik, niteliksiz konuşmalarla, Kürt halkının gasp edilen haklarından bir kısmının bile iade edilmesi halinde elli yıl dağa çıkmaktan bahsedebilmektedirler. Halbuki, gürültüye, bağırtıya boğmadan, biraz da olsa akletme kabiliyetini kullanabilselerdi, Kürtlerin kavmi kimliklerinin, ana dillerinin yok sayılarak asimile edilmeye kalkışıldığı, her türlü alçakça işkence ve katliama tabi tutuldukları gerçeğini görüp, hiç değilse kendi kutsalları olan “ulusal çıkarlar” adına, bunca zulüm karşısında dağa çıkanların ne kadar haklı olduklarını ispat etmeye vesile olacak söylemlerden kaçınırlardı. Şunu demek istiyorum, “eğer siz MHP olarak Kürtlerin gasp edilen bir kısım haklarının iadesine bile tahammül edemeyip onların iki misli uzunlukta elli yıl dağa çıkarız diyorsanız, hele onlara yapılanlar size de yapılsaydı kim bilir nice terör eylemlerinin altına imza atar, nice zulümler işler ve belki de yüzyıllarca dağlardan inmezdiniz”. İşte MHP bu dağ söylemiyle, hak ve özgürlüklerin önünde set oluşturan gerginlikçi bağırtılarıyla, akletme kabiliyetini yitirince, aslında bu kadar hak ihlallerine, asimilasyon, tehcir, mecburi iskân, göçe zorlama, köy yakma, pislik yedirme, faili meçhuller gibi bunca şedid zulümlere muhatap kılınan Kürtlerin 25 yıldır dağlarda silahlı mücadele vermelerinin kendi tutumundan çok daha masum olduğunu ispat ettiğini bile düşünememektedir.
Kürt Sorunu ve MHP Kurucu Genel Başkanlığı Yapmış Birinin Hidayete Erdikten Sonra Bu Soruna Yaklaşımı
Kavmi kimlikler ve anadiller Allah’ın ayetidir. Bunlara karşı tavır almak, Allah’ın ayetlerine savaş açmak anlamına gelir. Yıllarca Kürt halkının kimliği ve ana dili yok edilmeye, asimile edilmeye çalışıldı. Osmanlı devleti yıkıldıktan sonra, yeni kurulacak ulus devlette İslami kimliği, şeriatı ve ümmet bilincini tehdit ve düşman algısının başına oturtanlar, Osmanlı bakiyesi halkları bir arada tutabilmek için Türk ulusalcılığını dayatmayı ve herkesi Türk kimliği içinde eritmeyi hedef edindiler. O dönemde dışarıdan mübadeleyle gelen insanların Müslüman olanlarını ülkeye alıyorlardı. Çünkü Müslüman halkları kolayca Türk kimliği içinde eritip asimile ederek, bir “Türk ulusu” oluşturabileceklerine inanıyorlardı. Gayrimüslimleri ise eritemeyiz inancıyla içerdekileri yurt dışına çıkarmaya, dışarıdaki gayrimüslim Türkleri ise içeriye almamaya çalışıyorlardı. İşte bu ırkçı seküler zihniyet, İslami kimlik ve İslam şeriatını düşmanlaştırınca, doğan boşluğu da dinleştirilmiş Türk ulusalcılığıyla doldurunca, bu projenin önünde engel olarak gördüğü Kürt kimliğini de tehdit ve düşman algısının ikinci sırasına yerleştirdi. Ve o zamandan beri yeni sistemin ömrü bu iki kimliğe yönelik asimilasyon politikaları uygulamak, bundan doğan sorunlarla boğuşmakla geçmiştir. Zaten yıllardır yasaklarla kuşatılmış bulunan Kürt kimliği ve Kürtçe 1980 darbecilerinin faşist karar ve uygulamalarıyla tamamen hayattan dışlandı ve yasaklandı. Ve sorun giderek yeni sorunlara da kaynaklık eden bir sorunlar yumağı haline getirildi. Sonuçta bürokratik diktatörlerin İslam düşmanı, ırkçı, ideolojik kuşatma ve dayatmalarıyla bu ülke halklarına büyük bedeller ödetildi, yaygın ve derin acılar, ıstıraplar yaşatıldı.
Ülkücü ve MHP’li olduğum dönemde, tıpkı bugün aynı konumda bulunanların halinde ve söylemlerinde de açıkça görüldüğü gibi, bütün bunları fark edip, adil ve haktan, hukuktan yana bir bakış açısı kazanmam maalesef mümkün değildi. İşte MHP’de Genel Başkanlık konumuna kadar gelen bir “Türk milliyetçisi” (kavmiyetçi ifadesi daha doğrudur) olarak bütün bunları, yani devletin bu ülke halklarına yaşattıklarını fark edip adil ve insani erdemlere uygun düşünebilmem, insan haklarına duyarlı, haktan ve hukuktan yana bir hali kazanabilmem için, “milliyetçilik”ten/kavmiyetçilikten arınıp vahiyle buluşmam gerekti. Ancak iman, amel ve hayatımızı belirlemek için indirilmiş olan Kur’an’ı hakkıyla okuyup, anlama, öğüt alma çabası içine girdikten ve vahyin ölçüleriyle kuşanıp, hak ile batılı ayrıştırıp cahiliyeden arınmamı sağlayacak furkanı özümsedikten sonra, Kürt sorunu da dahil, bütün sorunlara komplekssiz bir adalet anlayışıyla yaklaşmayı öğrendim.
Mazlum-Der’i kurduğumuz ve kurucu Genel Başkanlığını yürüttüğüm süreçte, bir grup solcu yazar Mazlumder’i ziyarete gelmişlerdi. Bu heyette yer alan Tanıl Bora şunları söylemişti; “Mehmet bey, çıktığınızdan beri bizi şok ediyorsunuz, son derece adil ve çifte standartsız bir insan hakları mücadelesi veriyorsunuz, sizin bu tür adil tutumunuzu yansıtan bildirilerinizi biz İHD’de panoya asıyoruz, ancak kısa bir süre sonra yırtılıp atıldığını görüyoruz. Yani bizimkiler sizin adaleti savunan bildirilerinize bile tahammül edemezken, siz bu kadar adil olmayı, düşünce, inanç ve ırk ayrımı gözetmeden herkesin hak ve özgürlüklerini savunan bir çizgi oluşturmayı nasıl başarabiliyorsunuz” mealinde sözler söylemişti. Biz de şu cevabı vermiştik, “Tanıl bey, biz İslam’ı tercih edene kadar özgürüz, ama bağımsız irademizle İslam’ı tercih ettikten sonra artık vahye teslim oluyoruz. Bu bakımdan, hayatımızın bütün alanlarında ve bu arada insan hakları alanında da, Kur’an’a tabi olmak zorundayız. Yani bizim, sizin de takdir ettiğiniz, çifte standartsız adalet ve hak anlayışımızın ölçülerini, sizin de bizim de Rabbimiz, yaratıcımız olan Allah belirliyor. Eğer biz de sizin gibi beşeri bir ideolojinin müntesibi olsaydık, biz de şu veya bu ölçüde çifte standartlara sürüklenebilirdik. Ancak sizin de bizim de Rabbimiz olan Allah, ayrım gözetmeksizin bütün kullarının haklarının ve adaletin tecellisinin güvencesi olmamızı bize emrettiği için biz böyle davranmak sorumluluğunu taşımaktayız. Yani takdire şayan buluğunuz adil tutumumuzun arkasında, böyle davranmamızı emreden Rabbimiz ve adil ölçüleri belirleyen Kur’an vardır.” Evet, işte böyle eskiden ülkücü olan Mehmet Pamak’ı solcunun katledilmesi bile ilgilendirmezken, hatta kendi arkadaşları devlet için solcuları kolayca öldürebilirken, şimdi aynı Pamak, solcuların işkence görmesine bile tahammül edemeyen, ayrım gözetmeksizin herkesin hak ve özgürlüklerini savunan bir kimliği temsil ediyordu. İşte bizi bu hale getiren, bütün bu adil dönüşümü geçirmemizi sağlayan sadece ve sadece Allah’a ve Kur’an’a teslim olmamızdı.
Bu sebeple eski batıl davadaki arkadaşlarımı da, merhametle aynı şeyi yapmaya çağırıyorum. Bu sefer hak dava saflarında buluşmaya, tevhidi bir imanla bütünleşip, Allah’ın haram kıldığı kavmiyetçilikten arınmaya, bu iman gereğince her meseleye vahyin ölçüleriyle yaklaşmaya ve bunun için Kur’anı hakkıyla okuyup anlamaya, yaşamlaştırmaya ve hayatımızı sadece Allah’ı razı edecek amellerle doldurmaya çağırıyorum.
YAZIYA YORUM KAT