Mahza iyilik ve saf hayır insanı iyileştirir
Ahmet Eser, Suriye ve Yayladağı'nda yaptığı ziyaretlerde insanların zorlukla mücadelesine ve iyilik yapmanın insan üzerindeki etkilerine dikkat çekiyor.
Ahmet Eser/Mahza iyilik
Müslüman için Allah Teâlâ’nın lütfuyla takdir ettiği manevi rızıkların da incelikle belirlenen bir zamanı varmış. Bunu nerden mi biliyorum?
Rahmet İnsani Yardım Derneği’nin vesilesiyle ziyaretlerine gittiğimiz yetim kardeşlerimizin, gazilerimizin ve şehit yakınlarının bulunduğu Yayladağı’ndan. Öyle bereketli bir ziyaret ki insana iyiliği, hayrı, saadeti iliklerine kadar hissetme fırsatı verip bu uğurda ömür boyu mücadele için insana azim katıyor. Onun için Psikiyatrist Mustafa Merter Hocamız “canı sıkılan, hayattan zevk almayan, depresyonda olan varsa “ Ey iman edenler! Hayat veren şeylere çağırdığı zaman hemen Allah ve Resulü’nün sizi davet ettiği şeylere koşun.” ayeti mucibince yetimlerin, mustazafların, düşkünlerin yardımına koşsun.” diyor. “Hatta ben bunu Afrika’da su kuyusu açarken, yetimlere kol kanat gererken bizzat yaşadım ve ağır ruhsal sorunlarımdan kurtuldum” diyor.
İşte böylesine diriltici bir yolculuğa iki mühendis, bir ilahiyatçı ve yarım sosyolog olarak biz de katıldık. Atalarımız işin sırrına binaen ne de güzel söylemiş: “Önce refik sonra tarik” diye. Zira bir yolculuk ancak bu kadar güzel insanlarla bereketli olabilirdi. İnsan manevi anlamda kendinden üstün insanlarla hemhal olunca zaman ayrı bir güzel geçiyor.
Gönül isterdi ki Suriye ziyaretimizi Taha Kılınç Kardeşimizin “Bir Rüyayı Hatırlar Gibi (Ketebe Yayınları)” kitabında nefis bir biçimde anlattığı şekilde gerçekleştirebilseydik. Zira öylesine güzel bir üslupla tarihi mescitleri, değerli âlimleri, siyasi şahsiyetleri vb. ele alıyor ki bu kadar muazzam bir hazineye niye bugüne kadar bigâne kalmışız demekten insan kendini alamıyor!
Bir süredir ötelediğimiz bu ziyareti kıymetli bir büyüğümüzün de ricasıyla programa almış olduk. Almasına aldık ama içimizi “Acaba bu sorumluluğun hakkını verebilecek miyiz? Ya kardeşlerimizin hakkı üzerimizde kalırsa!” şeklinde endişeler kaplamışken kendimizi uçakta bulduk. Yolculuk öncesi yanıma aldığım malzemelerin en güzeli olan kitabımla baş başa kaldım. Ortaokul yıllarımdan bu yana benim için yolculuk demek en güzel kitap okuma fırsatı demek. Bir buçuk saatlik bir yolculuğun ardından Hatay’da bizi 2. Alaattin ve Abdullah kardeşimiz karşıladı. Bu tanımlama kendisine ait. Biraz sonra bize asıl mihmandarlık edecek diğer kardeşimizin de isminin Alaattin olduğunu öğrenince ikinci sıfatı daha anlamlı hale geldi. Siraç Derneği’nin Yayladağı’ndaki misafirhanesine eşyalarımızı yerleştirip, çayımızı içerken Abdullah kardeşimizle de sohbeti ilerletmiş olduk. Ertesi günün bizim için yoğun ve yorucu geçeğine dair uyarıları dikkate alıp erkenden uykunun kollarına kendimizi bırakmıştık. Bu uyarının içerisinde yemek yemeğe vaktimizin olmayacağı için çantalarımızda atıştırmalık bir şeylerin olmasını dikkate alarak herkes çantasına bir şeyler koymuştu tabi.
Ertesi sabah namazlar kılındı, çorbacıya geçildi ve ekmekler bol olsun denilerek sıcak çorba yudumlanmaya başladı. Suriye’den gelen lokanta sahibi özel bir sostan bahsedince önce temkinli yaklaşıp azar azar aldık, tadı güzel olunca sos da bol olsun dedik. Sonrasında ise daha öncesinden resmi izin alınan Güvecci sınır kapısına doğru yol almaya başladık. Oldukça soğuk olur diye düşündüğümüz hava gayet iyiydi ancak sis öğlen namazına kadar her tarafa bir örtü olmuştu adeta. Sınır kapısında kimliklerimiz verildi, kontroller sağlandı, sıraya geçip kaç kişinin sınırın öte tarafına geçtiğine dair resim çekildi ancak izinlerle ilgili sorun Alaattin Kardeşimizin yüksek iletişim gücüyle çarçabuk çözülmüş oldu. Daha yeni ameliyattan çıkan kardeşimiz gün boyu bizlere eşlik etti. Boyu beş metreyi bulan sınır kapısı gemi dümeni gibi çevrilen bir mekanizmayla açıldı. İçeri girip İHH’nın şubesinde birer çay içtikten sonra ziyaretlerimize başlamış olduk.
İlk ziyaret yerimiz Rahmet İnsani Yardım Derneği’nin öncülüğünde yapılan, tam zamanlı olursa 600 kardeşimize, yarı zamanlı olduğu zaman ise 1200 öğrenciye hizmet verecek okulumuz oldu. En çok ihmal edilen hizmet alanlarından biri olan eğitime yönelik bu kadar güzel bir binanın yapılması bizlere yeniden “çok güzel işler yapıyoruz” dedirtti. Okulun spor salonlarından mescidine, konferans salonlarından laboratuvarlarına kadar birçok ayrıntının düşünülmüş olması işini iyi yapanlara daha fazla destek olmamız gerektiği fikrini bizlere hatırlattı. Tabi okulun çatısına çıktığımızda ve biraz da sisin etkisinden kurtularak baktığımızda uçsuz bucaksız çadırları görünce yeniden içimiz burkuldu. Küçücük mahalde yaklaşık 200.000 kişinin çadırlarda kaldığını öğrenmiş olduk.
Başlangıçta bir şehit ailesine misafir olduk. Öyle ki misafir edildiğimiz yer toplamda 6-7 metrekareyi geçmeyen bir çadırdan ibaret idi. Ön tarafında mutfak gibi kullanılan bir bölme ve oturma odası. Odada oldukça küçük bir soba. Oturur oturmaz beş altı çocuk hızlıca sofra kurmaya başlayınca bir şaşkınlık yaşadık. Hem kahvaltımızı yeni yapmıştık hem de kardeşlerimize yük olmayı hiç istemiyorduk. Ancak göz açıp kapayıncaya kadar bin bir türlü kahvaltı çeşidi önümüze serilmişti bile. İyice ezildiğimizi, omuzlarımızdaki yükün iyice ağırlaştığını o an ayrı hissetim. Sonradan resmimizi çeken Suriyeli kardeşimiz resimleri bize gönderdiğinde hepimizin yüzündeki o derin hüznün bizleri nasıl etkilediğini bir daha görme imkânımız oldu. Gözyaşlarımızı zor zapt ederek morallerin bozulmaması için zorlandık. Mihmandarımız Alaattin Kardeşimiz, emin olun buradaki kardeşleriniz misafirlerini en güzel şekilde ağırlamak için gerekirse oğlunu bile satar şeklinde bizlere rahat olmamız gerektiğini ifade etti. Hz. İbrahim (as) nasıl bir misafirperverlik sergilediyse üzerinden binlerce yıl geçmesine rağmen o sünnet dipdiri diye içimden geçirdim. Kahvaltı sonrasında da şehit ailesinin bir aylık odununu -ki o da toplamda 5-6 kg kadar- bizim için kullandığını öğrenince hüzün iyice ruhumuzu kapladı. Yanımızda götürdüğümüz infakı teslim etmenin tam yeri diye düşünerek usulca Alaattin Kardeşimize sokuldum ve bu hayrı nasıl iletelim diye sordum. Dışardan pek basit gibi gözüken ama bana çok kıymetli bir edep ilkesini öğreten şu tavsiyede bulundu: Şehidimizin oğlunu çağıralım, karnesine bakalım ve hediyesini takdim edelim. Karne geldi ve bütün derslerin pekiyi olduğu görüldükten sonra karnenin arasına hediye takdim edildi. İşte o anda bir nebze olsun ruhumuza Rabbimiz neşe lütfetti. Kulluğumuzun amacına matuf güzel bir amel işlediğimiz her seferinde olduğu gibi varlığımız ilahi neşeyle hayat buldu.
Ziyaretimizdeki dikkatimi çeken en temel duygu hüzünle sevinci, neşeyle kederi ardı sıra hissetmemiz oldu. Öyle ki yetim ziyaretinden sonra kardeşlerimizin Müslümanlar olarak sorumluluk alıp, ekip bilinciyle hareket edip çözüm odaklı başarılarını görmemiz bize güven kattı. Kardeşlerimiz ekmek fırını projesini hayata geçirerek o zor şartlar altında belki bize basit gibi gelen ama orada çok önemli olan bir ihtiyacı karşılayarak insanlara umut olmayı başarmışlar. Aynı şekilde seralarda yetiştirdikleri organik sebze ve meyvelerin ticaretiyle insanların ekonomik güç itibariyle ayakta kalmalarına ön ayak olmuşlar. Zaten insanoğlunun derdini kim çözüyorsa, derdine deva oluyorsa insan onun davasını sahiplenmiyor mu? İslam’ın diriltici ruhu ete kemiğe bürünerek çok zor şartlar altında olan kardeşlerimize yeniden umut oluyor. Tabi her işte olduğu gibi gayret etmeyip, işin ilmini ve kıymetini bilmeyince Mevla nimetini de çekip alıyor.
Yine Rahmet İnsani Yardım Derneğimizin öncülüğünde açılmış ve hâlihazırda eğitim veren okullardaki yavrularımızın bülbüller gibi Kur’an okuduklarını görünce insan gerçekten mest oluyor. Yanılmıyorsam Kuran’a verilen değerin en güzel işareti olarak öğrencilerin ezberlerinin çok ve kıraatlerinin düzgün olmasını gelen ziyaretçilere ziyafet vererek gösteriyorlar. Hiç ummadığınız küçük yaştaki yavrularımız ezberlenmesi zor ve uzun olan sureleri su gibi ve makamlı okuyarak gönüllerinize dokunmayı başarıyorlar. Çocukların okullara Kur’an okuyarak, salavat getirerek veya neşit okuyarak girmeleri de ayrı bir terbiye metodu olarak dikkatlerimizden kaçmadı tabi ki. Kur’an demişken şu hayırlı çalışmanın da altını çizmek gerek: Çadır kentlerin merkezi noktalarında kurulan halkalarda çocuklar hocalarından Kur’an-ı Kerim, siyer, adab-ı muaşeret gibi konuları öğreniyorlar. Buz gibi çadırlarda montlarını sıkıca giyip hocalarının dizlerinin dibinde bülbül gibi şakıyan yavrularımızı görünce bir muhasebe yaptım hemencecik. Bizler sıcacık mekânlarımızda, çayın, ikramın olduğu sohbet saatlerinde bile bir bahane bulup katılmamak isterken o çocuklarla aynı cennete nasıl talip olabiliriz diye düşündük? Her fert gibi her toplumun da imanının derecesine göre Rabbimiz imtihanını da ağırlaştırıyor. Suriyeli kardeşlerimizde gördüğümüz sapasağlam iman bize bunları düşündürdü.
Yayladağı tarafında bir kamu kurumunun kullanılmayan binasında önceleri 200 aile kalırken şimdi 60 kadar ailenin kaldığını öğrendik. Eğer kaldığınız odanızda pencereniz varsa sarayda kaldığınızı düşünebilirsiniz. Bize rehberlik de eden ve şehit kardeşi olan Abdullah kardeşimizin babasını ziyarete gittik. Abdullah kardeşimizin ağabeyinin cepheden cepheye koşa koşa gittiğini ve bombardıman sonucu bedeniyle birlikte silahının da paramparça olduğunu öğrendik. Oğlunun cenazesini bile göremeyen amcamızın bir gecede saçlarının ağardığını duyunca hüzün daha da koyulaştı. Sonraki ziyaretimizi cihadda iken sağ kolunu yitiren bir gazi kardeşimize yaptık. Küçücük bir konteynerda ailesiyle birlikte yaşıyor ve hallerine şükrediyorlardı. Dillere destan olan o güzel cihadda emeği geçen kardeşimize de infaktan bir pay ayırarak Rabbimizin rahmetine bir adım daha yaklaşmayı umduk her beraber.
İki günlük ziyaretimizin öylesine bereketli geçmiş olması neticesinde dönüş yolunda sis nedeniyle uçağımızın iki sefer iptal edilmesi, on altı saatlik otobüs yolculuğu bile ayrı bir tat verdi desek abartmış olmayız, inanın! Ziyaret sırasında en başta korktuğum o sorumluluk hissi Alaattin Kardeşimizin “bu ziyaretiniz basit bir turistik gezi gibi kalırsa hiçbir anlamı kalmaz” uyarısıyla bir defa daha gönlümüzde ağırlığını hissettirdi. İstanbul’a döndüğümüzde hemencecik ailemize, işyerindeki arkadaşlarımıza, sohbet grubundaki kardeşlerimize sıcağı sıcağına yaşadığımız mucizevi tecrübeyi aktarmaya koyulduk. Hz. Peygamber (sav)’in en güzel ahlakı olan salih amelleri önce kendisinin işlediğini, sonra ashabına emrettiğini bilerek önce kendimiz yetimlere sahip çıktık. Hz. Peygamber Efendimize (sav) iki parmak kadar yakın olabilmenin neşesiyle işyerindeki arkadaşlarımızın, yakın akrabalarımızın ve sohbet halkasındaki kardeşlerimizin de yetimleri himayelerine almaları için hummalı bir çalışmanın içine girdik. İmtihan dediğimiz hakikat de zaten bu tür amellerle Hz. Peygamber’le (sav) aynı kare içinde olmayı artırmaktan başka ne olabilir ki! Bu güzel amelin verdiği lezzeti aldıktan sonra tabi ki başka ülkelerdeki kardeşlerimizin de yaralarına merhem olmak için gün saymaya, hazırlıklarımızı yapmaya niyetlendik. Hatta böylesine güzel bir amel için daha net, daha teşvik edici nasihatlerde bulunmadıkları için büyüklerimize sitem bile ettik.
Hani hacdan veya umreden dönenleri ziyarete gittiğimizde şu ifadeyi hep duyarız ya: “Ne kadar anlatsam da kelimeler kifayetsiz kalır”. İşte yetimleri, gazileri ve şehit ailelerini ziyaret de böylesine bereketli bir amel gibi insana şifa oluyor, onu dertlerinden kurtarıp mücadele azmini biliyormuş. Başlarken de ifade ettiğimiz gibi mahza iyilik ve saf hayırdan ibaret olan bu çalışma insanı iyileştiriyor. Himmetini tüm ümmete şamil kılarak gayesine daha sıkı bağlıyor. Bu yüzden her giden sevdiklerine mutlaka sen de gitmelisin şeklinde tavsiyede bulunuyor. Hatta etrafınızdaki kişiler bu ziyaret sana çok yaramış, gözlerin ışıl ışıl diye iltifat ediyorlar. Bizden söylemesi, giden heybesini doldurur.
HABERE YORUM KAT