Metalaşan değerler ve ahlaki çözülme
Turgay Yerlikaya, tüketim kültürünün toplumsal düzen ve değerler üzerindeki etkilerini sorguluyor.
Turgay Yerlikaya/Yeni Şafak
Piyasa toplumu ve her şeyin satın alınabilirliği üzerine
Yaşadığımız çağın en baskın özelliklerden birisi sabitelerden yoksun bir hayatın yaşanıyor olması. Halbuki kadim dönemde belirli sabitelerin içerisine doğan insan kozmik düzenin bir parçası olarak kendisini görmekte ve sistemle uyumluluğu esas almaktadır. 17. yüzyıl ve sonrasında ise kozmik düzenin dışında bir özne anlayışı ortaya çıkmakta ve modern birey olarak kabul edilen bu özne, dünyayı kontrol edilebilir bir nesne olarak görmektedir. Kadim bir tartışmayı da tetikleyen bu olgu, toplumdan yalıtık bir özne anlayışı ortaya çıkartmakta ve bireyselciliğin alabildiğine özendirildiği bir vasata bizi götürmektedir.
Sabitelerden yoksun bir hayatın varlığı akışkan bir düzeni de beraberinde getirir. Bauman’ın ifadesiyle, günümüz insanı, bir nesneden diğerine bir arzudan diğer bir arzuya salınım içerisinde olduğu bir toplumsal vasatta yaşar. Tüketimin bir ihtiyaç değil bir arzu olarak dayatıldığı bu akışkanlıkta, insanın arzularına yönelen bir tüketim pratiği de ortaya çıkar. Tüketmekle mutlu olmak arasında pozitif bir korelasyon kuran yeni dünya düzeni, nesnelere, ihtiyaç yerine simgesel anlamlar yükler. Bu nedenle herhangi bir marka araba ya da telefon kullanımı bir ihtiyaçtan ziyade bir kullanım göstergesi söz konusu olmakta ve nesnelere olduğundan farklı anlamlar atfedilmektedir. Yani daha doğrudan söyleyecek olur isek satın aldığımız şeyler birer ihtiyaçtan ziyade birer imaja dönüşmekte ve tüketim pratiğimiz de bu yolla şekillenmektedir.
Piyasa Ekonomisinden Piyasa Toplumuna
Günümüzün etkili ve popüler filozoflarından Michael Sandel de toplum duygusunu aşındıran bireycilik üzerine düşünür ve günümüz toplumundaki bu tüketim pratiklerinin dönüşümü üzerine ufuk açıcı sorular sorar. Sandel’in en önemli sorusu, “Bir piyasa ekonomisinden piyasa toplumuna mı dönüşüyoruz”dur. Sandel’in buradaki kastı, kapitalizm ile ortaya çıkan pazar ve piyasa algısının toplumun bütün alanlarına sirayet etmesidir. Sandel’e göre piyasa ekonomisi olarak (market economy) adlandırılan olgu, toplumun bütün alanlarına doğru bir yayılmayı beraberinde getirmiş ve pazar ekonomisinden pazar toplumuna (market society) doğru bir geçiş yaşanmıştır.
Sandel’in buradaki kritik eleştirisi şu: Piyasanın doğasına hakim olan ekonomik ilişki modelinin toplumun her alanına nüfuz etmesiyle birlikte, her şey parayla sahip olunabilecek bir meta olarak görülmekte ve bu da toplumsal alandaki ilişkilere zarar vermektedir. Bütün her şeyin parayla satın alınabildiği bir toplumsal yapının çözülmesi ise kaçınılmazdır. Bu durumu çok da imalı bir başlık attığı “Para Neyi Satın Alamaz: Piyasanın Ahlaki Sınırları” (What Money Can’t Buy: The Moral Limits of Market) isimli kitabında derinle-mesine inceleyen Sandel’e göre, seçmemiz gereken şey hangi toplumsal düzlemde yaşayacağımızdır.
Sandel’in piyasa toplumuna dönüşmenin ahlaki sınırlarına ilişkin yaptığı tartışmada dikkat çeken en önemli hususlardan birisi de dine ait olan mekan ve ritüellerin de metalaştırılmasıdır. Bu analiz bana Türkiye’de her türlü eğlence için araçsallaştırılan Mevlevi ayinlerinin toplumun bir bölümü açısından bu değerlerin nasıl bir imaja dönüştürüldüğünü göstermektedir. Ya da benzer biçimde, geleneksel olarak kabul ettiğimiz bazı pratiklerin, ihtiyacın dışında bir imaja dönüştürülmesi sürecinde kaçınılmaz olarak yaşanan ahlaki çözülmeyi.
Son dönemde Dubai çikolatası da bu tüketim çılgınlığı içerisinde araçsallaştırılan bir ürün olarak karşımıza çıktı. Ürünün pratik çıktısından ziyade, televizyon ve sosyal medya aracılığıyla kesbettiği ün, ona bir imaj atfedilmesine yol açtı ve insanlar saatlerce kuyruğa girmek marifetiyle bu ürüne sahip olmak istediler. Muadili bir ürünü almak yerine ilgili ürünü deneyimlemenin nedeni ise tam da o ürüne yönelik imajların varlığıydı.
Bütün değerlerin satın alınabilir bir şeye dönüştürülme sürecine ilişkin bir deneyim örneği de doğa kampları. Son dönemde sosyal medya fenomenleri aracılığıyla yaygınlaşan, “doğada çadır kampı” deneyimi, katılımcılara doğada kalma deneyimi edindirmede ve bu deneyim üzerinden fahiş fiyatlar alınmaktadır. Buradaki deneyimin metalaştırılması ve sosyal medyada bir gönderi olarak paylaşılması ve bunun üzerinden bir statü kabulü gibi olgular ise aslında bu deneyimlerin bir arzuya dönüştürülme sürecini bütün ayrıntılarıyla ortaya koymaktadır. Kentin her türlü kakofonisi ve keşmekeşinden uzaklaşmak isteyen orta ve üst sınıfa pazarlanan bu kamp deneyimi, metalaştırmanın son örneği olarak karşımıza çıkacaktır.
Kaçınılmaz biçimde her şeyin birer ticari mal gibi alınıp satıldığı bu toplumsal düzende, piyasanın herhangi bir ahlaki sınırı var mı sorusuna vereceğimiz cevap oldukça önemli. Sistemden bağımsız atomize olmuş bireylerden teşekkül eden bir toplumsal vasatta herhangi bir ahlaki sınır koyabilmek bu anlamda mümkün değil. Peki ne yapmalı sorusunun da sihirli bir cevabı olduğunu dikkate alarak, piyasa toplumu olmanın sorunları ve çıkmazları üzerine daha fazla düşünmek gerekliliğine vurgu yapmak gerekiyor kanaatimce.
HABERE YORUM KAT