Medya İhtiyacımız, Sorumluluklarımız ve Vakit Gazetesi
Bundan önceki, “Vakit Gazetesini de, Eleştiri Ahlakını da İslami Ölçüler İçinde Ele Almalıyız” başlıklı yazımızda; “Dinimizin temel ilke, değer ve ölçülerine aykırılık yapanlara, kim olursa olsun ayrım gözetmeden “emr-i bil maruf nehy-i anil münker” görevimiz gereği eleştiriler yapmanın önemli bir sorumluluğumuz ve bunu Allah’ı razı etmek amacıyla ve kulluk bilincimiz gereğince yerine getirmek zorunluluğumuz olduğunu” ifade etmiştik. İşte bu çerçevedeki İslami sorumluluğumuz gereğince, tabii ki Vakit Gazetesi’ni de eleştirebiliriz. Eleştirilerimizi, mümkün olduğunca duygularımızı belirleyici kılmadan, gücümüz yettiğince objektif kalmaya çalışarak, sadece vahyin ölçülerini, mü’minin Kur’an’daki özelliklerini, Resulullah (s)’in sünnetini, Kur’an ahlakını esas alarak yapmaya çalışmalıyız. İşte bu yazıda yerine getirmeye çalışacağım sorumluluğumu, bu esaslara sadakatle ve rızasına uygun olarak yerine getirmeyi nasip etmesini Rabbimizden niyaz ederek başlamak istiyorum.
Hem İnsani ve Hem de İslami Zaviyeden Medya Sahibi ve Yöneticisi Olmak Keyfiliği Değil Büyük Sorumluluğu Üstlenmektir
Her şeyden önce medya sahipleri ve yöneticilerinin, yayın politikası üzerindeki belirleyiciliğinde ölçünün ne olması gerektiğini, hangi sorumluluklarla sınırlanmış olduklarını tartışmak gerektiğine inanıyorum. Bir gazete ya da TV’ye sahip olanlar bu basın yayın organlarının mutlak sahipleri midirler? Yani diledikleri gibi yayın yapma hakkına, dilediklerini dışlamak ya da hedef yapmak hakkına sahip midirler? Böyle olmaması gerektiği kanaatindeyim. Önce bütün medya için genel bir tespit yapacak olursak, bir kere medya ve habercilik hakkı toplumsal, kamuya ait bir haktır. Kamunun doğru haber alma hakkını karşılamak üzere yayın yapmak bir kamu hizmeti olup, bu yetkiyi elde etmiş olanların sahip oldukları medya ile bu hizmeti objektif habercilik kuralları ve ahlak ilkeleri içinde yerine getirmeleri en öncelikli sorumluluklarıdır. Dolayısıyla bu alanda haber yayın yetkisi elde etmiş olanların, bu yetkiyi kullanırken, ellerindeki bu kamu aracını, kamuoyunu hiçe sayan, yanıltan, aldatan, hatta kimi kesimleri karalayan, kendi çıkarlarının, subjektif yanlış bakış açılarının propaganda aracı haline getirmek, keyfice kullanmak hakları yoktur. Böyle bir keyfilikle ve şahsi, nefsi hesap ve hırslar uğruna bu hakkın suiistimal edilmesi, hem hukuki, hem de ahlaki değildir.
İslami ölçülerle bakıldığında ise, bu konuda daha da net sınırlarla karşılaşırız. Müslümanların çıkardığı gazete ve TV’lar beşeri hukuk ve genel ahlak kuralları yanında, vahyin ölçüleriyle de sınırlandırılmışlardır. Kimse elindeki bu yetkiyi kullanırken, yönettiği medyayı, hiç kimseye haksızlık ve zulüm aracı haline getiremez. Müslüman medya sahibi ya da yöneticisi, muhatabı ister Müslüman ister gayrimüslim olsun herkese adaletle muamele etmek, hangi ırk, düşünce ya da dinden olursa olsun Allah’ın bütün kullarının bu imtihan dünyasında kendilerini gerçekleştirmeleri için gerekli olan adalet ve özgürlük vasatını savunmak ve herkesimin özgürlüklerinin güvencesi olmak zorundadır. Medya sahibi ya da yöneticisi de dahil her mü’min şahsiyet, mü’min olmayanlar da dahil herkesin kendisinden emin olduğu kişi olmak sorumluluğunu taşımaktadır. Vahyin adil şahitliğini yapmak anlamına gelen bu husus, imani bir sorumluluktur. Bu sebeple Resulullah (s) iman ile insanlara karşı eminliğin örtüştüğüne dikkat çekerek, mü’minlerin herkes için emin şahsiyetler olması gerektiğini hatırlatarak çok önemli uyarılarda bulunmuştur.
Ebû Şüreyh ra'dan şöyle dediği rivâyet olunmuştur. “Nebî sav (arka arkaya üç kere yemîn ederek) Vallahi îmân etmiş olmaz, vallahi îmân etmiş olmaz, vallahi îmân etmiş olmaz!” buyurdu. (Mecliste hazır bulunanlar tarafından): Yâ Resûla'llah! Bu îmân etmiş olmayan kimdir? Diye soruldu. Resûl-i Ekrem: “Kim olacak, şu komşusu zulmünden, şerrinden emîn olmayan kişi” diye cevap verdi.1
Burada önemli olan bir husus şudur ki, bu komşunun ırki, dini, ideolojik kimliği önemli değildir. Yani kim olursa olsun, mü’min şahsiyet herkese karşı emin ve adil bir davranış içinde olmalıdır. Kafirlerin bile kendisinden, zulmünden, şerrinden emin olmadıkları kişi imanını gözden geçirmelidir, çünkü böyle adil ve emin olmayan bir duruş, imani bir sapmanın işaretidir. Siz bir de İslam kardeşlik hukuku gereğince, bir duvarın tuğlaları, bir vücudun uzuvları gibi dayanışma, bütünleşme içinde olması gereken, birbirlerini sevmedikçe iman etmiş olmalarının mümkün olmadığı mü’minlere bile güven vermeyenlerin halini bir düşünün.
Kur’an, adaleti hem bu dünya için; hem de ahiret için esas alır. Allah mü’min kullarına, insanlara bu dünyada adil olmalarını emreder, buna mukabil, Allah da onlara ahirette adaletle karşılık vereceğini vaadeder. Ahiretin bir anlamı da “yevmid’din” yani “hesap günüdür.” Dünyada adalet, ekonomide, sosyal ilişkilerde, yönetimde, hukukta, savaşta, kısaca hayatın her alanıyla ilgili olarak zikredilir. Allah, insana her alanda adil olmasını emreder.
"Ey inananlar, adâleti tam yerine getirerek Allâh için şâhidlik edenler olun, kendinizin, ana babanızın ve yakınlarınızın aleyhinde bile olsa, (şâhidlik ettiğiniz kimseler) zengin veya fakir de olsalar (adâletten ayrılmayın). Çünkü Allâh, ikisine de daha yakındır (onları sizden çok kayırır). Öyle ise keyfinize uyarak doğruluktan sapmayın. Eğer (şâhidlik ederken dilinizi) eğip bükerseniz, ya da doğruyu söylemezseniz, muhakkak ki Allâh yaptıklarınızı bilir ."2
"...Allah insanlar arasında hüküm verdiğiniz zaman, adaletle hükmetmenizi emreder."3
"Ey iman edenler, Allah için şahitlik eden kimseler olunuz. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin sizi adaletten saptırmasın. Adil davranın, takvaya yakışan budur. Allah'tan korkun, Allah yaptıklarınızdan haberdardır."4
"Hükmettiğin zaman onlar arasında adaletle hükmet. Şüphesiz Allah adil davrananları sever."5 “Allah O’dur ki, Hak olarak Kitabı ve ölçüyü (mizanı) indirdi”6“Andolsun, Biz peygamberimizi apaçık olan belgelerle gönderdik ve insanlar ‘kıst’ı (adaleti) ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte Kitab’ı ve mizan’ı indirdik…"7
Müslümanlar, Kitab’a uyarak, Mizan'ı yerine getirirlerse, yani ölçülü davranıp aşırılığa, yanlış yollara sapmazlarsa, kıst'ı (adaleti) sağlarlar. Mizan'ın dengesi bozulduğu zaman, adalet kaybolur gider. İnsanlar en tabii haklarını bile alamazlar. Toplumdaki zalimler gücü ellerine geçirdikleri zaman da zulümler artar. Kendini hukukun üstünde gören güçler, adalet anlayışını çiğner geçerler. Kur'an'ın emrine göre mü’minler, bütün davranışlarında adaletli olmak zorundadırlar. Adaletli davranış kişinin kendi yaratılışındaki dengeye ve düzene uyum sağlatır. Adalet, insan hayatını, toplumsal yapıyı, toplumsal ilişkileri ve evrenin düzeninin, belli bir nizam, ahenk ve barış içinde işleyişini temin eder. Nasıl evrendeki mizanı, ölçüyü, dengeyi Allah koyduğu için bu alanda bir ahenk, uyum, barış ve sükunet egemense, aynı şekilde insan ve toplum hayatı için Allah’ın koyduğu hükümler esas alındığında, bu alanda da adalet ve denge sağlanabilecektir. Bu bakımdan Kur’an insanlara, adaletle hükmetmeyi emretmektedir.
“Allah, adaleti, ihsanı (iyiliği ve güzel davranmayı), yakın akrabalara yardım etmeyi; fahşa’dan (aşırılıktan), münker’den (kötü işlerden) ve bağy’den (azıp-haddi aşmaktan) uzak durmanızı emreder.”8
Allah (cc) kendi sözünün (Kitab’ının) doğruluk bakımdan da, adalet bakımından da tastamam olduğunu belirtiyor. Öyleyse adalet ve doğru olmak, O'nun sözüne (Kitab’ına) uymakla gerçekleşir. Kur'an'a göre gerçek adaletin ölçüsü Hakk'a uymaktır.9 Hak neyi gerektiriyorsa onu yapmak, hak kime aitse onu sahibine vermek, hak ile hükmetmekten ayrılmamak, her konuda Hakk'ı ölçü almak, herkesin ve her şeyin hakkını korumakla adalet yerine getirilir. İslâm, hakların yerine ulaşması için adaleti ve kıst'ı emrederken ilâhí adaletin de Ahirette herkese hakkını vereceğini, hiç kimseye haksızlık yapılmayacağını bildiriyor.10
İşte bu ölçüler içinde hareket etmeyi imani bir sorumluluk olarak omuzlarında taşıyan her mü’min hangi görevde, hangi konumda olursa olsun, her şartta bu ölçüleri düstur edinmek mecburiyetindedir. Bu zorunluluk, hem fıtri/insani erdemlerin, hem de vahyi ölçülerin üzerimize yüklediği önemli ve kaçınılmaz bir sorumluluktur.
Medyaya Neden İhtiyaç Duyarız ve Bu İhtiyacımızı Nasıl Giderebiliriz?
Günümüzde medya, hem doğru-dürüst haber almak, hem de doğru-dürüst haber olmak için büyük bir ihtiyaçtır. Hem çevremizde, ülkemizde, bölgemizde ve dünyada yaşanan olaylarla, İslam ve Müslümanlara dair gelişmelerle ilgili doğru haber almak ihtiyacımız vardır. Hem de Allah’a kulluğumuzun gereğini yerine getirmek, vahyin mesajını, tevhidi daveti yaygınlaştırmak, zulme, egemen zorba sisteme karşı adalet ve özgürlük mücadelesi ve vahyin sosyalleştirilmesi bağlamında gerçekleştirilen etkinliklerimizin, zulme ve zalimlere karşı muhalefet bilinci oluşturmaya yönelik çabalarımızın etki alanını genişletmek için medyaya ihtiyacımız vardır. Yani bir yandan tevhidi daveti yaygınlaştırmak üzere yaptığımız çalışmaları, diğer yandan da zulmü ifşa edip geriletmeye yönelik etkinlik ve basın açıklamalarımızın haberlerini daha geniş kitlelere ulaştırıp, tevhidi şuuru ve muhalefet bilincini yaygınlaştırmak suretiyle tevhidi toplumsal dönüşüme vesile kılmak için medyaya ihtiyacımız vardır.
Meydanın nasıl bir ihtiyaç olduğunu daha iyi anlatabilmek üzere, bu konuda yaşadığım birkaç olayı sizinle de paylaşmak isterim. 1991 yılında, ABD’nin Irak’a saldırısı sürecinde Mazlum-Der Genel Başkanı idim. Diktatör Saddam Hüseyin Kürt halkına yönelik katliamlara girişmiş, yüz binlerce mazlum Kürt insanı Türkiye sınırlarına dayanarak sığınma hakkı istemişti. İşte bu süreçte bu büyük zulmü protesto etmek ve bu amaçla Irak büyük elçiliği önüne siyah protesto çelengi koymak üzere, basını da çağırarak elçilik önüne gitmiştik. Bagajına siyah çelengi yerleştirdiğimiz bir taksiyle elçilik önüne geldik, orada gazetecilerin bizi beklediğini zannediyorduk. Ama maalesef tek bir gazeteci gelmemişti. İşin tuhaf tarafı bizim dışımızda tek bir insan da yoktu. Bu sebeple biraz mesafeli bir şekilde araç içinde beklemeye başladık. Kimse gelmiyordu. Çelengi koysak ne bir gören olacak, ne de haber yapacak bir gazete görüntüleyecekti. Elimizde siyah çelengimizle ortada kalıvermiştik. Protestoyu yaparken amacınız kamuoyu oluşturmaktır, yoksa kimse görmeden koyduğunuz çelengin hiçbir anlamı olmaz. İnanın hayatımda polisi görmeyi bu kadar istediğim bir başka an hatırlamıyorum. Çünkü orada tek bir polis de yoktu. Bari polis olsa ve bizi engellemeye kalksa ya ad gözaltına alsa, eylememiz hiç değilse bu şekilde haberleşebilirdi. Yani bu imkândan da mahrum kalmıştık. Sokaktan tek bir “vatandaş” bile geçmiyordu. Arabadan inip sokakta dikilmeye ve ne yapacağımızı aramızda tartışmaya başlamıştık ki, elçiliğin içinden bizi gören görevliler “ne bekliyorsunuz, bir arzunuz mu var” diye seslendiler. Biz de “Mazlum-Der yönetimi olarak elçiyle görüşmek istediğimizi” söyleyince, kısa bir beklemeden sonra bizi içeriye aldılar ve hiç ummadığımız bir şekilde protestomuzu bizzat elçinin yüzüne yaparak oradan ayrıldık ve siyah çelengimizi de getirip Mazlum- Der Genel merkezinin balkonuna koyduk. İşte bu örnekte de ortaya konduğu üzere, tevhid, adalet ve özgürlük mücadelesi ve toplumu ıslah edip dönüştürme çabası açısından, basın-yayın bu derece önemli bir yere ve işleve sahiptir. Tabii ki öncelikle ve esas olarak, bütün faaliyetlerimizi ibadet bilinciyle ve hayatın bütün alanlarına Allah’ın hükümlerini hakim kılmak ve bütün insanlar için adalet vasatını inşa etmek suretiyle sadece O’nu razı etmek amacıyla yapmak sorumluluğunu taşımaktayız. Ancak bu ilahi rızayı kazandıracak tevhid, adalet ve özgürlük mücadelesinde, insanlara daha geniş çapta şahidlik yapma çabamız, tevhidi daveti ve zulme karşı mücadeleyi daha geniş kitlelere yaygınlaştırarak toplumsal dönüşümü sağlama stratejimiz bakımından günümüzde medya da çok önemli bir ihtiyaç olarak öne çıkmaktadır.
Daha başka örnekler de anlatabilirim, ancak genel bir tespiti de yansıtan şu örneği anlatmakla yetineyim: Mazlum-Der olarak birçok etkinlikler, insan hakları ihlallerine karşı mücadeleler içinde bulunduğumuz halde, eylem ve açıklamalarımız basında neredeyse hiç yer almıyordu. Kamuoyunda da hiçbir faaliyet yapmadan oturuyormuşuz gibi algılanıyorduk. Bir gün yine bir basın toplantısı yapıyordum, bazı muhabirler de gelmişlerdi, ama her seferinde gelip haber yapmıyorlar ya da daha doğru ifadeyle gazete yönetimleri onların yaptıkları haberleri arşivleyip, yayınlamıyorlardı. Bu toplantıda muhabirlere hitaben, “kendinizi rüyanızda zor durumda görüp ve avazınız çıktığı kadar bağırdığınız halde en yakınınızda duranlara bile sesinizi duyuramadığınız zamanlarda nasıl kan-ter içinde uyanırsanız, işte biz kendimizi hayattayken öyle bir durumda hissediyoruz, zulme ve zalimlere karşı çıkışlarımızla, mazlumun yanında yer alışımızla aslında avazımız çıktığı kadar haykırıyoruz, ama dibimizdeki sizlere bile işittiremiyoruz” demiştim. Bizim İslami kimlik ve ilkelerimizi açıkça ibraz ederek, temel İslami referanslara dayanarak ve vahyi ölçüler içinde kalarak insan hakları, adalet ve özgürlük mücadelesi vermemiz sebebiyle bütün medya bizi dışlıyor, yok sayıyordu. Ne zaman ki Mazlum-Der, onların istedikleri yönde her adım atışında, her değişim çabasında takdir edip itibar göstererek ve bu çerçevedeki etkinliklerini haberleştirip överek yaptıkları yönlendirmenin de etkisiyle, zamanla İslami kimlik ve referansları terk ederek, Batının seküler insan haklarını referans almaya, liberal-demokrat kavram ve ölçülerle kendini ifade edip tanımlamaya başladı, işte ondan sonra tam bir itibarla Kemalist ve katı ulusalcılar haricindeki bütün liberal ve sol medyanın da baş tacı oldu.
İşte yukarıdan beri yaptığım izahlar çerçevesinde açıkladığım sebeplerle, medya ihtiyacımızı karşılamak için istifade ettiğimiz medya kuruluşları olacaktır. Ya kendimize ait ya da yakın bulduklarımız olacaktır. Ancak bunlar, madem bu ihtiyacınızı karşılıyoruz, o halde bizim her yaptığımız yayına razı olun diyemezler. Bu ihtiyacımızı gidermek uğruna temel ilke ve stratejimizden taviz vermemizi isteyemezler. Bu tür medya kuruluşlarının, İslami kimlik, ilke ve yöntemimize zarar veren yönlendirmelerine razı olamayız. Bunları, kimi yorumcuların, Vakit’e yönelik eleştirilerimde, mutedil davranmamı isterken, “Vakit Gazetesi, siz zor durumda olduğunuzda size sahip çıktı, sizin etkinliklerinizi haber yapıyor” gerekçesini ileri sürmeleri sebebiyle ifade etmek gereği duyuyorum. Ben bir Müslüman olarak eleştirilerimde adil olmak, yıkıcı değil mutedil olmak sorumluluğu taşıdığımı biliyorum. Vakit Gazetesine yönelik eleştirilerimizde de bu ölçüye uygun davranmak sorumluluğumuz vardır. Bunun bana bir daha hatırlatılması da beni ancak sevindirir. Ancak böyle sorumlu bir tutum, Vakit Gazetesi bizim çalışmalarımızı haber yaptığı ya da zor durumda kaldığımızda bizim açıklamalarımızı yayınladığı için değil, İslami sorumluluğumuz bunu gerektirdiği için bizden istenmeli diye düşünüyorum.
Kimi manşetleri, söylemleri, Müslümanlara yönelik kimi haksızlıklara, zulümlere karşı zalimleri ve zulümlerini ifşa edici yürekli yayınları sebebiyle tabii ki hepimiz yıllardır Vakit gazetesi okuyor ve onu birçok yanlışına rağmen (bu yanlışlarını da bizzat kendilerine ifade ederek) destekliyoruz. Yapılan doğru ve güzel şeyleri takdir ve teşvik noktasında üzerimize düşeni yapmaya çalıştık. Vakit, bu tür haklı, doğru ve sistemin zulümlerini ifşa edici yayınları sebebiyle bir saldırıya muhatap olduğunda da daha ilk günden zalime karşı Vakit’in yanında yer aldığımızı açıklayarak zulme karşı desteğimizi vermeye devam ede geldik. Bunlardan birkaç tanesini sıralayacak olursak, 1 – 312 General Davasıyla Vakit’i maddi yönden çökertme operasyonu, 2 – Danıştay suikastını müteakip Vakit’in haksız yere hedef haline getirilmesi, 3 – Kartel medyasınca kimi Vakit yazarlarının hedef yapılıp yargı baskısı altına alınması gibi birçok olayda Vakit’in yanında ilk yer alan iki kuruluş vardı birisi İLKAV, diğeri de Özgür-Der. Tüm bu olaylarda ancak aradan birkaç gün geçtikten sonra, Vakit’in birkaç kişilik etkinlik ve açıklama haberlerini bile İLKAV’ın yüzlerce kişinin katıldığı haber değeri de daha yüksek etkinliklerinden daha fazla öne çıkardığı diğer “STK”lar Vakit’e destek için sıraya girmişlerdir. Şüphesiz ki biz, saldırıya uğrayan Vakit’e desteğimizi insani ve İslami sorumluluğumuzun gereği olarak ve ibadet bilinciyle yaptık, Vakit bize karşı adaletsizlik yapsa da biz bu sorumluluğumuzu, Vakit zulme uğradığı her zaman da yerine getirmeye devam ederiz. Bize karşı, İstanbul’da dayanağı bulunsa da özellikle Ankara temsilciliği kaynaklı olarak zaman zaman yaşanan ambargo ve yok sayma çabalarına rağmen, bugüne kadar Ankara’da çevremizde var olan, değişik etkinliklerimize katılan yaklaşık 3000 civarında kardeşimizi, ki bunların büyük ekseriyeti Vakit okuyucusudur, Vakit’e karşı tavır almaya çağırmadık. Evet, biz yıkmayı değil ıslah etmeyi öncelediğimiz için, bugüne kadar bu insanların toplandığı Cuma Konferanslarımızda ya da başka etkinliklerimizde Vakit Gazetesi’ni okumama çağrısı yapmadık, bunu hiç gündemimize bile almadık.
Ancak Vakit yönetiminin, ayrım yapmadan bütün İslami çevrelere aynı uzaklıkta durma adaletini göstermekte hep sorun yaşadığı ve kendi iddialarına uygun olarak bir platform olması gereken gazeteyi daha çok “milli” din anlayışının gazetesi durumuna getirdiği de bir vakıadır. Bununla ilgili örnek olayları, yayın politikasındaki çizgiye dair örnekleri tek tek sıralayabiliriz ki bu yazıda buna gerek yok. Ama Vakit yönetimi isterse, bu konuda bizzat yaşanmış çok sayıda örneği onlara anlatabilir ve böylece iyi niyetli bir düzeltme çabasında kendilerine yardımcı olabiliriz.
Kimi yorumcuların iyi niyetli hatırlatmaları sebebiyle şunu da ifade etmek isterim ki, Vakit Gazetesi’nin haber ahlakının tabii bir gereği olarak haber değeri olan etkinliklerimizi kendiliğinden haberleştirmesi bile özel ilişkiler kurmadıkça mümkün olmamakta, bu haberler, çoğu kez bizim gerek Ankara temsilciliği ve gerekse İstanbul yönetimi nezdinde defalarca temaslar kurup sorumluluklarını hatırlatmamız üzerine gerçekleşmektedir. Ancak, sırf etkinliklerimizin, basın açıklamalarımızın kamuoyuna ulaştırılması uğruna, Vakit Gazetesi temsilci, yönetici ve muhabirlerinin memnun ve razı olacağı bir yöntem ve muhteva içinde etkinliklerimizi gerçekleştirmemizi de kimse bizden bekleyemez ve bunu bize dayatamaz. Bu sebeple zaman zaman sıkıntılar ve sorunlar yaşanmaktadır. (Bu konuda, eğer gerekirse bundan sonraki son yazımızda bazı örnekleri somut olarak gösterebiliriz.) Vakit’te haber olmak uğruna, temel ilkelerimizden taviz vermeyi, ya da Vakit’ten önemli akıdevi ve ahlaki hatalar sadır olsa da örtbas edip sineye çekmeyi de kimse bizden isteyemez, bekleyemez. Kimi yorumlarda bu tür zanlara yol açacak ifadeler yer aldığı için bunları ifade etmek zorunda kaldığımın da bilinmesini isterim.
Bir Gazete ya da TV, Sadece Mülkiyetine Sahip olana Ait Sayılamaz
Bir gazete ya da TV; sahibi, yazar ve programcı kadrosu ile okuyucu, izleyici ve reklam verenlerinin kolektif katkısıyla hayat bulur ve yaşar. Bu sebeple, tek başına sahiplik iddiasıyla, diğer katılımcıları, destekçileri yok sayarak, keyfince yönetmek, keyfi yayınlar yapmak hem doğru ve haklı değildir, hem de böyle bir tercihi yapan uzun süre bu kuruluşu ayakta tutup sürdüremez. O halde, hem hukuki ve ahlaki bakımdan, hem insani ve İslami bakımdan, bir gazeteye ya da TV’na sahip olanlar, yayın politikasında mutlak belirleyici olamazlar/olmamalıdırlar.
Bizler de okuduğumuz, izlediğimiz, sahiplendiğimiz basın-yayın kuruluşlarında söz sahibi olabilmeliyiz. Bu kuruluşlarca dikkate alınmalı, düşüncelerimizle - haberlerimizle buralarda yer bulabilmeli, aykırılıkları, yanlışları, haksızlıkları, hukuksuzlukları, ahlaksızlıkları gördüğümüzde eleştirebilmeli, uyarabilmeliyiz. İster medya sahibi, ister medya yöneticisi, yazarı, habercisi, isterse okuyucu ve izleyicisi olalım, hepimizi bağlaması gereken insani/fıtri erdemler ve vahyi ölçüler vardır. Hiç kimse bu ortak değerlerden müstağni olarak hareket edemez.
Genel olarak ifade etmek isterim ki, medya sahibi, yöneticisi ya da yazarı konumundaki Müslümanlar, ellerindeki bu imkânı, kendilerinden menkul ve istedikleri gibi tasarruf edebilecekleri bir güç vehmine kapılarak, kendilerini merkeze oturtup, okuyucuyu kendi “milli eklektik din anlayışlarına” uydurma aracı olarak kullanamazlar. Hiçbir gazete ve TV, hepimizin desteği ile elinde bulundurduğu kamu hakkını, mahallenin kabadayısı gibi kullanmaya kalkışmamalı ve bizleri kendi subjektif düşünce ve yaklaşımları istikametinde terbiye etme misyonunu kendinde görmemelidir. Somut olarak hiç kimseyi suçlamadan ifade etmek isterim ki, hiç kimse elindeki gazeteyi ya da köşesini, tehdit ve şantaj aracı olarak kullanamaz/kullanmamalıdır. Bir yandan bize ve İslami kimliğimize saldırılara karşı yürekli çıkışlar yaparak değerlerimizin belli ölçüde de olsa savunuculuğunu yapma misyonunu üstlendiklerini iddia edenler, bize dönüp “bak biz sizi koruyoruz, o halde siz de bizim haksızlıklarımıza, yanlışlıklarımıza göz yumup eleştirmeyin, yoksa size de döneriz ha…” ya da bizi eleştirirseniz, bundan sonra elimizdeki medya imkânından sizi yararlandırmayız, sizi ve etkinliklerinizi yok sayarız gibi tutumlar sergileyemez/sergilememelidir. Yaparsa ne olur? Tabii ki, okuyucu olmaktan başka somut bir yaptırım gücümüz yok, aslında bu güç örgütlü bir biçimde hareket ederse çok önemli bir yaptırım gücü haline gelebilir. Ama inanan insanlar için en etkili olanı ilahi uyarıdır ki, ortaya koyduğumuz haksız, adaletsiz, zulmü içeren her davranışın, dünyada rezil olmak ve ahrette de azap gibi karşılıklarının bulunduğunu bize hatırlatmaktadır.
Medya Sahibi, Yöneticisi ve Yazarı olan Müslümanların Sorumlulukları
İster medya sahibi ve yöneticisi, ister gazete okuyucusu, TV izleyicisi konumunda bulunsun her mü’min, ancak adil, emin İslami şahsiyetin ve Kur’an ahlakının gerektirdiği ölçüler içinde davranarak, yani Kur’an ahlakıyla ahlaklanarak, bütün insanlara güven veren bir adaleti esas alarak, Allah’a kulluk görevini ve insanlara adil şahidlik sorumluluğunu yerine getirmiş olacak ve böylece ahiret yurdunda Rabbin lütuflarına muhatap olabilecektir. Bu tür sorumlulukları omuzlamış her Müslüman, yaptığı basın-yayın faaliyetini ibadet bilinciyle ve Allah’ın hudutlarını aşmadan yerine getirmek zorundadır. Tersi olursa, hudutları aşarsa, hevasına uyarsa, hevasını ilah edinerek11 İslam hudutları dışına çıkmış, imanına zulüm bulaştırmış/giydirmiş olur.12 Yani sonuçta, “onların çoğu ancak şirk koşarak iman ederler…”13 ve “Ey iman edenler iman edin…”14 ayetlerinin muhatabı konumuna gelir.
Medya sahibi ya da yöneticisi durumundaki bir Müslüman, egemen güçlerle iyi geçinmek, kimi kesimleri de okuyucu kitlesi arasına katmak ve büyümek için pragmatik davranıp, imani ilke ve sorumluluklarını, ahlaki değerlerini terk edemez, İslami kimlik ve değerlerini yozlaştıracak yayınlar yapamaz. Vakit gazetesini ilkesizce savunan bir yorumcunun Hüseyin Üzmez’e yazdırmakla Vakit’in çok sayıda okuyucu kazandığını (akıdevi ve ahlaki sorunlu bir yazarı benimseyen okuyucudan ne hayır gelecekse) söylemesi sebebiyle ifade ediyorum ki, Mü’min yayıncı ya da basın mensubu için hiç kimse okumasa da, akıdevi ilkelerinden taviz vermemek, ilahi şeriatın hudutlarını aşmamak ve ahlaki yozlaşmaya kapı aralamamak vazgeçilmez bir sorumluluktur. Mü’min bir basın-yayıncı İslami kimlik ve ilkelerini ve İslami ahlaki duruşunu koruyarak yayın hayatını sürdüremeyecekse, yapması gereken, bu değerlerinden taviz vererek, cahili topluma ve cahili değerlerine savrulmak suretiyle her şeye rağmen kuruluşunu ayakta tutmak değil, bu işi onurlu bir tercihle bırakmak olmalıdır.
Yaratılış gayemiz gereğince hepimiz, dünya hayatımızın bütününde sadece Allah’a kulluk ve itaatte bulunmak, hiçbir boşluk bırakmaksızın hayatın bütün alanlarında sadece O’na secde etmek konumundayız. Sonuçta, hayatımızın bütün alanlarında, bütün işlerimizde yalnız Allah’a secde izinin ve sadece O’nun renginin görünmesine vesile olacak şekilde hayatımızı ibadet kılmak sorumluluğumuz vardır. Yalnız namazda değil, hayatın bütün alanlarında ve yaptığımız bütün iş ve faaliyetlerimizde aynı kıbleye yönelmek, sadece Allah’ı razı etmeyi hayatın eksenine oturtmak yükümlülüğümüz vardır. Bu sebeple, Medya sahibi, yöneticisi ve köşe yazarı Müslümanlar, haberlerinde, yazılarında, ırkçı, kavmiyetçi, “milliyetçi”, sağcı, devletçi, vatancı taassuplarla, sahih İslami anlayışa aykırı hurafeci, eklektik, sentezci anlayışlarla, insanların dinde netleşmesini engelleyen, geleneksel ve modern bid’atlarla kafaları karıştıran yayınlar yapamazlar.
Müslüman medya sahibi ve yazarları, İslam’ın açık hükümlerine aykırı bir biçimde, “irtica” adı altında İslam şeriatıyla savaşan, Kur’an’la ve Kur’an’ı yaşamlaştırmaya çalışan mü’minlerle, bu bağlamda Allah’ın emri tesettürle mücadeleyi ilke edinmiş ve kendi ilkelerini dinleştirerek bütün topluma deli gömleği gibi giydirmeye çalışan laik ve Kemalist bir orduyu, o ordunun subay ve general kadrosunun aksine tercihlerini açıkça ifade etmelerine rağmen, “Peygamber Ocağı” olarak niteleyen yayınlar yapamazlar. Yaparlarsa hem Peygamber (s)’e, hem de kendisini “la dini” olarak konumlandıran orduya haksızlık etmiş olur. Aynı şekilde, eşi başörtülü olduğu ve namaz kıldığı, yani İslam şeriatını yaşadığı için subaylarını görevden atan bu ordunun ölenlerine, İslam şeriatının kavramı olan “şehidliği” lâyık gören yayınlar yapamazlar. İslam düşmanlarını, yıllardır Kur’an’la savaşanları en iyi Müslümanlarmış gibi takdim edip, toplumdaki İslam algısını saptırmaya, doğru Din anlayışını yozlaştırmaya yönelik makaleleri, haberleri, daha çok okuyucu elde etmek adına meşru görüp yayınlayamazlar. Daha çok okuyucu elde etmek ya da sistemin kimi kesimlerini memnun etmek yahut da onlardan çekindiği için, Allah’ın ayetlerini az bir pahaya değişme anlamına gelen yayınlar yapamazlar.
Hiçbir gazeteci, muhabir ya da köşe yazarı, bizim söylemediklerimizi söylemişiz gibi haberleştiremez. Bizim basın açıklamalarımızı ya da etkinliklerimizi haberleştirirken, ifadelerimizi saptırıp masa başı habercilikle ilaveler yaparak kendi “milli din” anlayışına uygun hale sokmaya, içeriğini değiştirmeye, keyfi ilaveler yapmaya kalkışamaz/kalkışmamalıdır. Genelde hiçbir insana ve tabii ki öncelikle de Müslüman’a hakaret içeren, iftira eden yayınlar yapamaz. Müslüman basın-yayıncı, elindeki kamu hakkı imkânları kullanarak insanlara tuzak kuramaz, şantaj yapamaz. Bu tür tutumlar, İslami de, insani de, ahlaki de değildir ve kim yaparsa yapsın açıkça eleştirilip yaptırıma muhatap kılınmalıdır. Haber ahlakıyla bağdaşan erdemli ve İslami tutum ise, böyle durumlar bir sapma olarak vaki olduğunda, bu haksızlığa itiraz edenleri hedef yapıp, dışlamak suretiyle cezalandırmak yerine, haksızlığa uğrayanlardan özür dileyerek düzeltme yazısı yayınlamak ve bu haksızlıkları yapanları cezalandırmaktır. İnsani erdemlerini koruyan, İslami kimlik ve ilkelerini belirleyici kılan gazete sahibi, yöneticisi, muhabiri ve yazarı, tüm Müslümanların da olması gerektiği gibi, dürüst, güvenilir, sözünün eri ve adil olmak, bu ölçülere uygun bir yayın politikası takip etmek, adil ve haklı yazılar yazmak ve bu alanda insanlara örnek olmak durumundadırlar. Kullanılan yayın ve yazı dilinde, hikmetli ve güzel sözlü davranmak, ahlaklı bir üslup tutturmak, düşmanlarına bile adil ve güzel bir üslupla hitap ederek düşman muhataplarını bile yaptıklarından utandırmak, onlar utanmasa da genel okuyucu kitlesinde İslam’ın güzel ve adil yaklaşımının güzel örnekliğini oluşturmak, Müslüman basın-yayıncının ve yazarların büyük sorumluluğudur. Aksi durumlarda ise, şahsi kusurlarının vebali dışında, kendilerinin yanlışı sebebiyle İslam’a kesilen faturaların da vebalini yüklenmekten kurtulamazlar.
Bir gazete ya da köşe yazarı tarafından, bazı kesimlerin yanlışları, sapmaları eleştirilecek ve “emr-i bil maruf nehy-i anil münker” yapılacaksa, ancak Kur’an ve sünnetin ortaya koyduğu maruf ve münker ölçüleri ve Kur’an ahlakı içinde kalarak bu sorumluluk yerine getirilmeli, işin içine şahsi kin ve düşmanlık duyguları, nefsi hırs ve hesaplaşma unsurları karıştırılmamalıdır. Ayrıca, eleştiriye muhatap olanlara da aynı gazete ve köşelerde itiraz edebilmek, kendisini ifade edebilmek, eleştiride haksızlık ve yanlışlık yapılmışsa düzeltebilmek hakkı tanınmalı, böylece eğer çamur atılmışsa izinin kalmasına müsaade edilmemelidir. Bu bakımdan Allah için düşünmeye çağırarak ifade etmek isterim ki; bazı Müslüman bayanların bana ulaşan beyanlarından, kendilerine yönelik Ankara mahreçli haber ve yazılardan dolayı, artık Vakit’e yönelik eleştiri yapmaktan korktuklarını ve kendilerine iftira edilebileceği endişesi taşıdıklarını söyleyecek hale getirildikleri anlaşılıyor. Vakit Gazetesi’nin eminliğine zarar veren bu yayının sorumlularını ortaya çıkarıp yeniden güven tazeleyici tedbirleri almak, buna sebep olanları gerekiyorsa Gazeteden uzaklaştırmak, mağdur Müslümanlardan ise helallik isteyip gönüllerini almak, öncelikle Vakit Gazetesi’nin sahiplerine ve üst yönetimine düşmektedir diye düşünüyorum. Ve bu sorumluluğun gereğinin de daha fazla geciktirilmeden yerine getirilmesi gerektiğini bir Müslüman kardeşleri olarak hatırlatıyorum.
Vakit Gazetesi Eleştirilmeye Değer mi?
Birçok kardeşimizin, Vakit’e yönelik uyarılarımızla ilgili “değmez, ne gerek var?” eleştirilerine muhatap oluyorum. Gerek Rıdvan kardeşimizin, gerekse benim hâlâ Vakit’i ciddiye alarak, muhatap kabul etmemizin ve ona eleştiri için bu kadar vakit harcamamızın yanlışlığını ifade ediyorlar. Ben ise bu görüşe katılmıyorum. Çünkü Vakit’i, bütün yanlışlarına rağmen, hâlâ eleştiriye değer buluyorum. Ankara temsilciliği başta olmak üzere bazı yönetici ve yazar kadrolarının İslami kimlik ve ilkelerle bağdaştırılamayacak önemli yanlışlarına, daha çok “milli din” anlayışı içine sığdırılabilecek yayınlarla sahih İslami anlayışa zarar vermelerine rağmen, hâlâ Vakit Gazetesi’nin uyarılabileceği ve kendini İslami ölçüleri belirleyici kılarak ıslah çabası içine girebileceği ve bu bağlamda yönetici, muhabir ve yazar kadrosunda önemli değişiklikler yaparak yeni ve daha ilkeli bir başlangıç yapabileceği umudunu taşıyorum.
Yeni Şafak, Zaman vb gazetelerle ilgili olarak Rıdvan Kaya kardeşimin değerlendirmelerine katılıyorum. Zaten biz de yaklaşık dört yıldan bu yana, bu tür gazetelere yazdığımız uyarı mektupları akabinde, gerekli ıslah çabasına girmemeleri ve tam tersine insani, İslami ve ahlaki uyarılarımızı dikkate almadıkları gibi, bizleri “radikal”lik gibi emperyalist jargonlarla damgalayıp yok saymayı tercih etmeleri sebebiyle onları hak ettikleri muameleye tabi tutuyoruz. Kendilerine yazdığımız mektuplarda, yaptığımız ziyaretlerde objektif habercilik ahlakıyla da bağdaşmayan yayınlarından dolayı protesto ettiğimizi ve hakkımızı da helal etmeyeceğimizi beyan ettik. Daha sonraki süreçte bu gazeteler daha fazla sekülerleşip, liberalleşmeyi sürdürdüler. Seküler, liberal-demokrat olmayan İslami kimlikli adalet ve özgürlük mücadelesine kapılarını sıkı sıkıya kapattılar. Onlar sadece kendileri gibi “liberal-demokrat-Müslüman” olanları akredite kabul edip, onların demokrasiye çağrı eksenli, batı standardında laikliği savunan etkinliklerini haberleştiriyorlar. Bu sebeple biz bunları, Allah için uyarılarımızı dikkate almayan bağnazlıkları sebebiyle artık eleştiriye bile değer bulmuyoruz. Zaman zaman belki dikkate alırlar umuduyla ve İslami sorumlulukla eleştirilerimizi tekrarlasak da yok sayıp görmezden geldiklerini ibretle gözlemliyoruz. Vakit Gazetesi’nin ise, pek çok bakımdan hâlâ eleştirilmeye değer bir konumda bulunduğu ve bu düzeltme imkânı bakımından hâlâ umutlu olmaya müsait olduğu kanaatindeyim.
Sonra, Vakit Gazetesi’ni, sadece Selahaddin Eş beyin yazılarını haftada 6 günden 3 güne indirmesi sebebiyle değil, yapa geldiği daha temel yanlışlıklar ve yayın politikasındaki sorunlar sebebiyle eleştirmeyi daha ilkeli ve daha anlamlı buluyorum. Üstelik Vakit Gazetesi’nin Selahaddin Eş beye, Selam Gazetesi’nin 12 yıl önce bana reva gördüğünden daha adil davrandığı kanaatindeyim. Bu hususu kısaca da olsa açmak zorundayım. Ben Selam Gazetesi’nin yazarıydım. Selam’ın benimsediği yöntem, laik demokratik sistem içi partileşmeyi değil, tevhidi davet ve şahidliği gerçekleştirmek suretiyle toplumsal inkılap ve dönüşümü sağlayarak İslami adalet sistemine ulaşmayı esas alıyordu. İşte biz de bu çerçevede yazılarımızı yazıyorduk. Benim İslami toplumsal dönüşüm yöntemini açıklayan ve Müslümanların laik demokratik yönteme doğru savrulmalarını eleştiren yazılarımın yayınlandığı ve RP’nin de iktidara doğru yürüdüğü, ikbal vaat ettiği günlerde, Selam gazetesi ilkelerine aykırı bir değişim sürecine girdi. Selahaddin Eş ve bir yazar daha RP lehinde övgü dolu yazılar yazmaya başladılar. Bununla da kalmayıp, Selahaddin Eş bey bir yazısında, RP’yi ve ona doğru meyledenleri eleştirip bu yöntemin gayri İslami olduğunu ve Müslümanlarca itibar edilmemesi gerektiğini söyleyenleri isim vermeden ağır eleştirilere tabi tuttu. Ve hatta parti yöntemine eleştiriler yapanların, aslında kendileri milletvekili olamadıkları için böyle davrandıklarını yazdı. Bunların, eremediklere ete murdar deme noktasında oldukları mealinde aşağılayıcı eleştiriler bile yaptı. Bunun üzerine benim Selam yönetimine yönelik ilkesizlik ve savrulma uyarılarım dikkate alınmadığı gibi, bu eleştirilerimi ihtiva eden yazılarım da Selam Gazetesi’nde yayınlanmadı ve ben de Selam’ı İslami ilkelerime olan sadakatim sebebiyle terk ettim. Ancak benim neden yazmadığımı izah edebileceğim hiçbir platform da yoktu. Yani bugün Selahaddin Bey’in elindeki Haksöz-Haber sitesinde yazmak gibi, kendimi ifade edebileceğim imkânlarım yoktu. Zaman zaman çeşitli topluluklarda gelen sorular üzerine neden yazmadığımı açıklayıp, ilkesizliklerini eleştirdiğim için Selam Gazetesi yönetiminden “eğer konuşmaya devam ederse biz de kendisine fiilen müdahale etmek zorunda kalırız” mealinde dolaylı tehditler de aldım. İşte bütün bu zaviyeden baktığımda, Vakit Gazetesi’nin Selahaddin beye daha adil davrandığını bir hakkı teslim etmek kabilinden ifade etmek istiyorum. En azından Vakit Gazetesi, Selahaddin beyin kendisini eleştiren, bence de haklı ama çok geç kalmış olan yazısını, altına not düşerek yaptığı işin değerini azaltsa da, yayınlamak erdemliliğini göstermiştir. Yazılarını da kesmemiş sadece haftada 6’dan 3’e indirmiştir. Tabii ki, ahlaki olanı bunu bile yaparken Selahaddin beyle bizzat görüşüp istişare etmeleriydi. Ama Selam’ın bana yaptıkları dikkate alındığında, bu dahi önemini kaybedebilmektedir.
Bu sebeple Vakit Gazetesi’ne, Selahaddin Eş’in yazılarını haftada 6’dan 3’e indirdiği için yapılan eleştirileri aşırı duygusal bulduğumu ve bu kadar tepkiyi hak edecek boyutta görmediğimi ifade etmek isterim. Daha önce de söylediğim gibi, Vakit Gazetesi’nin, daha ziyade takip ettiği yayın politikası ve köşe yazarlarının yazdıkları ile ilkesel bir eleştiriyi hak ettiğini düşünüyorum. Ayrıca, Vakit Gazetesi kendisini “inananların sesi” olarak nitelendirdiği için, bu iddiasına aykırı yazı ve yayınları bünyesinde taşısa da, ciddi bir uyarı yapılmadan ve bu konuda bir fırsat daha verilmeden tamamen dışlamanın da doğru olmadığına inanıyorum. Diğer taraftan Vakit Gazetesine niçin bu kadar vakit ayırıp yazılar yazıyorsunuz diyenlere cevap kabilinden bir hususu daha ifade etmek istiyorum: Rabbimiz katında uyarı sorumluluğumuzu en açık bir biçimde yerine getirdiğimize dair elimizde bir mazeret bulunsun ve belki de ıslah çabası içine girerek hayırlı bir yeniden başlangıç için adım atarlar, bu konudaki umutlarımızı boşa çıkarmazlar diye bu yazıları önemli bir İslami sorumluluk olarak görüyorum. Ayrıca Vakit Gazetesi her şeye rağmen bizi çok yakından ilgilendirmektedir. Çünkü yaptığı doğru şeyler ve Müslümanların hukukunu savunmaya dair yayınlar umutları güçlendirirken, yukarıda genel olarak zikredilen yanlışlıklar da bir yandan toplumun İslam algısının bozulup millileşmesine, yozlaşmasına yol açmakta, diğer yandan ahlaki olmayan tutumların faturası bütün Müslümanlara kesilerek başımızı yere eğdirmektedir. İşte bu sebeplerle, ya ciddi çaba sarf ettikten sonra düzelme olmadığında, yanlışta ısrar edildiğinde, açıkça ve her platformda Vakit’in Müslümanları temsil etmediğini açıklayan ve onun yanlışlarını açıkça ve sürekli eleştiren bir yol izlemeliyiz. Ya da onun kendini, kadrolarını ve yayın çizgisini ıslah etmesine yardımcı olarak, üzerimize düşen katkıyı sunarak hepimizin benimseyebileceğimiz bir platform haline gelmesi halinde de desteklemeyi sürdürmeliyiz. İşte bu yazılarımı da, bunca vakit ayırarak sırf bu amaçla yazıyorum. Her şeye rağmen şu anda, mevcut basın-yayın kuruluşları arasında bize en yakınının yine Vakit olduğu inancıyla, yıkmayı değil, ıslah edip yeniden inşayı bir kez daha denemeliyiz diye düşünüyorum. Bunu hem İslam ahlakının gereği olarak ve Allah rızası için böyle yapmalıyız, hem de bizim pratik ihtiyacımız bakımından da en kısa ve denemeye değer yolun öncelikle bu olduğu kanaatiyle böyle yapmalıyız. Çünkü Vakit’in de bize, bizim de bir gazeteye ihtiyacımız var. Bunun için yeni bir gazete çıkarmaya kalkmanın ne kadar zor olduğu da malum. O halde elde var olanı hem Vakit yönetimi hem de biz en akıllıca ve en ilkeli bir biçimde ıslah edip, elbirliğiyle daha da güçlendirerek sürdürmeyi neden öncelikle denemeyelim ki? İnşallah Vakit yönetimi, bizi yeni arayışlara mecbur bırakmayacak bir ıslah çabasını süratle gündemine alarak yeni ve daha ilkeli bir başlangıç yapmayı başarır.
Vakit Gazetesi içinde tek bir Vakit olmadığını düşünerek, hâlâ Allah için yapılan İslami ölçülere dayalı eleştirileri dikkate alıp ıslah çabası içine girecek birilerinin varlığını umut ediyor ve başta Mustafa Karahasanoğlu bey olmak üzere bu kişileri harekete geçmeye çağırıyorum. Bizden de bu ıslah çabası ve yeni başlangıç için bir yardım talep edilirse Allah için büyük bir sorumlulukla yerine getirmeye çalışacağımızı kendi adıma taahhüt ediyorum. Rabbimiz nasip ederse, konuyla ilgili son bir yazı daha yazmayı ve bu yazıda yorumlardaki eleştirileri değerlendirip, somut önerilerde bulunmayı düşünüyorum.
Dipnotlar:
1- Buhari
2- Nisa / 135
3- Nisa / 58
4- Maide / 8
5- Maide / 42
6- Şura / 17
7- Hadid / 25
8- Nahl / 90
9- A'raf: 7/159.
10- Enbiya: 21/47. Yunus: 10/54.
11- Casiye Suresi / 23
12- En’am Suresi / 82
13- Yusuf Suresi /106
14- Nisa Suresi / 136
YAZIYA YORUM KAT