1. YAZARLAR

  2. Etyen Mahçupyan

  3. Meşruiyet zaafı
Etyen Mahçupyan

Etyen Mahçupyan

Yazarın Tüm Yazıları >

Meşruiyet zaafı

15 Ocak 2010 Cuma 17:32A+A-

Ermenilerle Kürtler arasında birçok benzerlik var. Her ikisi de Anadolu’nun kadim toplumları ve her ikisi de binlerce yıllık sürenin büyük kısmını vesayet altında yaşamış. Modernliğin bu topraklara nüfuz etmesine paralel olarak her ikisi de yeni taleplerle ortaya çıkmış ve devlet tarafından ezilmiş. Her ikisi de mağdur ve haklı... Her ikisi de bu mağduriyeti seslendirmek ve haklarını istemek üzere siyaset arayışlarına girmişler. Ve her ikisinde de birbirine çok benzeyen milliyetçi ve otoriter zihniyete dayanan siyasetler kimliğe hâkim olmuş. Bunun anlaşılır bir durum olduğunu söyleyebilir ve söz konusu siyasetlere sempati ile yaklaşabiliriz. Ancak burada basit birkaç soru var: Mağduriyet ve hak sahipliği otoriter zihniyete dayanan siyasetleri meşru kılar mı? Mağdur ve hak sahibi olanlar otoriter zihniyete dayanan siyasetlere mahkûm mudur? Mağdur ve hak sahibi olanların farklı siyaset geliştirme yeteneği yok mudur?

Vicdan sahibi Ermeniler ve Kürtler bu soruların yanıtını bilirler. Otoriter zihniyete dayanan siyasetlerin meşru sayılamayacağının, çünkü bunun bir ‘tercih’ olduğunun ve önlerinde daima demokrat zihniyete dayanan siyasetlerin de bulunduğunun farkındadırlar. Haklı olmak siyasi taleplerle ortaya çıkmayı meşru kılar, ama ‘haklı siyaset’ bu taleplerin ‘nasıl’, hangi yöntemlerle ve ilkelerle savunulduğuyla bağlantılıdır. Eğer önünüzde tercihte bulunabileceğiniz siyaset alternatifleri mevcutsa, haklı olmanın kolaycılığına sığınarak çatışma ve şiddet yolunu seçmek, sizi meşru olmayan bir siyasete ve konuma sürükler. Bu yöntemle elde edilen ‘adalet’, demokrat bir dünyanın zeminini oluşturamaz, çünkü güç kullanarak, karşısındakinin kolunu bükerek, diğerinin seni ezerken dayandığı zihniyeti aynen yeniden üreterek elde edilmiştir. Bu tür ‘adalet’ arayışları ancak geçici dengeler yaratırlar ve hiçbir zaman gerçek bir barış ve birlikte yaşama ortamı üretemezler.

Ermeni diasporası bu açıdan daha anlaşılabilir bir tavır içinde. Çünkü onların artık ‘Türklerle’ birlikte yaşamak gibi bir istekleri ya yok, ya da son derece azalmış durumda. Ama aynı şeyi Kürtler için söylemek o kadar kolay değil. Birlikte yaşama isteği her gün vurgulanmaya devam ediliyor. Ne var ki bu beyan karşı taraf açısından pek inandırıcı gözükmüyor... Çünkü bugün Kürtlerin önünde şiddet siyasetinin dışında da siyaset yolları var. Kimse silahın bir anda bırakılmasını beklemiyor. Aslında bu bile yapılamayacak şey değil ve böyle bir siyasi adım devleti tamamen açmaza sokarak ‘çözümü’ inanılmaz bir biçimde hızlandırabilirdi. Ama silahın sadece silah değil, bir sosyolojik olgu, bir hiyerarşi, bir kültür olduğunu, kendi içinde bir dil, gücü temel alan bir doku ürettiğini biliyoruz. O nedenle silahtan kurtulmak için silahı bırakmak yeterli olmuyor, silahsız bir dünyanın siyasetine geçmek gerekiyor. Bütün bunlar zamana muhtaç... Ama tutulan yol önemlidir. Asıl mesaj tutulan yoldadır ve Kürt siyasetinin şiddet yolunu bırakma iradesinin görünür olması gerek. Ancak o zaman Kürt toplumunun meşru ve haklı talepleri meşru ve haklı bir siyasetle desteklenebilir ve günümüzde hiçbir ‘küresel’ devlet bunları engelleyemez.

***


Kürt
meselesi ile ilgili tartışmayı şimdilik bu yazıyla noktalıyorum. Ama bu vesile ile, benim yazdıklarımı derinleştirip, ufkunu açan iki yazıya gönderme yaparak bitirmek istiyorum.

***


Leyla İpekçi
8 ocak tarihinde “bir ‘maneviyat’ olarak şiddet” başlıklı bir yazı yazdı. Meselenin siyaseti fazlasıyla aşan boyutuna, ama aynı zamanda bu durumun siyaseti nasıl paralize ettiğine dikkat çekti. İpekçi’nin gözlemiyle bölgedeki şiddet bir ‘tutku’ değildi. Ortada “şiddetin meşrulaştığı bir aidiyet kavramı bile” yoktu. İpekçi bu durumu bir ‘varolma imkânı’ olarak tanımlıyor: “ Şiddet bu çocuklar için bir son çare dahi değildi. O aşamalar çoktan geçilmişti. Bir çeşit maneviyat ihtiyacıydı şiddet. Bir varoluş hakikatiydi artık.” Bu gözlemden hareketle İpekçi’nin tesbiti ise şöyleydi: “Bugün demokratik olmaya çalışan Kürt siyasetinin en büyük açmazlarından birinin yok sayılmakla, yok edilmekle gelen bir varlık arayışı olduğunu düşünüyorum. Bu ihtiyaç, tek çare olarak eline silah alıp dağa çıkan gençleri tek karede donduruyor. Silahın mazlum taraf olarak haklılığı ise, o donmuş kareden sonra bir daha kendi söylemini üretemiyor, siyasi karşılıklarını besleyemiyor. Meydan okumanın gücü, zaman içerisinde bu deneyimlenmiş ‘yokluğu’ yüceltiyor ve silahla olan ilişkiden başka bir arayışa da gerek kalmıyor.”

İpekçi’nin keskin içgörüsü, benim yukarda sözünü ettiğim şiddet yolunun terk edilmesinin ne denli zor olduğunu, şiddetin bizzat kendisi olarak hayatı anlamlandırma gücünü ortaya koyuyor. Öte yandan aynı durumun hayatı dondurduğunu, şiddetin bir anlamda ölümün kendisi olduğunu da ima ediyor. Hayatın donması ise siyasetin bitmesi demek... Çünkü İpekçi’nin çizdiği tablo siyasete ihtiyaç duymayan, hatta siyaseti ‘zararlı’ bulabilecek olan insanları resmediyor. Ne var ki bu var olma biçimi ile günümüzde Kürtlerin talep ve isteklerini karşılamak artık mümkün değil, çünkü bu duruşun bir meşruiyet zaafı var. Kürtler devletin gayrı meşru tasarruflarına itiraz ederken, eğer kendileri gayrı meşru yollarda tıkanıp kalırlarsa, hem devletin yaptıkları önemini yitirir, hem de meşru haklar elde edilemez. Çözüm Kürt siyasetinin ‘içerden’ değişmesidir... Kürtlerin kendi içlerinde şiddet yolundan ayrılmayı konuşmaları ve buradan yeni bir siyaset üretmeleri gerekiyor. Çünkü ‘çözüm’ Kürtlerin istediği şeydir, onların haklı talepleridir ve devletler ne denli güçlü olursa olsunlar, haklı toplumsal siyasetler karşısında çaresizdir... Yeter ki siz meşruiyet zaafı göstermeyin.


***

Bejan Matur
ise 6 ocakta Zaman gazetesindeki köşesinde çok farklı bir boyuta dikkat çekmekteydi: “Kürt siyaseti demokrasi mücadelesi verirken, demokratik bazı argümanları kullansa da, çoğunlukla demokratik olmayan mekanizmalar üretti. PKK, şiddeti sadece devlet ile mücadelede bir yöntem olarak değil, aynı zamanda Kürt siyasetine karşı da kullandı... Hem Kürt siyasetinin hem de PKK’ya yakınlık duyan Türk solunun yıllarca bu mekanizmaya eleştiri getirmemesi, mücadele zemininin demokratik olmaması ile ilgiliydi... Oysa bugün zemin değişmek üzere... Tam da bu nedenle bugüne kadar görünmeyen Kürt siyasetindeki bu anti demokratik tavır bugün ciddi bir sorun haline geliyor... Kürt siyasetinin yarattığı bu mekanizmaları sorgulanamaz hale getiren (ise) sadece PKK’nın tabanı değil. Buna meşruiyet kazandıran Türk sol aydınların tavrı da bir etken... Bu anlamda Mahçupyan’ın Kürt siyasetindeki demokratik olmayan zihniyeti eleştirmesi doğru olsa da, Kürt siyasetini Türk solundan ayrı bir kategori olarak düşünmemesi gerekirdi. Evet Kürt siyaseti ve Türk solu arasında kitlesel bir örtüşme yok ama zihinsel bir birleşme olduğunu gözden kaçırmamalıyız. Çünkü Kürt siyasetindeki temel mekanizmaları belirleyen argümanlar Türk solunun argümanları. PKK özetle Kürt meselesine giydirilen sol argümanlar demek.”

Bu değerlendirmeye tümüyle katılmak gerekmiyor, ama söz konusu tesbiti yok sayarak ilerlemek de pek mümkün olmayabilir. Bu nokta Kürt siyasetinin sadece bir dil ve yöntem değişikliğine gitmesi değil, siyasi muhatap ve yandaş arayışlarında da farklı bir algı geliştirmesi gerektiğini ima ediyor. Zihniyetlerin farklı ortamlarda farklı meşruiyet anlamları içerdiğini söyleyerek, bugünün siyasi ortamında ‘sol’ ile işbirliğinin anlamını sorguluyor. Ama bir o kadar önemli mesaj da sol siyaset üretmek üzere yola çıkanlara... Çünkü aynı tesbit, şiddeti dolaylı olarak meşru kılan popülist siyasetlerin ‘sol’ olmaya devam ettikçe Kürt meselesine zarar verebileceğini de vurgulamış oluyor. Nihayet böyle bir ‘sol’un günümüzde neyi savunursa savunsun meşruiyet zaafı içereceği de bu vesile ile söylenmiş oluyor.

TARAF

YAZIYA YORUM KAT