Mağduriyet ikilemi
Bir tarafın diğerine haksızlık yaptığı, onu baskı altına alarak özgürlüğünü engellediği bir ilişki varsayalım. Ardından baskıyı yapanla mağdurun aynı suçtan yargılandıklarını düşünelim. Oğlunu döven bir babayla çocuğunun birlikte cinayet işlemesi gibi...
Adaletin 'gözü kapalı' terazisi birçoğumuzu rahatsız edecek, burada vicdana da söz düştüğünü söylememize neden olacaktır. Çünkü adalet, suçu failden ayırır. Hafifletici nedenler arar ama bunun suçla ilişkili olduğuna da kanıt ister. Diğer bir deyişle sırf babadan dayak yemek, eğer bu dayak cinayete zorlama veya teşvik etme işlevi görmüyorsa, hafifletici bir neden olmaz. Hele çocuğun da cinayeti serinkanlı bir biçimde gerçekleştirdiğine dair bir kanı oluşursa, baba karşısındaki mağduriyetin yargı açısından hiçbir anlam ve önemi kalmaz.
Ama bu sonuç her şeye rağmen vicdanları tatmin etmekte zorlanır. En azından kendinizi yargı kararının doğruluğuna ikna etmek zorunda hissedersiniz. Çünkü vicdani bakış yaşanmışlığı bir kenara koyamaz... Mağdura daha anlayışla, hoşgörüyle bakar. Onun düştüğü durum nedeniyle oluşan ruh halini 'anlar'. Dolayısıyla da mağdurun tercih ve davranışlarının ima ettiği zaafları görmezden gelir. Hatta mağdurun zihniyetini bile kaçınılmaz bir sonuçmuş gibi ele alarak, onun bakışına dolaylı destek verir...
Örneğin Türkiye'deki aydın kesim ile PKK arasında bu türden bir 'hoşgörü' ilişkisi vardır. Şiddet tasvip edilmez ama PKK'nın şiddeti ya 'anlaşılır' bulunur ya da asıl muhatabın PKK olmadığı söylenerek yapılan şiddet siyaset dışı kılınır. Oysa şiddet daima bir tercihtir ve arkasında da o tercihi meşru kılan bir zihniyet bulunur. Türkiye'de devletin ve sessiz çoğunluğun da şiddete eğilimli olduğunu, ideolojik desteği bulduğunda şiddeti onayladığını biliyoruz. Nitekim Kürtlere yönelik geçmişteki devlet tutumunun içerdiği şiddet, PKK'nın yaptığını fazlasıyla aşıyor. Çünkü devlet bunu sistematik bir biçimde hapishanelerde kendi gözetimi ve sorumluluğu altındaki insanlara uyguladı. Yetmedi, doğrudan masum ve sıradan insanlara karşı kullandı. Dolayısıyla bugün PKK'nın şiddetine karşı çıkarken ölçüt günümüzün çözüm olanakları ve zihniyeti olmalı. Şiddet mukayesesine girişmenin devleti mağdur kılmayacağını bilmekte yarar var... Öte yandan PKK'dan beklenen zihni açılımı devletten ve özellikle İslami toplumdan beklemek de fazla şaşırtıcı olmamalı. Bunun siyasi dile tercümesi, 'mağdur edebiyatının' her iki tarafça da artık terk edilmesi gerektiğidir...
Çünkü mağduriyet, yanlışı sürdürmek açısından son derece avantajlı bir pozisyon. Vicdani bakışın işin içine girmesiyle birlikte mağduriyet işlevsel bir siyasete kolayca dönüşebiliyor. Diğer bir deyişle, salt mağduriyete işaret ederek ve böylece karşı tarafı 'sorumlu' kılarak, kendinize sorumsuz bir siyaset yolu açabiliyorsunuz. Böylece mağduriyet, yanlış siyasetin meşruiyet zemini olarak kullanılıyor ve mağduriyet dilini pekiştirme eğilimini besliyor. Nitekim Kürt meselesinde gelinen noktada her iki taraf da hem efelenmekten geri kalmıyor hem de işin 'özünde' mağdur olduğunu söylüyor. Sanki bu sayede efelenmek makbul siyaset olarak görülebilirmiş gibi...
Öte yandan söz konusu simetride vicdanları harekete geçiren bir yön var, çünkü vicdani bir bakışla ele alındığında, ortada bir simetri olmadığını biliyoruz. PKK tarafından öldürülen askerler her ne kadar bir tür mağduriyet duygusu yaratsa da, herkes esas mağduriyetin karşı tarafça yaşanmış olduğunun farkında. Mesele Kürtlerin artık 'o kadar' mağdur olmadıkları, dolayısıyla da mağduriyetin ardına saklanarak şiddet siyaseti yürütmesinin 'bugün' gayrimeşru olup olmadığı noktasında düğümleniyor. Yanıt ise yaşanan dönemin zihni hegemonyasına bağlı... Ve bugünün dünyasında siyaset, geçmiş mağduriyete dayandırılan bir bilek güreşini değil, çözüm olanaklarının bir konuşma kültürü içinde kullanılmasını makbul ve meşru buluyor. Dolayısıyla da Kürt siyaseti, tam da haklı taleplerinin vicdanen teslim edildiği noktada, hak arayışı mücadelesini kaybetme noktasına sürükleniyor. Pusu kurarak, şantaj yaparak, özerklik ilan ederek yürütülen siyasetin sonucu, Kürt siyasetinin henüz konuşmayı beceremeyecek bir noktada olduğu kanısının tüm dünyada tescilidir.
Tarihten ders almak mümkünse, Kürt siyasetinin şunu görmesinde yarar var: Meşruiyetini mağduriyete dayandıran siyasetin doğal sınırları vardır. Mağduriyet ancak siyaset 'öncesi' durumlarda bir kaldıraç işlevi görür ve belki birçok vicdanda şiddeti bile normalleştirebilir. Ama elinize siyaset, yani konuşma imkânı geçmişse ve taleplerinizi bu yolla elde etme şansınız varsa, artık şiddeti ve onu manen besleyen mağduriyet algısını aşmanız gerekir. Aksi halde mağduriyet siyaseti sizi gelecekte de mağdur durumda bırakacak yeni durumları tetikler ve üstelik kimse de dönüp gözünüzdeki yaşa bakmaz.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT