’Menderes’lerin dramı ve ’Ermeni Mes’elesi’..
Adnan Menderes’in sonuncu oğlu Aydın Menderes de vefat etmiş, 23 Aralık akşamı..
İqbâl ile de, idbâr (bedbahtlıklar, facialar ve acılar) ile de yoğrulmuş bir ailenin mensubu olmanın bütün özelliklerini taşıyan bir sembol-şahsiyet idi âdetâ, Aydın Menderes..
Ölüm her canlı için kaçınılmaz âqıbet.. Amma, vefat eden isim ve mensub olduğu ailenin trajik hayat çizgisi, çoğu için duygulandırıcı olmuş olabilir..
Babası Adnan Menderes’in 10 yıllık başbakanlığını çocukluk döneminde yaşamış ve sonra da, bir askerî darbeyle devrilip Yassıada Yargılamaları denilen düzmece muhakemelerin sonunda da, akıl almaz ve utanç tablosu oluşturan büyük zulümlerle babasının idâm olunuşunu henüz 16-17 yaşlarında yaşamış bir insan düşününüz..
27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi, bütün milletin üzerinden ve en çok da -iki Şef’in 27 yıl süren diktatörlük döneminden sonra geldiği için, halk kitlelerinin büyük sevgisini kazanmış olduğu için, darbecilerle daha bir hınçla- idâm olunan Başvekil Adnan Menderes, Dışişleri Bak. Fatîn Rüşdî Zorlu ve Maliye Bak. Hasan Polatkan aileleri üzerinden bir buldozer gibi geçmiş ve daha sonraki askerî darbelerin de yolunu açmıştı..
*
Aydın Menderes, babasının idâmını önlemek umuduyla annesi Berrin Hanım’ı o en hassas anda, İsmet İnönü’nün evine, Pempe Köşk’e gitmeye zorlamıştı.. Paşa ise, ’Dertli hanımdır, dinledim’ demekle yetinip ana-oğulu elleri boş göndermişti.
Halbuki, İsmet İnönü, 27 Mayıs ihtilalcileri üzerinde derin etki sahibi idi ve ’Bu idâmlar yapılırsa, karşınıza dikilirim..’ deseydi, hem o idâmlar herhalde yapılamazdı, hem de kendisi millet nezdinde itibar kazanırdı..
*
Ve geride, uyku haplarıyla intihara teşebbüs ettikten sonra son anda kurtarılıp, ayakta duramıyacak vaziyette yıpranmış bir bedene sağlam raporu verilerek, 17 Eylûl 1961 öğle vakti, üzerinde beyaz bir idâm gömleği, elleri bağlı olarak dârağacına yürür vaziyette arkadan görülen bir Adnan Menderes ve dârağacında boğazına yağlı ilmek geçirildikten sonra, dudakları mırıldanarak, dünyaya son kez bakan bir Adnan Menderes profili kalmıştı..
Adnan Menderes’in idâmı, elbette halkımızın büyük kesimleri için de bir korkunç ve derin sosyal travma olmuştu, ama, bu travma, asıl Menderes Ailesi üzerine çökmüştü..
Ama, Menderes Ailesi’nin dramı, trajedisi o idâmla da bitmeyecekti..
Nitekim, ailenin büyük oğlu ve o sırada AP’den Aydın m.vekili olarak Meclis’de de bulunan Yüksel’in, babasının idâmından 5-6 sene sonralarda, bir gece, evinde, bir elinde babasının resmi, bir elinde Kur’an, mutfağın havagazını açarak intihar etmesini ekleyiniz..
O intihar, o trajik son, Menderes’e tarafdar olan kitleler arasında, gerçek bir intihar gibi algılanmayıp, bir komplo, bir suikasd larak değerlendirilmişti, o zaman..
İntihar sayılmak istenmemesinin sebebi, intihara sayılması halinde yükselecek bir hayıflanmayı beraberinde getirmekteydi: ’Ahh evlâdım, mâdem ki intihar edecektin, babanı idâma götüren ve Meclis’te seçimsiz olarak kendilerini ömür boyu-temelli senatör olarak milletin sırtına yük eden ihtilalcileri Meclis’te tarayıp da sonra intihar etseydin ya.. Çünkü, sen de bir milletvekili idin ve bunu yapabilirdin.. ’
Evet, Yüksel Menderes’in intihar etmiş olabileceğine inanmak istemeyenler; intihar ettiği haberi doğruysa, bu gibi yorumları yapmaktan da kendilerini alamıyorlardı..
Menderes ailesinin çilesi bu intiharla da bitmemişti..
Ortanca oğul Mutlu, bir yağışlı gece, Ankara- Ulus’da karşıdan karşıya geçerken, hızla gelen bir otomobilin çarpmasıyla tanınmaz hale gelecek derecede fecî şekilde can veriyor ve bu kişinin Mutlu Menderes olduğu saatler sonra anlaşılıyordu.. Ve ona çarpan araç da bulunamıyordu.. Bu kazâ da, Menderes ailesine girişilen yok etme operasyonunun bir parçası olarak değerlendirilmişti, halk arasında...
*
Aileden geriye kalan son ferd olan Aydın ise, o ailenin içinden geçtiği sosyo-kültürel yapıya göre, epeyce farklı ve müslüman camiayla daha yakın temasta olan birisiydi..
Onun, 3 Haziran 1989’da İmam Rûhullah Khomeynî vefat ettiği zaman, görüşünü soranlara verdiği cevabın içinde de, bu eğiliminin izleri görülüyordu: ’Ben ve Khomeynî aynı dinin insanlarıyız.. Bu yüzden, onun hakkında, Batılıların hoşuna gidecek bir değerlendirme yapmam benden beklenmemelidir.. Allah rahmet eylesin..’
Aydın Menderes bir kalb adamına mahsus böylesine eğilimlerin insanı olduğunu da böylece gösteriyordu.
Bir ara, saflarında ve hattâ Genel İdare Kurulu’nda bulunduğu Adâlet Partisi’nden, ’Ben Süleyman Demirel’in nasıl bir dünyasının olduğunu bir türlü anlayamadım..’ diyerek kopmuş ve bir daha da oraya dönmemişti..
Daha sonra ise... Erbakan’ın lideri olduğu Refah Partisi’ne katılmış ve m.vekili seçilmişti..
Aydın Menderes, o dönemde, Meclis’de Ecevit’e karşı yaptığı bir konuşmayla yaman bir kürsü adamı olduğunun işaretlerini vermişti..
Ama, sonra Afyonkarahisar civarında meydana gelen (ve çoğu kimsenin trafik kazâsı süsü verilmiş bir komplo olarak değerlendirdiği) bir trafik kazâsında ağır şekilde yaralanmış ve hayatta kalmıştı, ama, ömrünün sonuna kadar tekerlekli sandalyeye bağlı bir felçli olarak yaşamaya mahkûm olmuştu..
Bu da Menderes ailesinin yaşadığı dramlar serisinin bir diğeri idi..
Zaman zaman tavırlarında, duruşlarında, görüşlerinde bir takım dalgalanmalar olmamış değildir.. Meselâ, ’Pazara kadar değil, mezara kadar..’ diyerek girdiği Refah Partisi’nden, 28 Şubat 1997 Zorbalığı günlerinde, 6-7 arkadaşıyla birlikte ayrılacak ve kendisine o sözünü hatırlatanlara ise, ’Mezara kadar.. sözümüze sâdık kalmışızdır. Demek ki, o durumu mezar olarak görmüşüzdür..’ diyecekti..
Ama, bütün bunlar, öylesine ağır darbelerin yükünü taşıyan bir insanın tahammül gücüyle de birlikte değerlendirilmelidir..
Şimdi.. 15 yılı aşkın bir süre tekerlekli sandalyede geçen bir ömür noktalanmış bulunuyor..
Herhalde herkesin kolayca kaldıramıyacağı ağır ve büyük acıların içinden geçen bir hayat..
Allah’ın her tasarrufunda rahmet olduğunun idrakiyle, ona rahmetler diliyorum..
***
’Ermeni Mes’elesi’ne kavmiyetçi vs. duygularla değil, müslüman hassasiyetiyle bakabilmek..
Fransa Meclisi, 1915’de ermenilere soykırım (jenosid) uygulandığına dair bir iddiayı bir kanun konusu haline getirerek, tıpkı yahudi soykırımını reddedenler için olduğu gibi, ermeni soykırımını reddedenler için de 1 yıl hapis, 45 bin euro para cezası verilmesi şeklindeki kanun tasarısını 22 Aralık günü kabul ediverdi.. Üstelik de, 570 sandalyelik Fransa Meclisi’nin Temsilciler Meclisi bölümünde sadece 52 parlamenterin katıldığı bir oturumda, 7’sinin redd ve 37’sinin kabul ve geri kalanların da çekimser kaldığı şekilde kabul edilince, tabiatiyle Türkiye’de yeniden bir nasyonalist köpürme dönemi kendisini hissettirdi.. Ve, ’Fransa şaşırma, sabrımızı taşırma!’ gibi cıvık sloganlar yeniden yükselmeye başladı.. Bu tasarı, önümüzdeki günlerde Fransa Meclisi’nin Senato kanadında da görüşülecek ve orada da kabul görürse, sözü edilen cezalar verilecek ve böylece de insanlar düşüncelerini açıklamaktan dolayı mahkûm edilecekler..
’Ermeni Mes’elesi’nin uluslararası zeminlerde baş ağrıtıcı boyutlara dönüştüğünde, duygular daha bir kabarıyor, sinirler daha bir geriliyor.. Bu da, bazı acı gerçeklerin görülmesini engelliyor.. Çünkü, idrakler, şuûrlar buğulanıyor.. Yaşananları yok saymakla, etkilerinin yok olacağı sanılıyor.. Bu durum, Fransa’nın son entrikasında da bir daha yaşandı.. Halbuki, bu gibi enterikalar, uluslararası planda, önümüzdeki yıllarda daha da yoğun olarak ve kendilerine biraz dikleştiğimiz her ülke tarafından karşımıza çıkarılacak bir balyoz olarak tepemizde hazır tutulmaktadır.. En başta da, Amerika olmak üzere.. Ve, Rusya şimdilik sessiz duruyorsa, bu konuda hep öyle kalacağı da sanılmamalıdır.. O da münasib bir fırsatı bulunca, devreye girecektir.. Tıpkı, geçen asırda da, Fransa’yla birlikte ermeniler içinden bir grubu, Osmanlı’yı içinde içerden vurmakta kullanan en büyük güç odağı ve devlet oluşundaki gibi..
Biz ise, bütün bunları yok sayıyor ve kendi ezberlerimizin bozulmasını istemiyoruz.. Sanırsınız ki, Ermeni Mes’elesi diye bir mes’elemiz olmamıştır, son yüzyılımızda..
Halbuki, bu ateş, ’Ermeni Mes’elesi’nin en karmaşık ve acılı sahnelerinin yaşandığı 1915’in yüzüncü yıldönümüne yaklaşıldıkça, uluslararası sahnede daha bir şiddetleneceğe benziyor.. Hatırlayalım ki, 100 yıl öncelerde, Osmanlı’nın Anadolu coğrafyasındaki toplam nüfusu, 13 milyon kadardı. Bu nüfusun yine Osmanlı resmî rakamlarına göre, 1 milyon 200 bin kadarı ermeni idi.. Yani halkın onda bir kadarı..
(1923-Lozan Andlaşması’nda yer alan mübadele (değiş/tokuş) kararı gereğince, Anadolu’dan‚ ’mübadil’ denilerek Yunanistan’a gönderilen hristiyan rûmların sayısının da o zamanki 15 milyonluk nüfus içinden 1,5 milyon insan olduğu, yani bir diğer onda birlik kesim olduğu ve aynı şekilde, asırlarca Yunanistan’da yaşayan ve çoğu türkçe de bilmeyen, rûmca konuşan yarım milyon kadar müslümanın da Anadolu’ya getirildiği hatırlanmalıdır..
Yaşanan savaşın içinde fiilen yer almamış kitlelerin bile, asırlarca yaşadıkları topraklardan koparılıp, savaş sonrasında, yerlerinden yurtlarından sökülerek dışarı atılmasının mânâsı ve yaşattığı oderin acılar ve travmalar halkımız tarafından uzun zaman düşünülemedi bile.. Ve Anadolu temizlendi sanıldı ve müslüman halkımızın başka dinlerden olan insanlarla barış içinde yaşamak kabiliyet ve geleneğinin kaybedildiği, zehirlendiği, bu manevî zenginliğimizin yitirildiği hatırlanmadı bile, o karmaşık hengamede.. Dahası, müslüman halk kitleleri, daha önceki tarih dönemlerinde yaşamadıoğı, yabancısı olduğu bir korkunç laik diktatörlük uygulamasının pençesi altında ezildi..
Ve hele de asırlarca kendi anayurtları olarak yaşadıkları topraklardan dünyanın çeşitli yerlerine kaçmak, sürgün hayatı yaşamak zorunda kalan hrıstiyan ermenilerin yaşadığı acı hadiselerin hatıralarının birgün, bir şekilde geri tepeceği düşünülemedi..)
*
Ermenilerin acılarını hafife almak da adâletli değildir.
Bugün Türkiye’nin nüfusu, 100 yıl öncesi nüfusun yaklaşık 6 katı olmuşsa, ermenilerin nüfusunun da aynı mikdarda çoğaldığını kabul ettiğimizde, bugün ermenilerin ülkemizdeki sayısının genel nüfusun yine onda biri kadar, yani 7 milyon civarında olması gerekirdi..
Halbuki bugünkü ermeni vatandaşların sayısı sadece 40 bin kadardır, bir o kadarı da Ermenistan’dan çalışmak için kaçak olarak gelmiş olup, Hükûmet onlara da gözyummaktadır..
Pekiy, gerisi n’olmuştur, ermenilerin? Onlar, yaşadıkları acıların, travmaların etkisinden ve kendi evlerinin-barklarının/ yurtlarının hatıralarından kopuk olarak mı yaşayacaklardı?
O, pek düşünülemedi..
Asırlarca yaşadıkları Anadolu coğrafyasından ya kaçmak zorunda bırakılmışlar, ya sürgünlere gönderilmişler, o kaçış ve sürgünlerde, aç/ bî-ilaç, her türlü sefalet ve facialarla yaşamışlardı.. Bir kısmı ise, -sanki İslam’da dinde zorlama varmış gibi- ’zorla iman ettirme’ ameliyeleriyle ’müslüman’laştırılmışlardı (!) Ve çoğumuz, inanç sistemimizde, İslam’da, savaşın içinde yer almayan sivil insanların yerlerinden-yurtlarından, evlerinden-barklarından savaş gerekçesiyle de olsa koparılıp sürekli sürgünlere gönderilmelerinin yeri olup olmadığını, evet, düşünemedik bile.. O sürgünlerde ne akıl almaz facialar, zulümler yaşandığını, yaşanabileceğini bugün bile düşünmek istemiyoruz, nicelerimiz.. Ki, o dönemde, yol, tren, otobüs vs, yoktu; kağnı arabalıyla, at-eşek sırtında veya yaya olarak, yalın ayak, sırlarında taşıyabildikleriyle, yollara dökülen yüzbinler, bilmedikleri bir geleceğe doğru ve bir koyun sürüsü gibi kışın dondurucu soğuğunda, yazın kavurucu sıcağında, Kars’dan Kelkit Vadisi’ndenden, Trabzon, Samsun, Merzifon, Sivas, Yozgat, Malatya, Harput Kayseri, Ankara, Adapazarı, Konya, Adana, Van, Diyarbekr, Siirt, Bitlis, Mardin, Maraş, Urfa, Anteb vs. yerlerden taa Suriye’ye, Lübnan’a, Osmanlı’nın içlerine sürülmüşler, bu sürgün ve göçe mecbur bırakılmışlardı.. Başka ülkelere kaçan yüzbinler de ayrı bir faciaydı, elbette.. Ve tabiatiyle onlar da, savaş durumunda daha bir olumsuzlaşan ağır şartlar altında gitmişlerdi oralara..
Ve onların evlerinin, bütün zenginliklerinin hemen tamamının, kemalist rejim için gerekli olan yeni bir sınıfın oluşması için, haksız olarak gasbedenlerin eline geçmesine seyirci kalındı..
Bugün, Anadolu’nun nice yerlerinde, hâlâ da asıl sahibleri ermeniler olan onbinlerce ev ve sair mülk, inancımız açısından da haksahibi olmayan kimselerin elindedir, hukuksuz olarak...
Hattâ, Çankaya Köşkü bile, Papazyan Bağı diye anılan ve bir ermeniden karşılığı verilmeden ele geçirildiği iddiası çürütülememiş olan bir mekândır..
Bugün, dünyanın her yerinde karşımıza çıkan ve ermeni acılarını kendilerine dayanak yapan entrikalar çıktıkça, bunun sebebini, temelini görmek istemiyoruz..
Benzer durum, ’mübadil’ler denilen kesimler için de sözkonusu değil midir?
Haa, bunlar durup dururken mi olmuştur?
Bu ayrı bir konu.. Ama, biz müslümanlar, suçlularla suçsuz sivil kitlelerin hepsini harman etmek durumunda olamayız, olmamalıyız. Müslüman olmayan kitlelerin veya güçlerin yaptıkları zulmü örnek göstererek biz de başkalarına aynı zulümleri yaparsak, onlardan farkımız nerede kalır?
Ermenilerin müslümanlarla milâdî-1060’larda başlayan temas ve beraberlikleri tam 800 yıl, 1860’lara kadar, her toplumda olabilecek ufak-tefek sosyal sürtüşmeler dışında, büyük çapta problemsiz ve barış içinde birlikte yaşanılmış ve hattâ ermeniler diğer gayrimuslim unsurlardan farklı olarak, sadakatleri yüzünden kavm-i sâdıq, kavm-i necîb olarak isimlendirilmiş, müslüman topluma en yakın gayrimuslim teba’ olarak görülmüş, müslüman ordusunun mutfağı bile onlara bırakılabilmişti..
Ama, 1789-Fransız İhtilali’yle bütün Avrupa’da esen nasyonalizm rüzgarlarının Osmanlı içinde de etkileri görülmeye başlanınca.. Osmanlı’nın gücünü kırmak isteyen Rusya ve Fransa gibi devletler, Osmanlı içindeki gayrimuslim halklara çengel atmışlar ve onları ’ulus-devlet’ fikriyle kendilerine göre uyandırmaya çalışmışlardı.. Balkanlar’daki slav kavimlerini saran pan-islavizm cereyanları ve ermeniler içinden bir kısım insanları‚ ’Daşnaksutyun’ (vatanseverler) ve Hinçak (Çan Sesi) gibi ermeni nasyonalisti silahlı örgütler etrafında kümelenmeler de en başta Rusya ve ikinci olarak da Fransa’nın teşvik ve takviyesiyle gelişmişti..
Ve aynı ’ulus-devlet’ ideali ve anlayışı, Osmanlı’daki hâkim unsur olan müslümanlar arasında da türkçülük, arnavudçuluk, arabcılık, kürdçülük şeklinde gelişmeye başlamıştı.. Ve bu düşünceler İslam açısından kabul edilemiyecek ayrılıkçı düşüncelerdi ve müslüman halk kitleleri arasında da tarafdarı yoktu.. Ama, bu kavimlerin özellikle de türk olmayanlarına yönelik ve bilhassa da İttihad-Terakkî yönetimi boyunca sergilenen ayırımcı, dışlayıcı siyasetler; devletin türk olmayan öteki müslüman kavimlerinde bile ayrılık fikirlerinin, ’ulus-devlet’ ideallerinin yeşermesine, filizlenmesine hizmet eder olmuştu..
’93 Harbi’ diye bilinen 1877-78 (hicrî-qamerî 1293) yılındaki Rus-Osmanlı Harbi’nde ise, Daşnak ve Hinçak komitelerinin Rus ordularıyla özellikle Kafkas’larda nasıl işbirliği yaptıkları ve Rus ordularının o işbirliği sayesinde nasıl taa Bayburt’a kadar ilerlediği biliniyordu..
Aynı durumun, I. Dünya Savaşı’nda da tekrarlanmamasından çekinildiği için, ermenilerin savaş bölgelerin uzaklaştırılması bir askerî tedbir olarak düşünülebilirdi ve düşünülmüştü de..
Ama, yanlış olan, bütün ermeni halklarının sürgün edilmesi ve yüzbinleri içine alan bir yer değiştirmenin şartları hazırlanmadan ve o yüzbinlerin mahvına sebeb olacak şekilde bir göç ve tehcîr - göçe zorlama, zorla göç ettirme operasyonunun düzenlenmesi ve savaş sonunda da o kitlelerin, o sivil insanların, kendi evlerine-barklarına, asırlarca yaşadıkları topraklarına dönmelerinin sağlanamaması idi.. Bu durumun ileride büyük bir handikap oluşturabileceği düşünülememişti, adetâ.. Temel yanlışlardan birisi de şuydu ki, Daşnak ve Hinçak komitacılarının yaptıkları, bütün ermeni halkına mal ediliyordu; bugün de PKK’nın yaptıklarının, bazılarınca bütün kürd halkına mal edilmek istenmesindeki yanlışlık gibi..
*
Şimdi, ülkemizde kalan bir avuçcuk ermeni, elbette ki yarınlarından endişe edeceklerdir.. Yurt dışındakı ermeniler -diaspora ermenileri- ise, tarihle yüzleşmek adına, Osmanlı’nın son dönemi ve kemalist rejimin ilk dönemindeki bir çok uygulamaların ve acıların faturasını bugünkü Türkiye’ye ödettirmek için uluslararası denge oyunlarından istifade etmenin yollarını arıyorlar..
Tabiatiyle, Türkiye’nin geüçlenmesini istemeyen, ortadoğu ve dünyada etkisini arttırmasını istemeyen bütün güç merkezleri ve rejimler de, gizli veya açık, bu çabalara destek vereceklerdir..
*
600 yıllık Osmanlı yıkılışı sırasında ermeniler ezilirken, müslümanlar daha az fazla kayıplara mı uğradılar?
Doğrudur ki, o dönemde, yüzbinlerce ermeni insan perişan ve telef olmuştur..
Ama, unutulan bir şey, o sırada müslümanların daha az felaketlerle karşılaşmadığıdır..
O dönem bir yıkım dönemi idi.. 600 küsur yıllık bir sistem yıkılıyordu.. Bu yıkıntının altında kalanlar sadece ermeniler değildi.. Milyonlarca müslüman da ermenilerden ve diğer gayrimuslim halklardan çok daha fazla insan kayıplarına uğramış, aralarında Fransa’nın da bulunduğu emperyalist güçlerin bulunduğu saldırganlar karşısında, milyonlarca insanlarını ve nice topraklarını ve diğer nice zenginliklerini kaybetmişlerdi..
Şimdi, madalyonun iki tarafını da görmeyip, sadece ermenilerin acılarını gündeme getirmek, o yıkılış döneminde kayba uğrayan her kesimin ancak emperyalist güçlerle birlikte hareket etmeleri halinde, feryadlarını ve taleblerini dillendirebilecekleri gibi bir telkınle teslim alınmak neticesini getirebilir..
İttihad-Terakkî’nin devamı olan Türkiye’nin bugünkü kemalist-laik rejiminin türkçü ’ulus-devlet’ ideolojisi temelden reddedilip terkedilmedikçe ve müslüman halkımızın inanç yapısına göre temelden yeni bir yapılanmaya gidilmedikçe, bu uluslararası entrikalar daha çok uğraştıracaktır, ülkemizi de, halkımızı da..
*
Bu konuyla ilgili olarak, 24 Aralık tarihli Hürriyet’te A. Hakan’ın söylediklere de değinmek gerekiyor.. Çünkü, onun gibilerin hitab ettiği yüzbinler, bu konuya da yanlış bir mantıkla bakmak durumunda kalabilirler.. A. Hakan şunları söylüyordu:
“DERSİM katliamı” yaşanırken.../ Cumhuriyet vardı. / Atatürk baştaydı. / İsmet Paşa ve Celal Bayar idaredeydi... / Başbakan Tayyip Erdoğan ne yaptı?/ Aslanlar gibi özür diledi.
* * *
“Ermeni tehciri” yaşanırken... / Cumhuriyet yoktu, Osmanlı vardı. / İttihat Terakki baştaydı.
/ Talat Paşa idaredeydi. / Başbakan Tayyip Erdoğan ne yapıyor? / Özür falan dilemiyor.
O halde soralım:
Atatürk, İsmet Paşa, Celal Bayar söz konusu olduğunda... / Gayet net bir şekilde özürler dilenirken.../ İş Talat Paşa’nın uygulamalarına gelince... / Neden burundan kıl aldırılmıyor?/
Cumhuriyet dönemindeki bir katliam karşısında dağlanan yürek, Osmanlı’nın son döneminde yaşanan bir trajedi için neden dağlanmıyor?/ Üstelik.../ Cumhuriyet’in ilk dönemindeki bir katliam için özür dilemek, Osmanlı’nın son dönemindeki bir katliam için özür dilemekten çok daha zor iken...’
A. Hakan’ın bu konuda nasıl bu kadar sâde düşündüğünü anlamak zor..
Çünkü, mes’ele sadece ve basit bir özür dilemekten ibaret değil..
Tekrar edelim, Ermeni Mes’elesi’nde, doğrudur ki, büyük kitleler ölmüştür- öldürülmüştür, açlık-sefalet, sürgün yollarında veya bir takım zorbalıklarla ağır kayıplara uğranılmıştır.. Ama, 1060’lardan 1860’lara kadar 800 yıl ciddî bir katliâm veya isyan hali olmaksızın barış içinde yaşayan ermeniler ve müslümanların bugün bir kan davasıyla karşı karşıya getirilmek istenmesinden ermeniler de, müslüman halkımız da bir fayda sağlayamıyacaktır..
Sonra, varsayalım ki, 100 sene önceki o büyük karışıklıklar, uluslararası bir takım entrikalarla müslüman halkımızın alnına bir soykırım lekesi halinde vuruldu..
Öyle bir durumda, konu sadece o karışıklıklarda yaşanılanları Osmanlı’nın uluslararası hukuk açısından devamı olan bugünkü Türkiye rejiminin kabul etmesiyle o yaşananları özür dilemekle kapanmıyacak ve bunu, kaçınılmaz olarak, İsrail rejiminin ve yahudi kuruluşlarının, Hitler dönemindeki uygulamalar dolayısiyle Almanya’dan aldığı yüzmilyarlarca dolarlık tazminatı hatırlatacak meblağlar istenilecek ve bununla da yetinilmeyecek, bugünkü Ermenistan resmî ağızlarının da, ’Batı Ermenistan’ dedikleri Doğu Anadolu’dan toprak talebi gibi çılgınlıklar sökün edecektir..
Tekrarlayalım ki, Kars’dan Trabzon ve Merzifon’a; Sivas, Yozgat, Ankara ve Kilikya’ya; Kayseri, Konya, Maraş, Malatya, Diyarbekir, Harput, Urfa, Anteb ve Van’a kadar nice yerlerde ermenilerin asırlarca büyük kitleler halinde yaşadıkları bir vakıadır.. Ama, bu böyledir diye, bu yerlerin şimdi ermeniler adına, hele de bir başka devlete iadesinin düşünülmesi, ütopyanın da ötesi bir ham-hayaldir..
Ama, ermenilerin kendilerinden zorla alınmış, gasbedilmiş mülklerine dönmeleri ve geçmişte olduğu gibi, bundan sonra da, bu topraklarda uluslaralarası entrika ve baskılarla değil, halkımızın inancından kaynaklanan bir hak anlayışıyla barış içinde yaşaması yolu vardır.. Bu ise, önce bu sistemin, inancımıza göre, halkımızın büyük ekseriyetinin inancına göre yeniden tanzim edilmesine bağlıdır..
Yoksa, helâl veya haram olup olmadığına bakılmadan, kavimlerin birbiriyle boğuşmaları ve daha nice temel yanlışların yapılması kaçınılmazdır..
YAZIYA YORUM KAT