Medeni Kanun ve HSYK
Hâkimler ve Savclar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) adâlete müdahale ettiği 17 Şubat tarihi, ne tesadüftür ki, aynı zamanda “Türk Medeni Kanunu”nun kabul edildiği tarihtir (1926)...
İsviçre Medeni Kanunu'nun Fransızca metninden tercüme edilerek “Türk Medeni Kanunu” ve “Türk Borçlar Hukuku” oluşturulduğunu ilk öğrendiğimde çocuk yaştaydım...
Çocuk yaşta olmakla birlikte, Başöğretmen Hikmet Bey’in rahle-i tedrisinden geçmiştim. Yani son derece milliyetçi, son derece Cumhuriyetçi, son derece lâik ve devrimci bir niteliğim vardı. Bu yüzden, inanç ve hayat tarzı açısından aramızda dağlar olan İsviçre’den neden kanun ithal ettiğimizi anlayamamış, kabul edememiş, verilen bilgide hata olduğunu düşünmüştüm...
Meğer doğruymuş: “Türk Medeni Kanunu”, İsviçre Medeni Kanunu’nun Fransızca metninden tercüme edilip, 17 Şubat 1926 tarihli oturumunda TBMM tarafından kabul edilmiş...
Büyüyünce fark ettim ki; beşyüz yıllık “Lâtin Alfabesi”, birkaç harf değişikliğiyle bir çırpıda “Türk Alfabesi” olursa, İsviçre Medeni Kanunu da, pekalâ bir çırpıda “Türk Medeni Kanunu” olur! Buna “Ben yaptım oldu” denir!
•
Atatürk, Mecelle’den Batı hukukuna geçiş işaretini ilk kez Bursa’da 1923 yılında yaptığı konuşmada vermişti: “Yeni Türkiye, ne zamana, ne de ihtiyaca uymayan Mecelle’nin hükümlerine bağlı kalamaz. En uygar uluslar derecesinde hukuk kurallarımızı da iyileştireceğiz. Yüz sene, beşyüz sene, bin sene evvel yaşayan bir toplum için yapılan yasalarla, bugünkü toplumu yönetmeye kalkışmak gaflettir, cehalettir!”
Komisyonlar kurulup çalışmalar başlayınca, Meclis’te her nasılsa kalmış bulunan bazı “eski kafa”lılar mırın-kırın ettiler. Bunun üzerine Atatürk’ün Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, tüm hukuk sisteminin Batı’dan alınacağını, buna direnmeye kalkışacak “bedbaht”ların ise canına okunacağını söyleyiverdi: “Türk ihtilâlinin kararı, Batı uygarlığını kayıtsız şartsız kendisine mal etmek, benimsemektir. Bu karar, o kadar kesin bir azme dayanmaktadır ki; önüne çıkacaklar, demirle, ateşle yok edilmeye mahkûmdurlar. Bu prensip bakımından, yasalarımızı olduğu gibi Batı’dan almak zorundayız.”
Bu konuşmadan sonra, anlı-şanlı milletvekillerimiz, pabucun çok pahalı olduğunu anlamış ve eminim susmuşlardır.
Önce kanunun gerekçesi oluşturuldu. Denildi ki: “Türkiye halkı, adaletin uygulanmasında kuralsızlık ve sürekli kargaşa karşısındadır. Halkın kaderi belli ve yerleşmiş bir adalet esasına değil, rastlantı ve talihe bağlı, birbiriyle çelişkili Ortaçağ dinsel hukukun kurallarına bağlı bulunmaktadır. Cumhuriyet, Türk adaletinin bu karışıklıktan, yokluktan ve pek ilkel durumdan kurtarılmasını, devrimin ve yüzyılımız uygarlığının gereklerine uyan yeni bir Türk Medenî Kanunu'nun hızla vücuda getirilmesini ve uygulamaya konulmasını zorunlu kılmıştır.”
Yok canım! Kılı kırk yaran dillere destan Osmanlı adâletinde “kuralsızlık ve sürekli kargaşa” mı vardı yani?..
Bunlar olsaydı, ayrı dinden, ayrı dilden, ayrı ırktan, ayrı renkten, ayrı kılık kıyafetten neredeyse 72.5 milyon millet, altıyüz sene kapışmadan, çatışmadan, savaşa-kavgaya tutuşmadan “kardeşçe” yaşayabilir miydi?..
Herhalde bunu “kuralsızlık ve sürekli kargaşa” ile gerçekleştiremezlerdi. Öyleyse Mahmut Esat’ın izahında ya bir sakatlık, ya da bir kasıt var: Kendi geçmişine kin duyuyor gibi!.. İnsan kendi geçmişine kin duyar mı?
Her şey böyle başladı. Ardından, Medeni Kanun ve Borçlar Kanunu üzerine çalışmalar yapmak üzere iki komisyon kuruldu. Ama komisyonların, Türkiye’nin hukuk geleneğini ve toplumsal yapısını dikkate alarak hazırladıkları metinler, “devrimlerle bağdaşmadığı” gerekçesiyle, hükümet tarafından “veto” edildi. TBMM Genel Kurulu’nda, maddelerin tek tek görüşülüp oylanması önerisinde bulunan milletvekillerine, yine çok sert bir karşılık verdi:
Devrin Adâlet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, öfkesi burnunda biri olmalı ki; milletvekillerinin her sualine öfkeli cevaplar veriyordu: “Medeni Kanun bir bütündür, bütün olarak ele alınmalı ve kabul edilmelidir!” diyordu.
Milletvekilleri bu cevaptan sonra iyice anladılar ki; tasarıyı reddetme hakkı şöyle dursun, görüşüp tartışma hakları bile yoktur. Çarnâçar “durumun gereği”ni yaptılar, kanun tasarısını kısaca görüştükten sonra, hiçbir değişikliğe uğratmadan, onayladılar (17 Şubat 1926).
Böylece İsviçre Medeni Kanunu’nun ve Borçlar Kanunu’nun, bütün olarak alınıp benimsenmesine karar verildi...
Sıra Ceza Kanunu’ndaydı: Tabiî bunun da “devrimlerle bağdaşması” şarttı. Bin yıllık geleneksel hukukumuzda uygun bir şeyler bulunamamış olmalı ki; 1889 tarihli İtalyan Ceza Kanunu tercüme edildi. 37 yıllık İtalyan Ceza Kanunu, bir çırpıda “Türk Ceza Kanunu” oluverdi. Artık sıra Ticaret Kanunu’na gelmişti.
Bu konuda da fazla ince eleyip sık dokumaya, genlerimizle uyuşup uyuşmadığına bakmaya gerek yoktu. Alman Ticaret Kanunu alelacele tercüme edilip yürürlüğe sokuldu...
Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu ile Deniz Ticareti Kanunu, yine Almanya’dan ithal edildi... İcra ve İflas Kanunu’muz ise İsviçre İcra-İflas Kanunu’nun benimsenmesi yoluyla hazırlandı.
Bu arada aceleden ve yetişmiş eleman yokluğundan bazı tercüme hataları da yapılmıştı, ama “o kadar kusur kadı kızında da olur”du...
Bu arada ilginç bir ayrıntı vereyim: “Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu”muz “Neuchâtel Kantonu Hukuk Usulü Kanunu” esas alınarak hazırlandı. İslâm Hukuku üzerine çalışmalar yapan Fransız Hukukçu Kont Ostrorog’a göre, Türkiye Cumhuriyeti tarafından Avrupa hukukunun kabulü, İslâm Dini’nin kabulünden bu yana Ortadoğu tarihinin en önemli olaylardan biridir.”
Son söz: 1961 ve 1980 darbelerinden sonrasında hazırlanan Anayasaların getirdiği Anayasa Mahkemesi ve HSYK gibi kurumlar, milletin “yanlış” tercihlerini (onlara göre CHP dışındaki tüm tercihler yanlıştır) dengelemek üzere oluşturulmuştur.
Bu ayak bağlarıyla daha ne kadar yürünebilir, göreceğiz!
VAKİT
YAZIYA YORUM KAT