1. HABERLER

  2. KÜLTÜR SANAT

  3. KİTAP

  4. Mekânın Silinerek Yapılandırılması -Kitap-
Mekânın Silinerek Yapılandırılması -Kitap-

Mekânın Silinerek Yapılandırılması -Kitap-

Asım Öz, Haksöz-Haber takipçileri için bu hafta Sezgi Durgun'un “Memalik-i Şahane’den Vatan'a” kitabını değerlendirdi.

27 Ekim 2011 Perşembe 19:17A+A-

Sezgi Durgun, Memalik-i Şahane’den Vatan’a adlı çalışmasında modern ulus-devlet inşa sürecinin önemli bir bileşeni olan vatan inşası deneyimini Türkiye örneğinde inceliyor. Coğrafya ve siyaset ilişkisine dair kuramsal tartışmaları ihmal etmeksizin Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne giden süreçte, vatan kavramının nasıl oluştuğunu, vatanın harita üzerinde ve muhayyilelerde nasıl şekillendiğini ele alıyor.

Asım Öz / Haksözhaber

Siyasal ve sosyal olanın bizzat kendisi olarak mekânın tasarlanması Benedict Anderson’un yaklaşımı ile inşa edilmesi modern zamanlardaki milli vatanın iç kurgusunun ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Modern devlet iktidarını, belirli bir fiziki ve beşeri coğrafya üzerinden gösterirken aynı zamanda, idari taksimat, doğal kaynakların tasarrufu, kimlik üretimi üzerinden kontrol mekanizmalarını çalıştırarak bu iktidarını derinleştirir. Zaten günümüzdeki teorik yaklaşımlar mekânın tıpkı bellek gibi kurgusal bir fenomen olarak ele alınması gerektiğini, coğrafyanın sabit, hareketsiz ve pasif bir sahne olmadığını savunmaktadır.

Coğrafyanın Vatanlaşması

Mekânsallığa dair bu perspektif, siyasi ve toplumsal anlamda tarihi ve coğrafyayı şekillendiren ulus inşası örneklerine mekân üzerinden bakmayı gerekli kılmaktadır. Sezgi Durgun, Memalik-i Şahane’den Vatan’a adlı çalışmasında modern ulus-devlet inşa sürecinin önemli bir bileşeni olan vatan inşası deneyimini Türkiye örneğinde inceliyor. Coğrafya ve siyaset ilişkisine dair kuramsal tartışmaları ihmal etmeksizin Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne giden süreçte, vatan kavramının nasıl oluştuğunu, vatanın harita üzerinde ve muhayyilelerde nasıl şekillendiğini ele alıyor. Modern ulusçu vatan kavramının, imparatorluğun vatan kavrayışından (Memalik-i Şahane) aldığı mirasın etkilerini sorgulayan Sezgi Durgun, buradaki devamlılığı travmatik ve gerilimli süreçlerin sonucunda daha da belirginleşen devlet-merkezlilikte ve vatanın güvenlikleştirilmesinde görüyor. Vatan kavramının devlet merkezli olarak oluşmasına büyük etkisi olan Osmanlı’nın son yıllarındaki toprak ve nüfus kayıplarını tasvir ettiği satırlar önemli: “ Balkanlar’daki askerî yenilgilerle başlayan toprak kayıpları sonucu coğrafya ve nüfus dengesi değişmiştir. 1913’ten itibaren Osmanlı devleti Avrupa’daki topraklarının %83’ünü ve nüfusun %69’unu kaybetmiş, Doğu Trakya’dan İstanbul’a ve Anadolu’ya yaşanan kitlesel göçler, 1915’te yaşanan Ermeni tehciri, 1922-23’teki Türk- Yunan nüfus mübadelesi ile beşeri coğrafya büyük mekânsal kaymalar ve göçler yaşamıştır. Dolayısıyla coğrafi bağlam “tarihsel vatan” olarak görülen toprakların kaybedilmesi sürecinde meydana çıkmış, toprak merkezli değil, devlet odaklı bir yaklaşım üzerinden kurulmuştur. Bu durum Türk ulusçuluğu söyleminde devletin konumunu daha belirleyici kılmıştır.” Vatan kavramının kaygan ve giderek daralan bir zemine oturtulmaya çalışıldığını da ekliyor. İşte bu somut durum Türkiye’de oluşturulan milliyetçiliği sadece Anderson’un “hayali cemaatler” metaforundan hareketle yani mekânın ulus için anlamını sorgulamaya yetecek kavramsal araç olarak bu metaforu yetersiz kılmaktadır. Bundan dolayı etnosembolist yaklaşımı temsil eden Anthony Smith’in ethnoscape (etnik zemin) kavramına başvuran Durgun, bu kavram üzerinde çalışarak mekânsal yaklaşımı ve temel tartışmaları Türkiye üzerinden nasıl ele almak gerektiği üzerinde düşünüyor. İki farklı yaklaşımı (Anderson-Smith) da irdeleyerek ve hatta sentezleyerek Türkiye örneği için “inşa edilen etnik zemin” kavramının üretilmiş olması milliyetçilik çalışmalarına önemli bir katkı olarak değerlendirilmelidir. Dil, ulus ve coğrafya arasında bağ kuran önemli figürlerden biri olarak Jules Michelet’in Fransa özelinde insanların yaşadıkları mekânla kaderleri arasında kurmuş olduğu ve “Tarih ilk önce coğrafyadır” sözünde belirginlik kazanan düşüncesi ile Türkiye’deki Anadolucu yaklaşımlar arasındaki benzerlik de gözden kaçmıyor. Yerlilik söyleminin bizzat kendisinin kökenlerini görünür kılıyor başka ülkeler özelindeki bu değerlendirmeler. Kemalist yaklaşımdan daha farklı çerçeveler çizen ve Anadolu’ya odaklanan ulusçuluk anlayışları kimi zaman Kemalizm’in ülke ve ulus anlayışıyla örtüşen kimi zaman ayrışan “İslami”, Batıcı-Hümanist ve Türkçü farklı anlatıları temsil etmesi bakımından sorgulanmalıdır.

Misak-ı Milli kararı etrafında ve Milli Mücadele döneminde, vatanın ‘neresi’ olduğu/olacağı ile ilgili müphemlikleri de hatırımıza getiriyor. Cumhuriyet’in kuruluş sürecindeki farklı milliyetçilik anlayışlarının geliştirdiği vatan tahayyüllerini gösteriyor. Tabii esas olarak, resmî milliyetçiliğin etno-kültürel anlayışının ve asimilasyon politikasının, vatanla ilgili tasarım ve hayalleri nasıl biçimlendirdiğini ortaya koyarken, bu tasarım ve hayallerin tezahürleri arasında, erken Cumhuriyet döneminin coğrafya ders kitaplarına odaklanıyor. Kemalist ulusçuluk söyleminde vatan kavramını analiz etmeyi hedefleyen çalışma vatan kavramına inşa edilen bir öğe olarak ele almasından dolayı Tek Parti dönemini kapsayan 1920-1950 dönemine odaklanmakta.

Mekânın siyasi adı olarak karşımıza çıkan vatan inşasını üç ana süreç olarak yaklaşan Durgun bu süreçleri şu şekilde kategorileştirmekte: Dış mekânın belirlenmesi, iç mekânın vatanlaştırılması ve vatan kavramının genç kuşaklara aktarımı. Kemalist ulusçuluğun mekân ile kurduğu ilişkiyi “coğrafyanın vatanlaşması” süreci olarak adlandıran Durgun, bu çerçevede iç içe geçen üç ana semantik boyut belirlemekte:

1. Fiziki bir veri olarak coğrafya (iklim, jeoloji, yer şekilleri, doğal sınırlar),

2. Tarihsel bellek çerçevesi olarak mekân (atalardan kalan miras),

3. Ulusun mekânı olarak vatan (siyasi sınır, kimlik, vatan sevgisi ve bilgisi).

Vatan Kavramın Çeşitli Boyutları

İnşa edilen etnik zemin kavramsal çerçevesinden vatan kavramının nasıl bir tarihsel zemine oturduğunu görmek için Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde ülke anlayışına bakarak Osmanlı devletinde toprak ile kurulan ilişkiyi görmeye çalışan yazar Osmanlı’daki siyasi meşruiyet algısını inceleyen eser ve yorumları, coğrafya okul kitapları hakkında yazılmış tezleri, coğrafi taksimat hakkında yazılmış makale ve kitapları inceleyerek vatan kavramını Osmanlı İmparatorluğu’ndan ulus-devlete geçiş sürecindeki Türkçü akımlarda, “Turan” fikrinde ve bu fikri farklı şekillerde anlamlandıran Namık Kemal, Ziya Gökalp, Yusuf Akçura gibi ideolog ve yazarlar özelinde izliyor.

Köken ve milli öz arayışı içine giren Gökalp kültürel zeminde tanımladığı Turan ideali ile belirli bir düşsel anavatan resmi çizerken, Akçura için Turan düşsel bir zemin değil fiziki olarak vatanın inşa edileceği topraklardır. Osmanlı’dan tevarüs eden Anadolu’yu vatanlaştırmak düşüncesi ulus-devletin kuruluş yıllarında belirleyici olmuştur. Durgun’un bu konuda yapmış olduğu önemli bir tespitte imparatorluktan ulus-devlete geçişin bir anda olmadığı yönündeki tesbitidir. Osmanlının son dönemindeki imparatorluk vatanseverliğinin odaklarından birinin Anadolu olması da bunun göstergelerinden biridir. İmparatorluğun son yıllarında ordu savaş için motive edilirken önemli bir değişme yaşanır. Çünkü İmparatorluğun düzenli ve güçlü zamanlarında gayrimüslimler İslam hukukundan dolayı askere alınmazlardı. Gayrimüslimler askere alınmadan önce ordudaki Müslüman askerler gaza, şehadet, din vb uğruna savaşmak için motive edilirdi. Gayrimüslimlerin askere alınmasıyla böyle bir motivasyonun uygun olmayacağı düşünülerek din dışında ortak bir motivasyon unsuru bulmak gerekmiştir. “Vatan uğruna savaşmak” bu durumda ortaya çıkan bir söylem olmuştur. Ardından dini literatürün bu zihinle okunması ve kitlelere sunulması gerekmiştir. Tabii bu bile sıkıntılara sebep olmuştur. Çünkü asker adaylarının zihinlerindeki vatan algısı sadece mahalli bölgeye karşılık gelmektedir. Bundan dolayı Cevdet Paşa gayrimüslimleri orduya almak yerine dağlarda ve taşrada yaşayan Müslüman halkı entegre etme yönteminin daha iyi bir çözüm yolu olacağını düşünmektedir. İttihat Terakki döneminde yerleşen bu algı doğrultusunda vatan müdafaası kavramı askeri mekteplerde işlenir. Vatan topraklarının sürekli olarak kaybı vatan ve millet anlayışının güvenlik doğrultusunda anlaşılmasını beraberinde getirir. 1883 yılında Von Der Goltz adlı Alman askeri yetkilisinin Harbiye’ye atanmasından sonra onun das Volk in Waffen ( “Asker Millet” yada “Millet-i Müsellaha” adlı eserinin dönemin aydın ve askerlik çevrelerinde popülerlik kazanması ortak vatana duyulan aşkı perçinlemiştir. Goltz’un temsil ettiği Alman modeli bir yanda İttihatçıların militarizmine neden olmuş öte yandan ordunun hizmetinde bir millet düsturunun yerleşmesini sağlayarak Cumhuriyet döneminde ordunun sadece vatanın değil aynı zamanda rejiminde koruyuculuğunu üstlenen istisnai bir pozisyona kavuşmasını mümkün kılmıştır. Goltz’un raporlarında yer alan kimi öneriler imparatorluğun son yıllarında Anadolu’nun öne çıkışını da açıklayacak niteliktedir. Örneğin Goltz’un başkentin Anadolu’da Kayseri, Konya gibi bir yere taşınmasını gündeme getirmiş olması Gökalp’i etkilemiştir. Kütahya Mebusu Ferit Tek Bey’in İfham gazetesinde yayımlanan “Konsantiniyye’den Osmaniye’ye” başlıklı yazısı tehlikeye maruz kalan yerde vatanın kurulamayacağını ifade ederken “Köşelerini İstanbul, Rodos, Kerkük ve Hopa’nın oluşturduğu bir dikdörtgen” vatan tasarımını önerir. Daha sonra küçük Türkçülük olarak gündeme gelecek olan Anadolu’yu vatanlaştırma süreci Cumhuriyet yıllarında bütün boyutlarıyla öne çıkacaktır.

Sonra, Milli Mücadele döneminde çarpışan vatan imgelerini yerel direnişin örgütlendiği kongre iktidarları üzerinden Türkiye’nin sınırlarının oluşma sürecine değin takip ederek Anadolu’nun birçok yerinde mahalli düzeyde örgütlenen kongrelerin metinlerinde vatan bilincinin nasıl şekillendiğine dair ipuçları arayan yazar 1923’e dek yaşanan süreç için dış mekânın belirlenmesinin aşamaları ifadesini kullanıyor. Bu dönemin bilinçlerine hükmeden nihai soru “Ülkenin sınırları neresidir?” sorusudur. Bunu belirleyecek olan ise içerisinin ve dışarısının kime ve neye göre tanımlandığıdır. Bu konuda özellikle sınır ve toprak antlaşmalarına ve Meclis zabıtları, Lozan, mini yurt tasavvurlu Sevr, modern Türkiye’nin mekânsallığının kurucusu ve ulusu kartografik bir gerçeklik olarak somutlaştıran Misak-ı Milli ve Musul Tartışması odaklanılan ana metinler olarak öne çıkmakta.

Misak-ı Milli’nin düşünüldüğü gibi başından itibaren sınırları kesin, mutlak bir metin olmadığını muğlaklıları içinde barındırdığını fakat bununla birlikte bir toprak parçasında yaşayan Türk ve Müslüman halkın kaderini ortaklaştırdığını belirten Durgun, Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan düzeni değiştirme anlayışıyla ortaya konulan Misak-ı Milli metnine bakarak baştan tasarlanmış bir teritoryal ilkeden söz edilemeyeceğini ama azamiyi hedefleyen bir yanı olduğunu düşünür. Metinde Türklük sözünün hiç geçmemesi ve Türklüğe dair herhangi bir vurgunun olmaması da dikkat çekmektedir.

Daha sonra Cumhuriyet’in kuruluş döneminde iç mekânın kuruluşunu ve buna hizmet eden kurumlar incelenmekte. Kemalist söylemin “ulusu kimliklendirme” ve “coğrafyayı vatanlaştırma” amacıyla ürettiği ana tezlere ve argümanlara bakarken yararlandığı ana malzeme Türk Tarih Tezi’nin yer aldığı 1. Tarih Kongresi metinleri. Cumhuriyet ile birlikte iç mekânın vatanlaşma sürecinin başladığını söylenebilir. Bu çerçevede köken anlatısını “mevcut tarihin dışına kaçarak” Türklerin zamanını mitik bir coğrafyadan başlatan Türk Tarih Tezi’nin ürettiği köken anlatısının dış politika söylemindeki yansımasını Hatay meselesinde görülmesi de dikkat çekici. Hatay’ın Türkiye’ye katılmasına dair basında yer alan tartışmalarda “Eti Türkleri” gibi kavramların üretilmesi Türk Tarih Tezi’nden kaynaklanmaktadır. Hatay’ın iklim, bitki örtüsü ve jeolojik olarak Anadolu’ya bağlı olduğu tezi geliştirilirken beşeri coğrafya bağlamında Nusayriler ile Türk etnik kimliği arasında bağ kurularak “Alevilerin Hititlerin çocukları” olduğu iddiası ortaya atılmıştır. 1920’lerde tartışılan Musul meselesinde Kürtleri kuşatmak için gündeme getirilen “Turani ırk birliği” iddiası 1930’ların sonunda Hatay meselesinde Arap Alevilerini kuşatan bir “Eti Türkleri” iddiasının savunulmasını sağlamıştır. Türk Tarih Tezi bir yandan cumhuriyetin Osmanlı’dan kopuşunun belgesi diğer yandan da ulusu ırk ve dil temelinde tanımlaması nedeniyle seküler kimliğini simgeler.

Tabii vatanın sadece dışa doğru değil içe doğru da kurulduğunu biliyoruz. İç mekânın toprak kayıplarının ardından gelen arınma ile vatanlaşması sürecinin bir parçası olarak devletin iskân siyaseti ve mekânı yeniden adlandırılması (toponomi) politikası bu çerçevede mutlaka üzerinde durulması gereken iki önemli girişimdir. Bu dönemde özellikle yer adlarının değiştirilmesi bakımından hem yeni mekânın inşasını hem de eski mekânın izlerinin yok edilmesi süreçlerini eşzamanlı olarak görmek mümkün. Şeyh Sait İsyanının ardından İsmet İnönü’nün “Türk vatanı içinde Türk olmayanları behemehal Türk yapmayı” vazife olarak görmesi iç mekân tasarımının temellerinin ilanıdır. Ortak kültürel hafızanın kaybı ile neticelenecek olan bu siyaset tarzı ulus-devletçi tarih tarzının inşa edilerek ama aynı zamanda silinerek yazılan bir tarih olduğunu gösterir.

Merkeziyetçi Aidiyetin Mekân Siyaseti

Araştırmanın bu bölümünde Türkiye’de iskân ve göç konusunda yapılmış çalışmalar, raporlar, yer adları ile ilgili tarihsel çalışmalar ve araştırmalardan faydalanılmış. 1940’ların sonrasına gelindiğinde iç siyasetin ürünü olarak homojenleştirme ve standartlaştırma çabası dikkat çeker. Ülkenin tahayyülü (haritalar, coğrafya kurumları, kongreler) ve sınırları (Hatay’ın ilhakı) fiziki anlamda vatanlaştırma sürecinin belirli bir olgunluğa ulaştığını göstermektedir. Bu dönemde vatanlaştırma süreci daha çok iktidarın ürettiği söylemin mekanı hegemonik olarak yeniden anlamlandırmak ve adlandırmakla belirginleşen, beşeri coğrafyaya dönük merkeziyetçi bir aidiyet ve kimlik siyaseti üretmek şeklinde işlemektedir. Türk Tarih Tezi ile yaratılan tarih dışı koridorun katkısı ile coğrafya beyaz boş bir mekân olarak algılanmış, Türk gerçekliğine uymayan yer adlarının ayıklanması ve dönüştürülmesi siyaseti devreye girmiştir. Coğrafya Türkçeleşirken Türkçe olmayan yer isimleri silinmiştir. Otantik Türk adlarına yönelimden dolayı İttihatçılığı çağrıştıran isimlere de müdahale siyasi bir gereklilik olarak uygulanır. Coğrafyanın resmî anlamda kurumsallaşmasını simgeleyen ve şimdiye dek üzerinde herhangi bir analiz yapılmamış olan 1. Coğrafya Kongresi (1941) metinlerine ve kongre tartışmalarına bakılmış olması da çalışmanın kamusallaştırdığı olaylardan biri. Bu kongrede ana tartışma konusu coğrafyaya ulusallık damgası basmak gerekliliğini savunanlarla coğrafyayı kendi gelenek ve bağlamından koparmamak tavrı arasında geçmiştir.

1. Coğrafya Kongresi (1941) ile ülke topraklarının bölgelere ayrılması, ders programı müfredat ve kitapların merkezi bir noktadan belirlenmesi büyük önem taşımaktadır. Durgun, burada Türkiye’deki coğrafya disiplinin kurumsallaşmasının tarih ve dil disiplinine kıyasla çok daha geç gerçekleşmiş ve bu alanlarda olduğu gibi hakim bir söylem yada tez geliştirilememiş oluşu üzerinde de durmaktadır. Bunun sebebi noktasında şu tespiti yapar yazar: “Coğrafi bir bellek oluşturmak, tarihsel bellek oluşturmaktan daha farklı bir donanım ve altyapı gerektirdiği için ulusal coğrafya tezleri pek gelişememiştir.Bu bağlamda mekân daha çok silinerek yapılandırılmıştır.”

1. Coğrafya Kongresi’nin coğrafya bilgisinin yönetim ve siyasi idare bakımından işlevselleştiğini; bu bağlamda istatistikler, haritalar ve “milli atlas”ın hazırlanması gibi gelişmelerin de ulusal coğrafyanın kurumsallaştığını göstermekte olduğunun altını çizen yazar 1. Coğrafya Kongresi’ndeki tartışmalar içinde özellikle yer adları, ülkenin bölgelere ayrılması ve coğrafya eğitimine odaklanıyor. Çünkü ilk iki nokta iç mekânın vatanlaşması ile ilgilidir, üçüncü nokta ise vatan bilincinin gelecek kuşaklara aktarılması ve yeniden üretilmesine dair önemli ipuçları barındırmaktadır.

Bu çerçevede “Cumhuriyet Çocuklarına Coğrafya Dersleri” başlığı adını verdiği bölümde devlet söyleminin oluşturduğu vatan imgesinin okul kitaplarındaki yansımalarına bakarken özellikle vurgulanan nokta devlet tekelinde üretilen coğrafi bilginin ve coğrafya eğitiminin ulusal kimlik kalıplarını yansıtmasıdır. Bu nedenle coğrafya eğitiminin tarih ve dilden sonra ulus inşasında önemli bir rolü olduğu açıktır. Bu bağlamda çalışma Michel Foucault’nun “bilginin bir iktidar ilişkisinin ürünü olduğu” ve “coğrafi bilginin de bu güç ilişkilerine dahil olduğu” önermesinden hareket ederek okul söyleminin genç vatandaşların ve öğrencilerin zihnine zerk ettiği kalıpları ve vatan imgesini görmeye çalışıyor. Ele alınan ders kitaplarında vatanın topraklarının nasıl konumlandırıldığı, dost ve düşman ülke tanımlarının yapılması, jeopolitik konum ve sınır gibi konuların işlenmesinin güvenlik ve kimlik algısının bütünleşmesine hizmet ettiği açıkça görülmekte veya müfredat buna niyetlenmekte.

Sezgi Durgun, bir atlas gibi ayrıntılı çalışmasında, gecikmiş ve devlet-merkezli vatan kavramı bağlamında, coğrafyayla ilgili duyarlılığın eksikliğini düşünmeye sevk ediyor okuru. Bu ülkede mekânın “daha çok silinerek yapılandırıldığına” dikkat çekerek.

Sezgi Durgun, Memalik-i Şahane'den Vatan'a, İletişim Yayınları,  2011, 320 sayfa.

Haksöz Haber 

HABERE YORUM KAT