Mahalle baskısına yenilmeyen komutan
Akşam Gazetesi'nden İsmail Küçükkaya'nın yazdığına göre, Bahçeşehir Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Enver Yücel'in verdiği iftara katılan "Ergenekon" soruşturması eski savcısı Zekeriya Öz, Genelkurmay eski başkanı emekli Orgeneral Hilmi Özkök'ün "Ergenekon" davasında tanıklığını değerlendirirken şöyle demiş: "Bence o bir demokrasi kahramanı... Darbeyi tek başına önlemiş biri..."
Savcı Öz'ün bu değerlendirmesinde ihmal edilemeyecek bir gerçek payı var. Bütün kuvvet komutanları ve çoğu üst düzey komutanlar şu veya bu şekilde müdahaleden yana bir tavır ve hazırlık içindeyken Özkök'ün, bir yandan demokratik sürece saygı gösterilmesini, öte yandan ordu içinde disiplinin korunmasını sağlaması kuşkusuz kolay değildi. Bunu başardığı için Özkök'ün demokrasiye hizmet ettiği muhakkak. Özkök'ün öteki komutanlarla birlikte davranması halinde başımıza gelebilecekleri düşünmek bile ürkütücü...
Peki, Özkök darbeyi nasıl önleyebildi? Bunda geçmiş tecrübelerden sonra TSK içinde Genelkurmay Başkanı'nın otoritesinin yerleşmiş olmasının bir payı olabilir. Özkök'ün "mahalle baskısı"na direnmeyi başarması da belki, gerek toplumun çok büyük bir bölümünün, gerekse subayların (Aytaç Yalman'ın, Özden Örnek'in günlüklerinde aktarılan tesbitlerine göre, dörtte üçünün) TSK'nın siyasi rolünden usandığının, dolayısıyla yalnız olmadığının bilinciyle açıklanabilir. Özkök, dinî inançlara saygı gösterilmesi yönündeki beyanlarıyla da sıradışı bir komutan olduğunu göstermiştir. Onun darbe girişimlerini diplomatik bir dille teyid eden ifadesinden, "iddianamenin çöktüğü" sonucunu çıkarmak için de herhalde ancak, Kemal Kılıçdaroğlu gibi tercihlerini gerçeklerin yerine koyma şampiyonu olmak gerekir. Kılıçdaroğlu'nun darbe sanıklarından yana tavırda ısrarı ise, CHP'nin ne kadar "yeni" olduğunun başka bir işareti.
Özkök'e saygım var, ama ne TSK İç Hizmet Kanunu 35. maddeyi, ne de 1 Mart 2003 tezkeresini savunan görüşlerine zerre kadar hak veriyorum. Sayın Özkök, son olarak Radikal Gazetesi'ne verdiği mülakatta TBMM'den geçmeyen tezkere konusunda şunları söylüyor: "Tezkere geçseydi çok miktarda, yani 4-5 tugay (20-25 bin asker) ile Irak topraklarına girecektik... Sınır boyunca, özellikle geçiş alanlarında tampon bölge kurulacaktı. Ve uzun süre orada kalacaktık... Kürt meselesi ayrı bir konudur, ancak PKK konusunda bugünden çok daha avantajlı konumda olacağımızı söyleyebilirim." (6 Ağustos)
Bu ve benzer görüşlerin son on yılda yaşananlardan sonra hâlâ daha nasıl korunabildiğini anlamakta güçlük çekiyorum. Bir defa, tezkere geçseydi, Türkiye halkının ezici çoğunluğunun buna karşı olmasına rağmen, 20-25 bin askerle Irak'a girmemiz içeride sadece Kürtler değil, her kesimden yurttaşlar arasında büyük bir tepkiye yol açacaktı. Tezkere geçse ve Amerikan askerleriyle birlikte Irak'a girseydik başımıza gelebilecekleri ise şöyle sıralayabilirim: Sadece bütün Kürtleri değil, bütün Arapları karşımıza alacaktık... Sadece PKK ile değil peşmergelerle de savaşmak zorunda kalacaktık. (Zira Irak Kürtleri, haklı olarak, o tarihte kendilerine düşman muamelesi yapan Türkiye'nin işgale katılmasına karşıydılar.) Ve tabii bugün Iraklı Kürtlerle sahip olduğumuz, çok değerli siyasi ve ekonomik ilişkiler hayal olacaktı...
Askerlerimiz, tıpkı Amerikan askerleri gibi, El Kaide dahil radikal İslamcı şiddete hedef olacaktı... İçeride ne AB reformları yapılabilecek, ne ekonomik istikrar ve büyüme sağlanabilecek, ne de demokrasiyi korumak, sivilleşme çabasını ilerletmek mümkün olacaktı... Ankara Bush'a "hayır" diyebildiği için kazandığı uluslararası itibar ve saygınlıktan yoksun kaldığı gibi, ABD'nin "fino köpeği" gibi algılanacak, Başbakan Erdoğan'ın uluslararası imajı Tony Blair'in imajından farklı olmayacaktı.
Peki, PKK silahlı isyanını Kürt sorunundan ayrı düşünmek nasıl mümkün olur? PKK, Kürt kimliğinin inkarının bir ürünü değil midir? Bu da hâlâ görülemiyor mu?
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT