Mardin Süryanileri ve Tarih
Sonuç olarak kitabı tarayarak önemli gördüğümüz yerleri öne çıkartmamız veya değerlendirmemiz Süryaniler hakkındaki okumalarımızı derinleştirmeye mebnidir.
"19. Yüzyılda Mardin Süryanileri"
Resmi bakış açısından Batılılar tarafından yapılan suçlamalara cevap üretme kompleksiyle Süryani, Nasturî ve Keldanî unsurlar Ermeni olayları bağlamında ele alınmış ve bu çerçevede serdedilen yaklaşımlar oldukça yanlı bir yapıda kalmıştır.
Süryani, Nasturî, Keldanî toplumları, kimlikleri ve tarihleri hakkında yaşadığımız coğrafyadaki Müslümanların kafasının da pek net olduğu söylenemez. Dolayısıyla bu konularda İslam'la irtibatlı yayın alanında yapılmış müstakil çalışmalardan (bir iki istisna haricinde) söz etmek de oldukça zor.
Bu olumsuzluklarla birlikte düşünüldüğünde insanın keşke yaşadığımız coğrafyanın etnik, sosyal, siyasi demografyası hakkında bu coğrafyanın adil şahitleri olması gereken Müslümanlar tarafından derli toplu çalışmalar yapılsaydı da bu konulardaki bilgilenmelerimiz sağlıklı bir zemine otursaydı diyesi geliyor.
Denilebilir ki yaşadığımız coğrafya bağlamında yakın tarihe ilişkin okumalarımızda da dışarıda tutulmuş en önemli konulardan birisini Süryaniler oluşturmakta. Hâlbuki Süryanilik konusu hiçte önemsiz sayılacak konulardan değil. Çünkü onlar dün bu topraklarda şu veya bu şekilde birlikte yaşadığımız ve dolayısıyla varlıklarını bugüne taşımış olan bir halk, sosyal bir vakıa konumundalar. Vakıayı ciddiye almak ve bilinçli bir tutum geliştirmek ise sorumluluklarımız arasında. Diğer yandan Süryanilik konusu gerek Osmanlı tarihinin aydınlatılması ve gerekse de güncel/aktüel boyutlarları dolayısıyla da önemsenmesi gereken mevzular arasında. Bu olgu, çoğu Avrupa'ya göçmüş olmakla birlikte yaşadığımız coğrafyada da varlığına rastlanan yönüyle birlikte ve tebliğ ödevinin kuşatıcı sorumluluğu açısından düşünüldüğünde daha bir önem kazanmaktadır. Özellikle de bu unsurun Müslümanlar haricinde hemen tüm ideolojik kesimlerin ilgi alanında olduğu ve gerek klasik/modern gerekse de postmodern emperyalizmin istismarları ile birlikte düşünüldüğünde daha can alıcı boyutlara varmaktadır. Dinî geleneğine alabildiğine bağlı bir halk olarak kabul edilen ve bu yönüyle dramatik tarihî öyküleri olan Süryanilerin emperyal politikalar bağlamında 18. Yüzyıldan bu yana yaşadığı parçalanma süreci oldukça ilginç bir öyküyü ifade etmektedir. Ayrıca geleneksel Süryani kimliğini istismar etmeye dönük tasarlanan ve süreç içerisinde artık onlarla özdeşleşen Asur milliyetçiliği konusu ise Müslümanların milliyetçilik okumalarında neredeyse devre dışı kalmış bir olgu.
Süryanilik konusu ayrıca Hıristiyanlık tarihi bağlamında kapalı kalan muvahhit havariler döneminin veya da bilinen deyimiyle "zulüm ve şehitlik çağı"nın aydınlatılması açısından da önemli bir köşe taşı niteliğinde ve Osmanlı tarihinin daha sağlıklı/bütüncül kavranması bakımından da büyük öneme haiz bir olgu mesabesinde. Klasik ve postmodern emperyalizmin coğrafyamızı, halklarımızı tehdit eden politikalarının ifşa edilmesi yönünden de oldukça fonksiyonel bir alanı oluşturmaktadır.
İşte üzerinde çokça spekülasyonlar yapılan, şuan için aktüel değeri pek olmasa da tarihsel anlamı yine de önemli olan ve Müslüman mahallenin ise ne yazık ki ilgi alanına giremeyen Süryanilik konusu ve onunla irtibatlı Asur milliyetçiliğini geçte olsa kapsamlı bir şekilde mercek altına alan bir çalışmayla karşı karşıyayız. Dr. İbrahim ÖZCOŞAR tarafından kaleme alınan ve 480 sayfalık hacmiyle dikkat çeken bu çalışma Mayıs, 2008 tarihinde Beyan Yayınları tarafından okuyucusuyla buluşturuldu.
"19. Yüzyılda Mardin Süryanileri" adını taşıyan kitapta başta Süryanilerin kimliği olmak üzere konuya yaklaşımlardan Süryani dinî-toplumsal tarihine değin birçok konu masaya yatırılmış. Kitabın adı konunun dar bir çerçevede ele alındığı intibasını uyandırsa da muhtevasının kapsamlılığı bu gözlemi çürütmekte. Yazar konuyu oldukça geniş bir yelpazeye yaymış ve "Osmanlı millet sistemini" Süryaniler üzerinden incelerken Süryanileri de 18. Yüzyıl Mardin'i ile irtibatlandırarak değerlendirmiş. Süryanileri muhatap alan ve klasik emperyalizm ile iç içe gelişen 19. Yüzyılın yoğun misyonerlik faaliyetleri ve bunların Süryanilere yansımalarını da başat bir konu olarak mercek altına alan kitap zengin içeriği ve nesnel olarak nitelendirilmeyi hak eden anlatımıyla dikkat çekmekte.
Tutarlı/Bütüncül Bir Yöntem ve Çok Yönlü Kaynaklar
Oldukça zor sayılabilir bir konuya hasredilmiş eser hakkındaki spekülatif değerlendirmelerden geçilmeyen Süryaniler konusunda ulaşabildiği hemen tüm aktüel ve tarihî kaynakları didiklemiş. Konuya dönük mataryelin yetersizliği ve dağınıklığı ile birlikte düşünüldüğünde yazarın bu emeği takdire değerdir. Başta Osmanlı dönemi salnameleri, şer'iye sicilleri vb. ilk dönem belgeleri olmak üzere anı, gezi notları vb. kaynakları çözümleyen yazarın bununla da yetinmeyip konuya dönük kaleme alınmış ve farklı bakışları sunan eserleri de karşılaştırmalı bir yöntemle ele alması ve anlattığı konuları istatistikî şemalarla da pekiştirmesi önemli olumluluklar olarak dikkat çekmektedir.
Metodolojik bağlamda da yazarın tümdengelimci bir yöntem kullanması; ele aldığı meseleler hakkında öncelikle özet bilgi sunması ve peşi sıra bunu çeşitli alt başlıklar halinde detaylandırması da olumluluklar arasında zikredilebilir. Meselelere dönük öncelikle nesnel vakıa bilgisinin tespit edilmesine gayret edilmesi ve peşi sıra bunun üzerine tahlil ve değerlendirmelerin bina edilmesi de kitabı sistematik hale getirip anlaşılır kılmış. Toplam üç bölümden oluşan kitabın birinci bölümünde tarihî bir anlatım yöntemi hâkim iken ikinci bölümde sosyolojik çözümleme yöntemi belirginleşmekte ve üçüncü/son bölümde ise kitap siyasi-eleştirel bir yapıya bürünmektedir.
Zengin Bir İçerik
Tarihî anlatım yönteminin merkeze alındığı ve Giriş ile "19. Yüzyılda Osmanlı Devleti ve Mardin'in İdarî Yapısı İçinde Süryaniler" (21-31, 35-159) adını taşıyan birinci bölümde yazar Süryani kimliğini konu ediniyor. Bu konuya dönük çok boyutlu yaklaşımlara da eğilen yazar Süryani dinî kimliğinin oluşum ve gelişim öyküsünü anlattıktan sonra Hıristiyanlık tarihindeki teolojik tartışmalara paralel olarak Süryani Kadimlerin parçalanmasını, İslami yönetimler içindeki etkinliklerini özetliyor. Aynı zamanda kitabın ve bu bölümün başat konularından olan 18. Yüzyıl Mardin Süryanileri için ise yazar öncelikle klasik Osmanlı millet sistemini; bu sistem içerisinde gayrimüslimlerin statüsünü; Tanzimat'la başlayan sürecin statülerinde yol açtığı değişikliklerin algılanış biçimlerini inceleyerek Mardin'in idarî konumu, stratejik yapısı ve demografyasını değerlendirip Süryanilerin konumunu çeşitli alt başlıklarda analiz ediyor.
"19. Yüzyılda Mardin Süryanilerinin Sosyal ve İktisadî Durumu" (163-340) ismini taşıyan ve sosyolojik çözümleme yönüyle dikkat çeken ikinci bölümde ise Mardin'in etnik, dinî ve kültürel demografyasının fotoğrafını çeken yazar çeşitli alt başlıklarda Süryanilerin nüfusunu ve birlikte yaşadıkları topluluklarla çok yönlü ilişki biçimlerini inceliyor. Süryanilerde toplumsal yapı, kilise örgütlenmesi, aile kurumu ve kadının konumu gibi konuların da değerlendirildiği bu bölüm özellikle de Süryanilerde ihtida oranlarına verilen örnekler ve Osmanlı'nın mühtedilere dönük izlediği politika hakkında fikir vermesiyle dikkat çekmektedir.
Üçüncü ve son bölüm olan ve "Mardin Süryanilerinin Eğitim-Kültür Durumu ve Mardin Süryanilerine Yönelik Misyonerlik Faaliyetleri" (345-431) adını taşıyan bu bölümde de yazar klasik Süryani kilisesi ve medreselerinde icra edilen eğitim ve bilimsel faaliyetler başta olmak üzere Osmanlı'daki modernleşme/Batılılaşmanın ve ayrıca misyonerliğin de etkisiyle açılan modern okulların sayısal oranı, bunun arkasındaki amaçları ve eğitim felsefesini kapsamlı bir şekilde çözümlemeye çalışmış. Dönemin siyasi-ideolojik atmosferinin de çözümlenip dilin eleştirelleştiği bu bölüm özellikle de emperyalist politikalarla at başı giden misyonerlik faaliyetlerini sistematik bir şekilde mercek altına alan yapısıyla dikkat çekmektedir.
Katolik ve Protestan misyon faaliyetlerin emperyalist politikalarla irtibatının çözümlendiği bu bölüm kısa bir sonuç ile mezkûr faaliyetlerin Süryani Kadim cemaatinde yol açtığı çok boyutlu etkilerin tahliliyle son buluyor.
Bu özet tanıtımdan sonra muhteva bakımından şu üç başlıkta kitabı taramanın yararlı olacağı kanısındayız: 1- Süryani Kimliği Tartışmaları, 2- Süryanilerin Osmanlı Millet Sistemi İçindeki Öyküsü, 3- Süryani Dinî Kimliğinin Dönüşümüne Emperyalizmin Etkileri.
1- Süryani Kimliği Tartışmaları:
1.1. Süryani Tabiri:
Süryani tabirinin menşei ve içeriği bütün kesimler için konunun en zor ve girift boyutunu oluşturmaktadır. Konuya ilişkin genel ilgi Hıristiyanlık tarihi bağlamında oluşup gelişmiştir. Süryaniler arasındaysa mesele karşısında ana iki yaklaşım oluşmuştur: a- muhafazakâr kesim ve yaklaşımı, b- modernist/ulusçu kesim ve yaklaşımı olarak bunları sınıflandırabiliriz. Bu yaklaşımlar "19. Yüzyılın din merkezli toplumundan ulus merkezli topluma doğru yaşanan değişim sürecinde oluşmuş ve şekillenmiştir" (21). Meseleye yaklaşımları 3'lü bir tasnife tabi tutuyor yazar: 1- coğrafi yaklaşım, 2- tarihi olay ve kişileri temel alan yaklaşım ve 3- filolojik yaklaşım.
• Coğrafi yaklaşım:
Bu yaklaşımda iki görüş yer almakta. 1.'si Süryani isminin Güney Lübnan'daki Sur şehrinden kaynaklandığı kanaatinde. Buna göre İsa'nın (s) havarileri bu şehir ve civarında oturuyorlardı ve dolayısıyla bölgede havariler etrafında oluşan Hıristiyanlara "Suriin" denilmeye başlanmıştır. Bölgeyle ticari ilişkileri bulunan Yunanlılar da bölge sakini-Hıristiyanları Süryani olarak isimlendirmişler ve zamanla bu isim tüm bölgeye şamil kılınmıştır. Aynı yaklaşımdaki 2. görüş ise Süryani ismini Suriye ile irtibatlandırmaktadır. Aramî yurdu İskender tarafından Suriye olarak değiştirildi. Bu yaklaşımdaki bir diğer görüş de Suriye isminin bölgeyi ele geçiren Pers kralı Kilikos'un kardeşi Suros adından geldiğidir.
• Tarihi olay ve kişileri temel alan yaklaşım:
Bu yaklaşıma sahip görüşlerden biri Süryani adının Yahudileri Babil esaretinden kurtaran Pers kralı Keyhüsrev'e dayandırıyor (M.Ö. 559-529) iken bir diğer görüş ise onu M.Ö. 1.400-1.500 tarihlerinde Antakya'yı inşa ettiği ve Mezopotamya'da hüküm sürdüğü söylenen Aramî kral Sürrüs'e dayandırıyor. Birincisine göre Keyhüsrev'in Süryanice karşılığı Sirus'dur ve dolayısıyla Babil sürgünü Yahudileri özgürleştirdiğinden dolayı kurtarıcı olarak algılanmaya başlanmış ve Filistin'e dönüp İsa'ya (s) iman edince de ilgili kişiler kendilerini Sirus'a izafeten Süryani olarak tanımlamaktan gocunmamışlardır. Hatta yazarın naklettiğine göre Keyhüsrev de tıpkı İsa (s) gibi bunların nezdinde kurtarıcı payeye sahiptir. Paralel yaklaşıma sahip üçüncü bir görüş de Süryani isminin H.z. İbrahim'in soyundan geldiği söylenen Dadanoğlu Asur ya da Asurîn'den geldiği fikrindedir.
• Filolojik yaklaşım:
Bu yaklaşıma göre de Asurluların ülkesine Yunanlılar bir "Y" ekleyerek Asurya olarak telaffuz etmiş ve zamanla kelimedeki "A" sesi de düşerek Surya(ni) olarak yaygınlık kazanmıştır (23).
1.2. Süryanilerin Kökeni:
Süryani isminin menşei gibi yine Süryanilerin etnik kökeni konusu da tartışmalıdır. Süryanilerin kendi arasında da bu böyledir. Yazarın "Tarih boyunca dinî özellikleriyle öne çıkan ve kilise etrafında örgütlenme suretiyle varlığını idame ettiren Süryaniler 1850'lerden itibaren… değişen dünyanın etkisiyle diğer birçok Doğulu toplum gibi milliyetçi akımlardan etkilenmeye başladılar" (24) belirlemesi ve Süryani kimliği tartışmalarının Süryanilerin gıyabında yerli ve yabancı oryantalistlerce başlatıldığı gerçeğini saptaması dikkat çeken bir olumluluk olarak kaydedilmeye değerdir. Bu etkiye bağlı olarak Süryanilerin kökenine dair 3 yaklaşımın oluştuğunu söylüyor yazar: 1- Süryani kökenin Aramî olduğunu savunan görüş (bu görüş kilise taraftarlarınca savunulmakta= geleneksel görüş). 2- 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya atılan ve Süryani kökeninin Asurî olduğunu savunan görüş (bu görüş de Batılılar tarafından ortaya atıldı ve özellikle de Avrupa ve Amerika'ya göçen sivil/laik anlayıştaki Süryanilerce bugün savunulan en yaygın görüştür= seküler/modernist/ulusçu görüş). 3- Bu görüş ise Süryanilerin İsa (s) öncesi Mezopotamya halklarının devamı ve Helenizm'i özümseyerek ortaya çıktığını söyleyen sentezci görüştür. Yazar bu yaklaşımları tahlil etmemekte ama kullandığı dil ve ifade biçiminden 1. yaklaşıma yakın durduğu anlaşılıyor ki bizce de muteber olan budur. Çünkü bu yaklaşım ana akım/ Süryani kadimler tarafından savunula gelmektedir ki nitekim yazarın da ilerleyen sayfalarda zikrettiği bu akımın kendisini Aramî gördüğü ancak putperest Aramîlerden ayrışmak için kendisini Süryani olarak tanımladıkları yönündeki aktarımı da bunu pekiştirmektedir.
• Süryaniler Aramî'dir yaklaşımı:
Bu yaklaşımın temel dayanağı konuşulan dilin yani Süryanicenin Aramîcenin bir lehçesi olmasıdır. Kendilerinin Nuh'un oğlu Sam ve Sam'ın oğlu olduğu söylenen Aram'ın zürriyetinden geldiklerini söylemektedirler. Süryanilerin Aramî olduğu yaklaşımı dinî içeriklidir. Buna göre İsa'nın (s) mesajına inandıktan sonra İsevî Aramîler kendilerini putperest soydaşlarından ayrıştırmak için Yunancada Sur/Lübnan Hıristiyanlarını tanımlamak için kullanılan Süryani ismi ile tanımlamayı tercih etmişlerdir.
• Süryaniler Asurî'dir yaklaşımı:
Bu yaklaşım coğrafik/toprak milliyetçiliği yüklüdür. Süryanilerin bölge Hıristiyanları ile kaynaşması sonucunda yeni bir "ulus"un doğduğunu söylüyor. 19. yüzyıldan itibaren bu anlamda kullanılmaya başlanan Asurî tanımlaması çoğu araştırmacıya göre Protestan misyonerler tarafından Osmanlı coğrafyasının Türkiye-Irak-Suriye bölgelerinde ve İran'da icra edilen faaliyetlerinin sonucudur. En çarpıcı özelliği Nasturî, Keldanî ve Süryanilerden (hâlbuki yazarın ikna edici bir şekilde belirttiği gibi bunlar 3 ayrı etnik değil tersine Aramî kökenden gelen Süryani/Hıristiyanların birbirinden bölünerek farklılaşan farklı mezhebi adlandırmalarıdır) karma bir Asur ulus kimliği ve devleti yaratma fikridir. Süryani, Keldanî ve Nasturîlerden müteşekkil Asur milliyetçiliğinin ilk defa 19. Yüzyılda Musul'da İngiltere adına çalışan arkeolog Austen Henry Layard tarafından ortaya atıldığını söyleyen yazar, bu yaklaşımın İngiliz-Fransız-Amerikan ve Rus misyonerleri tarafından da istismar edilerek yaygınlaştırıldığını ve süreç içerisinde, özellikle de 1. Emperyalist paylaşım savaşından sonra Süryaniler arasında da kabul gördüğünü söylemektedir. Bu tarihten itibaren Süryani aydınlar toplumlarına artık "Asurîler" diye hitap ediyorlardı (417-440).
2- Süryanilerin Osmanlı Millet Sistemi İçindeki Öyküsü:
2.1 Süryani Yakubî, Süryani Kadim, Nasturî ve Keldanî Kavramları:
Süryaniler kendilerini İsa'nın (s) mesajına ilk iman eden topluluk olarak tanımlamakta ve mesajının yayılması için misyon çabalarına girmekle övünmektedirler. Ermenilerin Hıristiyanlık ile tanışmasında da kendilerinin öncü çabalarının olduğuna inanmaktadırlar.
Süryani kimliğine yaklaşım bağlamında geleneksel/kilise merkezli görüşler ve Sur şehri görüşü dikkate alındığında da onların gerçekten de İsa'nın (s) nübüvvetine şahit olup ilk iman edenler arasında oldukları söylenebilir ki zaten yazar da Süryaniler konusunun genel Hıristiyanlık tarihi içerisinde değerlendirildiğini söylemektedir. Hıristiyanlığın kurumsallaşması sürecinde de ilk kiliseyi Antakya'da Süryaniler kurmuşlardır. Süryanicenin Aramî dilinin Doğu lehçesi olduğu gerçeğini de dikkate aldığımızda onların etnik bakımdan Aramî olduklarını ancak İsa'nın (s) tevhidi mesajına iman eden unsurlarının putperest soydaşlarından ayrışmak için kendilerini Süryani olarak tanımlamaya devam ettikleri yaklaşımına itibar edebiliriz. Dolayısıyla Süryanilerin tarihi Hıristiyanlığın gelişim tarihi olduğu gibi onların dramatik öyküsü de muvahhit kuşakların en azından Havarilerin Roma ve Bizans zulümlerine karşı direnişlerine değin uzanmaktadır.
Süryaniler İsa'ya (s) iman ettikten sonra onun mesajını yaymak için Antakya Kilisesi başkanlığında Suriye, Lübnan, Anadolu, Urfa ve Mezopotamya'da geniş çaplı misyon faaliyetlerine başladılar. Ancak bu misyon/tebliğ faaliyetleri sonucunda Hıristiyanları tehlike olarak gören Roma miladi 313 yılına değin Hıristiyanlara karşı geniş çaplı zulüm ve katliamlara girişti ki bu dönem "Zulüm ve Şehitlik Çağı" olarak adlandırılmıştır (29). Bu ara süreçte çoğu Havari bakiyesi ve muvahhit olan Hıristiyanlar bir yandan zulüm politikaları sonucunda yok olurken diğer yandan da Roma baskısı altında olan Antakya Kilisesi kendi içerisinde teolojik tartışmalara başlamıştı. 2. Yüzyılın sonları ile 3. Yüzyılın başları arasında oluşan bu tartışmalar yine de Roma'nın yoğun zulümleri dolayısıyla pek olumsuz boyutlara varamamıştır. Roma'nın Hıristiyanlığı revize edip resmileştirmesi ile birlikte Hıristiyanlar arasında yaşanan teolojik tartışma ve bozulmalardan en çok etkilenen unsurlar arasında da Süryaniler bulunmaktadır.
325-820 tarihleri arasında yapılan Konsillerin ikisinin Süryani tarihi açısından önemli olduğunu söylemektedir yazar. Bunlardan ilki olan Efes Konsilinde (431) Antakya Süryani Kilisesi kökenli Nastur'un iki tabiatçı yaklaşımı reddedilmiş ve taraftarları sürgüne gönderilmiştir. Nastur'un yaklaşımları Süryaniler arasında da ilk parçalanmayı ifade etmektedir. Dolayısıyla Nastur'un taraftarlarına izafeten kullanılmaya başlanan Nasturî tabiri etnik bir topluluğun değil, Süryaniler içerisindeki iki tabiatçı/Diyofizit Hıristiyan bir mezhebin adıdır. İkincisi Kadıköy Konsilinde ise (451) Süryanilerin de savunduğu Monofizm/tek tabiatçılık yaklaşımı reddedilmiş ve Süryaniler de bu Konsillere isyan ederek Bizans'ın ve Kadıköy yanlısı unsurların takibatı ve zulümlerine maruz kalmışlardır. Yaklaşık yüz yıllık bu baskı döneminden sonra 543 yılında Bizans Sasanilere karşı doğu cephesine ihtiyaç duyduğundan Nusaybin Okulu mezunlarından Monofizit Yakub Baraday ile irtibat kurmuş ve Yakub öncülüğünde Süryaniler bu süreçten istifade ederek Antakya Süryani Ortodoks Kilisesi adıyla bağımsız bir Patriklik kurmuşlardır. Süryani Yakubî ismi de buradan türemiş ve Monofizit/Ortodoks Süryaniler böylece kendilerini Süryani Yakubî olarak Batıya kabul ettirmişlerdir. Süryani Kadim tabiri ise 18. Yüzyıl sonlarında Süryani Yakubîler arasında meydana gelen bir ihtilaf sonucu oluşmuştur. 1782 yılında Mihayel Carve'nin patrikliği Süryaniler tarafından kabul edilmeyince Carve Suriye'deki Katolik misyonerler ile irtibata geçerek Katolikliği kabul etmiş ve Papa tarafından Süryani Katolik Patriği unvanı ile taltif edilmiştir. Carve ve misyonerlerin işbirliğiyle Süryani Yakubîlere dönük Katolikleştirme faaliyetleri sürecinde Yakubîler kendilerinin köklülüğünü vurgulamak için Kadim sıfatını kullanmış ve böylece Süryani Kadim tabiri oluşmuştur.
Keldanî adı ise 16. Yüzyılda Nasturîler yani Diyofizit/iki tabiatçı Süryaniler arasında yaşanan parçalanma üzerine oluşmuştur. 16. Yüzyılda Nasturîler arasından Katolikliği kabul edenlere Keldanî denilmiştir. Böylece Papa belki de tarihsel süreklilik kazandırma amacıyla Katolik Nasturîleri eski çağlarda Mezopotamya'da yaşayan Keldanî kavmi ile irtibatlandırmış ve Süryani/Nasturîlerden kopma Hıristiyan Katolikleri böylece Keldanî olarak tanımlana gelmişlerdir.
2.2. Süryanilerin Osmanlı Millet Sistemi İçerisindeki Statüleri:
Süryanilerin Müslümanlarla toplu teması ilk defa H.z. Ömer'in Kudüs Fethi ile gerçekleşmiştir. Bu tarihten itibaren ana akım/ Süryanî Kadimlerin 20. Yüzyıla değin Bizans ve diğer Batı meşeli Hıristiyan devletlere karşı İslami yönetimleri tercihe devam etmişlerdir. Eğitim-bilim sahasındaki yükseliş dönemleri olan 4. ve 13. asırlar arasında da Müslümanlarla çok yönlü alış-verişleri olmuştur. Süryanilerle Müslümanlar arasındaki en etkin temas ve etkileşimin Abbasiler döneminde gerçekleştiği kabul edilmektedir. Ortaçağda başta çeviri olmak üzere özellikle de tıp, mantık, felsefe, matematik, astronomi ve kronolojik tarih yazımı alanlarında etkili olmuşlardır. Söz gelimi Abbasî halifesi el-Mansur'un onları Yunanca eserleri Arapçaya tercüme etmeye teşvik ettiği söylenmektedir. Bir diğer örnekte şudur ki halife Me'mun döneminde 832 yılında kurulan "Beytü'l- Hikme"ye de Süryanî kökenli Huneyn b. İshak başkan olarak tayin edilmiştir. Bu konuda yazarın naklettiği örnekler arasında ayrıca Bizans zulmünden Sasanîlere sığınan Cundişapur tıp okulunun Abbasiler döneminde kurulan büyük çaplı hastanelerin mimarları olduğu yönündeki aktarımı da dikkat çekicidir. Halife Mansur'un hastalığı üzerine tedavi amaçlı getirtilen Dr. Curcis de zaten süreç içerisinde Saray doktorluğuna tayin edilmiştir (345-351).
İdarî bakımdan ise H.z. Ömer'in Kudüs Fethi ile beraber Diyofizit Rumların baskısından kurtulan Süryanî Yakubîler kendileriyle aynı mezhebi yaklaşımlara sahip olan Kıptî ve Habeş Monofizitleri ile birlikte inançdaşları Ermeni Patrikliğine bağlanmışlardır. Yavuz da bölgeyi ele geçirdiğinde otoriteyi sarsmama yönündeki geleneksel Osmanlı politikası şartıyla aynı statünün devamını sağlamıştır. Diyofizitler üzerindeki egemenlik Rumlar ve Monofizit unsurlar üzerindeki temsili egemenlik de böylece Ermeniler üzerinden devam etmiştir. İstanbul ve Anadolu'da bağımsızlığını koruyan Süryaniler ise Fatih'in girişimiyle İstanbul Ermeni Patrikliğine kattırılmışlar ve Süryanilerin dinî merkezi niteliğinde olan Deyruzzafaran da 1783 tarihinde yine bu Patrikliğe kattırılıp idarî dönüşüme uğrattırılmıştır.
Süryani Kadimler idarî bakımdan "Osmanlı millet sistemi" içerisinde resmen bağımsız bir millet/mezhep olarak tanınmamışlardır. İdarî bakımdan bütün işleri Ermeni Patrikliği üzerinden temsil edilmiştir. Ermeniler bünyesinde kısmen özerkliği içeren bu yapıda Süryani din adamları tarafından seçimlerle yapılan görev değişiklikleri Ermenilere aktarılıyor, oradan da Sultana aktarıldıktan sonra Sultan bir berat yoluyla duruma onay veriyordu. Bu durumu yazar birkaç faktörle değerlendirmekle birlikte eleştiriye kapı aralamaktadır. Zira Süryani Kadimlerin Ermeniler üzerinden temsil edilmesi idarî bakımdan onlara bir süre kolaylık sağlamışsa da bu durum Katolikleşen Süryanilerin Fransızların dayatmaları yoluyla resmi statüye kavuşturulmaları sonucunda yeni arayışlara yol açmış ve özellikle de Tanzimat sürecinin akabinde Süryanilerin aleyhine çok yönlü olumsuzluklara sebebiyet vermiştir.
Süryani Kadimler aleyhine aşağılanma, asimilasyon ve kimlik kaybı olarak özetleyebileceğimiz bu durumu temellendirme babında birkaç örnek zikredilebilir. Mesela bu durumun idarî bakımdan olumsuz sonucu olarak Osmanlı kayıtlarında onlarla ilgili "Ermeni milletine tabi Süryani taifesi", "Ermeni yomakları" vb. tabirler oluşmuştur. Batıdan gelen gözlemcilerin bir kısmı onları Ermenilerle karıştırarak "Ortodoks Ermeniler" olarak tanımlamışlardır. 1782 yılında Katolikleşen Süryanilerle aralarında çıkan sorunlarda Katolikler Papa'ya ve Fransa'ya dayanarak üstün gelmişlerdir. Tanzimat'tan sonraki nüfus kayıtlarında Süryaniler Ermeniler tarafından istismar edilerek nüfusları kendilerine mal edilmiş ve bu durum özellikle de Ermeni olayları sürecinde ciddi risklere sebebiyet vermiştir. Diğer yandan mezhebi bakımdan Süryaniler kendilerinin Ermeniler ile tamamen örtüşmediği kanısında ve ayrıca Hıristiyanlık bağlamında Ermenilerden daha köklü ve kadim oldukları ve dolayısıyla bağımsız temsil edilme haklarının olduğu düşüncesindedirler. Sonuç olarak kitap satır aralarından Süryanilerin bu duruma gayri iradi olarak sürüklendiği intibasını uyandırmaktadır.
Sosyo-ekonomik bağlamda Müslümanlarla hemen hiçbir ciddi sıkıntıları olmayan Süryaniler daha çok kendilerini hedef alan Misyonerlik faaliyetlerine tepki duymuş, özellikle de Katolikliğe içeriden çanak tutan unsurlara karşı gerilimli bir mücadele yaşamışlardır. Bu mücadele sürecinde de muhataplarının her birinin belirli bir emperyalist güce dayanması ve bu güçlerin Osmanlı'ya baskıları sonucunda da hemen her yönden yalnız kalmışlardır. İlginçtir ki 1782'den itibaren Ermenilerden idarî bakımdan bağımsızlaşmaya dönük birçok çabaya girişen Süryani Kadimler Sultan tarafından "sadık kullar" olarak algılanmasına rağmen yine de bu mücadelelerinde 1912 yılına kadar muvaffak olamamışlardır. Ama Ermeni olayları ve kışkırtmalarının yoğunlaştığı 19. Yüzyıl sonlarında merkezi yönetimin en azından dikkatini çekmeyi başararak kırımlardan korundukları söylenebilir. Zira bu girişimler sonucunda en azından yerel yöneticiler onları Ermeniler ile karıştırmamaya özen göstermişlerdir.
3- Süryani Dinî kimliğinin Dönüşümüne Emperyalizmin Etkileri:
19. yüzyıla kadar ki tarihlerinde yaşadıkları dramatik süreç Süryani milletini/mezhebini alabildiğine içe kapanık bir toplumsal yapıya sürüklemiştir. Kırsal alanlarda bölgedeki genel aşiret dokusunu da bünyesine katan bu sosyal yapı bir yandan feodal özellikler yansıtırken dinî merkez olan Mardin'de ise oldukça güçlü kilise örgütlenmesi dolayısıyla kentsel bir karakter arz etmektedir. Tanzimat ile başlayan ve Islahat Fermanı'yla pekiştirilen süreçte de Süryani Kadimlerin yerel ve merkezi idaredeki konumları güçlense de bu olumluluk onların aleyhine de birçok olumsuzluklara sebebiyet vermiştir. Müslüman olsun olmasın Osmanlı toplumunun hemen bütün geleneksel seçkinleri arasında ciddi tepkilere yol açan bu durum görece gayrimüslimleri millet-i hâkime ile aynı pozisyona getirmişse de bu süreç yine de en çok dönemin klasik emperyalist ülkeleri ve bunların taşeronu konumunda olan misyonerlere yaramıştır. Bu süreç bir yandan Osmanlı "reayası" gayrimüslimlerin geleneksel toplum yapılarında ciddi çatlaklıklar oluştururken diğer yandan da onları asırlarca bir arada tutan dinî aidiyetlerini yıpratmıştır. Bunların perde gerisindeki en önemli müsebbibin de Osmanlı'da kendi politikalarının taşıyıcılığını yapacak bir toplumsal kitle yaratmaya çabalayan ve her biri de kendi içerisinde rekabet halinde olan emperyalist güçler olduğunu söylemektedir yazar.
Çeşitli nedenlerle gayrimüslimler arasında az da olsa taban bulan bu politikalar bir yandan onları birbirleriyle karşı karşıya getirirken diğer yandan da asırlarca birlikte bir arada uyum halinde yaşadıkları Müslüman komşularıyla ciddi sorunlar yaşamalarına sevk etmiştir. Bu genel saptamaları Balkanlar ve Lübnan üzerinden temellendiren yazar konuyu özelleştirdiği 19. Yüzyıl Mardin'inde sosyal, siyasi ve ekonomik ilişkileri anlatan ikinci bölümde daha dramatik örnekler ile desteklemektedir.
Tanzimat'tan önceki süreçte birlikte yaşadıkları Müslümanlarla pek sorunu olmayan gayrimüslimler ve Süryaniler yerel aşiretlerin kendi içlerindeki çatışmalarda genellikle tarafsız kalmışlardı. Bu süreçten sonra ise "bu halklar kendilerini ansızın uluslar arası bir kavganın tarafları olarak bulmuşlardır" (210). Bu tarihten sonra bölge Hıristiyanlarının Müslümanlarla olan ilişkileri de sarsılmaya başlamıştır. Gerek Süryani Kadimler ve gerekse de Kürdistan eyaletinde birlikte yaşadıkları Kürtler misyonerleri Hıristiyan devletlerin Ortadoğu'ya müdahalelerinin öncü kolu olarak algılıyorlardı. Bu durumun birbirine bakışta meydana getirdiği değişimleri ve yol açtığı fiili sorunları örneklerle açıklığa kavuşturan yazar özellikle de kapsamlı bir olay olarak 1840 yılındaki Bedirhan Bey'in Nasturî harekâtı üzerinde durmaktadır. Merkeziyetçi politikalara tepki olarak okunabilecek Bedirhan Bey isyanı ilkin anlaşmayla sonuçlanmasına rağmen akabinde misyonerlerin Nasturîleri kışkırtmasıyla yönünü değiştirmiştir. Nasturîleri Bedirhan Bey'e vergi vermemeleri yönünde kışkırtan İngiliz misyonerlerin kışkırtmaları sonucunda karşı karşıya gelen iki tarafta böylece ortaya çıkan olumsuz sonuçtan paylarını almış ve olaydan İngilizler Osmanlı aleyhine kazançlı çıkmışlardır.
Gayrimüslimlerle Müslümanlar arasındaki ilişkilerin bozulmasında ve Süryani dinî kimliğinin dönüşümünde başat bir faktör olarak saptadığı Misyonerlik faaliyetlerini ve etkilerini de yazar alabildiğine detaylı bir şekilde incelemiştir. Yazara göre 16. Yüzyıldan itibaren misyonerlik faaliyetleri hiçbir zaman emperyalist politikalardan bağımsız gelişmemiştir. Coğrafik keşifler zamanında bile işgale ortam hazırlamak için en ön saflarda kullanılmışlardır. 19. yüzyıl Tanzimat süreci ise "bir misyonerlik cenneti" olarak görülebilir. Amerikan, İngiliz, Fransız ve Rus çıkarlarına bağlı olarak faaliyet gösteren misyonerler yoluyla emperyalist ülkelerin her biri Osmanlı hinterlandında adeta kendi Hıristiyan'ını yaratmaya çalışmıştır. İlginçtir ki misyonerlik faaliyetleri karşısında Abdulhamit de daha büyük tehlike olarak gördüğü Katoliklere karşı Alman, Amerikan ve İngiliz destekli Protestanları ehven-i şer olarak görmüştür (389-390). Alman imparatoru 2. Wilhelm'in Osmanlı'yı ziyareti de en çok misyonerlere yaramıştır. Zira bu ziyarette Sultan tarafından imparatora Protestanlarla beraber Katoliklerin hamiliği payesi verilmiştir (412). Misyonerlik faaliyetlerinin Süryani Kadim toplumunda yol açtığı etkiler arasında da yazar özellikle de Amerikan, İngiliz ve Rus destekli Protestan faaliyetler üzerinde durmaktadır. Zira bu ülkelerin finansmanıyla gelişen misyonerlik faaliyetlerinin "kültür Protestanlığı"nı içerdiğini ve tedrici bir sürece yayıldığını ve dolayısıyla bu görece esnek yapısı sonucunda kısa vadede olmasa da uzun vadede Süryanilerde derin tahribatlar yarattığını söylemektedir.
Yazarın faaliyet amaçları ve biçimlerini detaylandırdığı ve Osmanlı'daki etkinlik alanlarını örneklendirdiği bu faaliyetlerde Protestan misyonerlerinin salt teolojiyi aşan yönleri dikkat çekicidir. Protestan misyonerler yalnızca kilise kökenli değil aksine içlerinde çeşitli branşlarda uzmanlaşmış ve modern okullarda okumuş akademisyenler de yer almaktadır. Faaliyetleri ise başta modern okullar açmak olmak üzere Hastane, yetimhane vb. sosyal alanlara değin yayılmaktadır. İngilizce, Arapça, Fransızca vb. dillerin de okutulduğu bu okullarda gayrimüslimler ve Süryani Kadimler modern fikirler ile de tanışmakta ve emperyalizmin etki alanlarına girmektedirler. Yine bu misyonerlerin çalışmaları arasında İncillerin yerel dillere tercümesi ve bedava dağıtımı ile dilsel ve etnik çalışmalar dikkat çekmektedir. Öyle ki 19. Yüzyılda Layard tarafından ortaya atılan Keldanî, Nasturî ve Süryanilerin Asurî olduğu fikri ve buradan hareketle oluşturulan Asur milliyetçiliği artık İngiliz, Amerikan ve Rus misyonerlerin işlediği ve yaygınlaştırmaya çalıştığı bir olguya dönüşmüştür.
Süryani Kadimler kendi imkânlarıyla direnmeye çalıştıkları bu faaliyetlere ilkin matbaa temini ve okullar açmakla önlemeye çalışırlar. Ancak gerek imkân kıtlığı dolayısıyla ve gerekse de Osmanlı'nın açıp maliyetini halka yüklediği okulların işlevsizliği yüzünden emperyalizm destekli misyoner okullarının etkileri kırılamaz.
Sonuç olarak yazar, misyonerliğin ve dolayısıyla emperyalizmin Süryani Kadimler üzerindeki etkisini, olumlu veya olumsuz anlamda modernleştirme ve dolayısıyla dinî temelin altını boşaltıp kurgusal etnik temelde Asur milliyetçiliğinin önünü açmak olarak özetlemektedir. Modern okulların ve onlarda icra edilen eğitim anlayışının başat rol oynadığı bu durum sonucunda "Süryani aydınlar artık toplumlarına Asurîler olarak sesleniyorlardı… İki bin yıllık bir inanışı ve kiliseyi hiçe sayarak kiliseye (dine) savaş açmakla, halkın çoğunluğuna da savaş açmış sayıldılar. Düne kadar Batı'nın inanca müdahaleleri ile bölünme yaşayan Süryaniler bu kez Batı'nın modern düşüncelerinin etkisiyle bölünüyordu" (423).
Sonuç Yerine:
Sonuç olarak kitabı tarayarak önemli gördüğümüz yerleri öne çıkartmamız veya değerlendirmemiz Süryaniler hakkındaki okumalarımızı derinleştirmeye mebnidir. Ayrıca muhtevasının çeşitliliği ve kapsamlılığıyla daha farklı okumaları da besleme niteliğine haiz olan bu değerli eser özellikle de başta bölge Müslümanlarını olmak üzere bu coğrafyada şahitlik ödevlerini sosyalleştirmeye çalışan Müslümanlara yerel tarihleri ve bununla irtibatlı sosyal olguları daha derinlemesine tanıma imkânını sunmaktadır. Süryaniler ile temas imkânı olanlarımıza tebliğ bazında sunduğu katkılar yönünden de önemli olan çalışma, özellikle de emperyalist politikaları ifşa etme ve Asur milliyetçiliği eğilimini tanıma bağlamında da fonksiyonel özellikler taşımaktadır. Bu önemli çalışmayı yayımladığı için Beyan Yayınlarını ve kaleme aldığı için de Dr. İbrahim ÖZCOŞAR beyi tebrik ediyor ve çalışmalarının devamını diliyoruz.
HAŞİM AY / Haksöz-Haber
HABERE YORUM KAT