Madrid zirvesi, NATO-Rusya dengesi ve Suriye operasyonu
Tamam, Madrid’te eşsiz bir destan falan yazılmadı, NATO çatır çatır dize getirilmedi ama uzun ve zorlu müzakereler sonucu İsveç ve Finlandiya’yla imzalanan memorandum için “Türkiye’ye verilen bir tür diş kirası” gibi çirkin benzetmeler de ayıptan öteye alenen aşağılık kompleksine işaret ediyor. Dahası Batı’yı ve Batı diplomasisini analiz etmekten öteye her meseleye Batı perspektifinden bakmayı marifet bilen Cengiz Çandar gibi tecrübeli gazeteciler “Rusya’nın NATO’daki Truva Atı” söylemlerini revize edip “Batı’nın ayrık otu Türkiye” gibi tepeden tırnağa psikolojik harp söylemlerine sarılarak iş görmeye kalkışıyorlar.
Batı, yüksek ve temiz idealleri mi temsil ediyor?
Türkiye’nin eksiklerini, yanlışlarını, aşırılık ve tutarsızlıklarını doğal olarak hep birlikte tartışmak, kritik etmek durumundayız. Fakat Amerika ve Avrupa’sıyla bir bütün olarak Batı’yı bu tartışma ve kritik etme sürecinden muaf tutmak rezil ve zelil bir ruh halini, felç olmuş bir kafa yapısını ima eder. Eğer böyle değilse 30 üye ülkenin ve pek çok aday ülkenin enerji güvenliğinden teknoloji transferine, nükleer caydırıcılıktan insan kaçakçılığı ve siber saldırılara değin geniş ve zorlu müzakere sürecini bir kenara bırakıp şöyle bir hüküm verilebilir miydi?: “Türkiye, Batılı bir ülke gibi davranmayı beceremedi.” Batı’ya doğru, NATO’nun yeni güvenlik konseptine dair itiraz ve eleştiri kabul edilmiyor, hiçbir kayıt ve şart öne sürmesine müsaade edilmiyor adeta. Mezkûr iki ülkeye karşı Türkiye’nin durduk yere zorluk çıkardığı, lüzumsuz yere işi yokuşa sürdüğü gibi akıl ve ahlak dışı bir tablo çiziliyor. İsveç ve Finlandiya’ya dair yapılan tanım iki modern devleti değil de ütopik bir ülkeyi tasvir ediyor adeta: “Bağlantısız ve tarafsız saygın iki ülke”. Madrid Zirvesi’nde bu iki ülkeye mutabakat zaptı imzalatmak saygınlıklarına mı gölge düşürüyor, bağlantısız ve tarafsız olmalarına mı halel getiriyor? Gazeteci arkadaşların girdiği strese bakar mısınız!
Hayatı ve ölümüyle, acıları ve sevinçleriyle bütün bir dünyayı Batı merkezli okuma saplantısını, her şeyden önce Batı’nın rızasını ve onayını arama düşkünlüğü belirginleştiren şu kıyasa ve buyurganlığa bir bakalım önce: “Rusya’nın Ukrayna saldırısıyla dünyanın içine girdiği yeni dönemde, Türkiye doğrultusunu nasıl tayin edecek? Batılı bir ülke olmayı seçecek mi?” Evet, Rusya’nın Suriye’yi cehenneme çevirmesi, pazar yerlerinden hastanelere değin sistematik katliamlara girişmesi “dünyanın yeni döneme girmesine” vesile olamıyor bir türlü ama Ukrayna’yla bir anda “insanlık” hatırlanıyor. Sonrasında “Batılı bir ülke olmak”tan kast edilen aşikâr değil mi?
Türkiye’nin, beyefendilerin öngördüğü tarzda, nasıl Batılı bir ülke olabileceği, hangi siyasi ve askeri pozisyonları alarak bu kimliği elde edebileceği hepimizin malumudur. Kaldı ki; Irak ve Afganistan’ın işgal süreçlerinde Türkiye’nin Amerika’yla birlikte hareket etmesi için yırtınan Çandar çizgisindeki gazeteciler-akademisyenler doğal olarak Amerika’nın Suriye meselesini PKK-PYD’ye eşitlemesini meşru ve mecbur takdim eden görüşleriyle öne çıkmışlardı. Bu bağlamda Türkiye ilk andan itibaren Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik işgal ve ilhak politikalarını reddetmiş, Rusya’nın saldırgan tutumunu kınamış, Ukrayna için son derece stratejik TB2 SİHA satışlarını yapmış vd. iken Suriye ve Irak’ta kendisine yönelen PKK-PYD tehditlerinin Batı’daki dayanaklarını ortadan kaldırmaya dönük diplomatik imkânları devreye sokması neden kabahat oluyormuş! Madrid’teki NATO Zirvesine “dostlar alışverişte görsünler” diye gidilseydi, önlerine konan fiks menüye tabi olmak üzere sefere çıkılsaydı dediklerinde haklılık payı olurdu belki.
Rusya’nın Ukrayna’daki katliamı suç, Suriye’deki değil
Avrupa İade Konvansiyonu’nun “siyasi suçlar için iadeyi imkânsız kılması” anlaşılır olsa da “askeri suçlar” için neden iadeyi imkânsız kılan şartlar bulunmaktadır? Türkiye ve benzeri ülkelerde giriştikleri askeri darbeler püskürtülünce, terör faaliyetleri bozguna uğratılınca soluğu Stockholm ve Helsinki gibi Avrupa başkentlerinde alsınlar diye herhalde. “Muğlaklık içeren diplomatik atıflara güvenen Türkiye avuçlarını yalar, İsveç ve Finlandiya kimseyi iade etmez” diye kimileri sevinip oynaşıyor olsa da İsveç Başbakanı Magdalana Andersson o kadar rahat değil. Ms. Andersson rahat değil çünkü Türkiye’den gelen iade listesine dair gazeteciler tarafından ısrarlı soruları cevapsız bırakıyor ve ekliyordu: “Müzakere masasında konuşulanlar hakkında hiç konuşmadım, bu beni biraz zor duruma sokuyor.” NATO’ya üyelik sürecini top çevirerek geçirmeyi hesaplayan iki ülkeye ve sözcülerine Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu şu ifadelerle ihtar çekiyordu: “Esas veto kartı şimdi başlıyor. Kabul ettikleri şartlar ortada. Bu belgeye uymak zorundalar. Uymazlarsa bunları NATO’ya almayacağız.” Türkiye’yi test etmeyi, süre verip gözlemlemeyi pek seven ülkeler şimdi test edilen, yol haritasına uyup uymadığı gözlenen pozisyonunu öğrenmekteydi.
Uzun bir zamandır Cumhurbaşkanı Erdoğan’la yan yana resim vermeme, Erdoğan’ı güçlendirecek söylem ve adımlardan özenle kaçınma yönünde ortak tutumlar geliştiren Batılı liderler Madrid’te kendi koydukları kuralı bozdular. Zirve biter bitmez soluğu İstanbul’da alan Amerikalı Senatör Lindsay Graham, Mabeyin Köşkü’nde görüştüğü Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın ile F16 satışından başlayıp Suriye, Ege, Akdeniz, Karadeniz, Ukrayna gibi bölgesel bazı konuları müzakere etti. Bu temasın sonunda özellikle iki konuda öne çıkan mutabakat vurgusu dikkat çekiciydi. İlki Türkiye’nin Ege ve Akdeniz’deki meşru haklarına uluslararası toplumun saygı göstermesinin gereğiydi. İkincisi ise Suriye’de PKK/YPG ve İŞİD dâhil tüm terör örgütlerine karşı ayrım yapılmaksızın kararlılıkla mücadele edilmesi gerektiğinin kaydedilmesiydi. Bu tür sözler çokça konuşuldu, alındı, verildi ve hemen hiçbir kıymetinin olmadığı da tartışma dışıdır. Fakat aynı gün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir süredir sıklaştırdığı Suriye’ye yönelik askeri operasyon hazırlıklarına dair kullandığı ifadeler başka bir evreye geçileceğine dair kuvvetli işaretler veriyordu. “Telaşa, aceleye gerek yok. Biz zaten o bölgede çalışıyoruz, harekât yürüyor” dedikten sonra Amerika ve Avrupa’dan, Rusya ve İran’dan gelen engelleme çabalarına karşı şöyle kararlılık bildiriyordu: “Biz şu anda peyderpey yürüttüğümüz operasyonların fevkinde olanı da inşallah en güçlü şekilde vakti saat geldiğinde gerçekleştiririz.”
Türkiye’nin huzuru, refahı ve adaleti elde edebilmesinin yolu hiç şüphesiz Atlantik(çi) ve Avrasya(cı) hegemonyanın kendisine ve bölgesine yaptığı baskıları boşa çıkarabilmesine bağlıdır. Ancak bu yolun öncelikle ülke içinde adalete, merhamete ve istişareye dayanan bir siyasal akılla, bütün toplumu kuşatan bir hukuk devletiyle inşa edilebileceği de asla akıldan çıkarılmamalıdır.
Yeni Akit Gazetesi
YAZIYA YORUM KAT