Libya Devrimi: Tekbirlerin Devrimi
Ulustan Ümmete Platformu olarak Tunus’tan sonra ikinci durağımız Libya oldu. Dört günlük gezimiz boyunca Libya’da i devrim öncesi ve sonrası süreci yerinde görme ve yaşanılanları birinci ağızlardan dinleme imkânı elde ettik
Libya’daki ilk durağımız Bingazi şehriydi. İstanbul ile kardeş şehir ilan edilen Bingazi’nin tarihi mekânlarını ve devrim meydanını gezdikten sonra Adalet ve Bina Partisi Gurup Başkanvekili olan, ayrıca “Libya Devrimciler Birliği’nin” İlk kurucularından Abdülhadi Muhammed Şamata ile görüştük. Devrimin en büyük sebebinin Libya halkının yıllardır görmüş olduğu baskı ve zulüm olduğunu ifade eden Şamata, Kaddafi’nin Firavun gibi olduğunun hatta Firavun’un zulmünden daha büyük kıyımlar işlediğini, bu yüzdende aslında halkın uzun zamandır Kaddafiyi yok etmek istediğini ve sonunda Allah’ın yardımıyla da halkın bunu başardığını belirtti. Şamata’nın özellikle Libya’daki devrim sürecinde NATO’ya dönük soruların yanıtı oldukça anlamlıydı. Şamata devrimi ve süreci kısaca şöyle izah etti: “Evet, NATO bize yardım etti. Ama NATO olmasaydı da biz devrimi yapacaktık. Önemli olan şu an Libya’da NATO’nun istediği şekilde bir düzenlemenin olmamasıdır. Biz kendi ilkelerimiz doğrultusunda bir süreç belirledik. Ve 15 binden fazla şehit verdik. Bu devrim bu şehitlerin kanlarıyla oldu. 100 binlerce insan evini terk etti. Bu kadar zulme rağmen o zulüm altından İslam ilk nefesini aldı. Bu yüzden Libya Devrimi İslam’i bir devrimdir. Çünkü bu devrim NATO’yla değil, Tekbirlerle başladı.”
Akşam gittiğimiz Konsolosluk binasında Libyalı bayanlarla konuşma ortamı elde ettik. Bu bayanlar şehit ve kayıp ailelere yardım derneği kurmuşlar. Devrim öncesi Libya’da kadının adının olmadığını söylüyorlardı. “Kaddafi döneminde böyle bir dernek kurmak ve bu dernekte kadınlar olarak aktif rol almak imkânsızdı” diyorlar bize. Bayanlardan Duaviyye Labeydi ve Fuziya Berğadi devrim esnasında kardeşlerini kaybetmişler. Hayatta mı yoksa ölümü bilmiyorlar. Kardeşlerinden gelecek bir haberi umutla beklediklerini söylüyorlar. Ve bahçede sıcak çaylarımızı yudumlarken yüreklerinde ki umutlarını yitirmemek, sevinçlerini diri tutmak için şehit ve kayıp ailelerin yakınlarıyla yoğun bir şekilde ilgilendiklerini belirtiyorlar.
İhvan’ın Libya sorumlusu Beşir el-Kıbtı ile görüşme imkânımız da oldu. Kıbti bu süreçte çok fazla şehit verdiklerini söylerken özelliklede Ebu Selim Cezaevi’ne atıfta bulunarak 1996 yılında 1271 insanın toplu şekilde katledildiğini hatırlattı. Kıbti, özellikle devrim sürecinde kadınların rollerinin büyük olduğunu ve yapılan organizasyonların yarısını kadınların oluşturduğunu belirtti. Ancak Kaddafi döneminde hareketin içinde kadınlara yer vermediklerinin altını da özellikle çizdi. Çünkü sürekli gözaltı, baskı, zulüm, işkence ve taciz olayları söz konusuydu. Ve kadınların bu tür sıkıntılara maruz kalmasını istemediklerini ancak kadınların bu süreçte tebliğ ve davet görevini üstlendiklerini vurguladı. Ve hafızlar ülkesi olarak bilinen Libya’da yeni yeni hafızların yetişmesinde kadınların rolünün, emeğinin çok büyük olduğunu ve bu çabaların yeşermesi sonucunda devrimin gün yüzüne çıktığını belirtti.
Bingazi’deki diğer bir durağımız Kaddafi zulmünün sergilendiği Tağutun Suçları/Cürümleri isimli müzeydi. Müzede hem devrim sürecinde hem de devrim öncesi dönemde ve ayrıca Ebu Selim Cezaevi’nde şehit olan kardeşlerimizin fotoğraflarının sergilendiği bir bölüm vardı. Özellikle bir gazetecinin fotoğrafı dikkatimizi çekti. Bu gazeteci mahalli idaredeki yolsuzlukları dile getiren yazılar yazıp, haberler yaptığı için tutuklanıp 31 Mayıs 2005 yılında öldürülüyor. Ve bu yazar bir dizesinde şöyle diyordu. ‘Biz kazanacağız ve bir gün mutlaka geri döneceğiz” evet bu dizeler bile Libya’da Kaddafi tarafından bir insanın yok edilmesi ve katledilmesi için makul bir gerekçeydi.
Daha sonra gezimize Trablus’a uzandı. Resmi rakamlara göre 2 milyon nüfusa sahip olan Trablus Ankara ile kardeş şehir olma yolunda. Şehirde dolaşırken devrimin bütün izlerine rastlamak mümkün. Kaddafi’nin zulmünün rengi olan yeşil rengi, Libya halkı tarafından nefretin, zulmün rengi olarak değerlendiriliyor. Caddeler, sokaklar şehitlerin resimleriyle dolu. Duvarlara devrim sloganları yazılmış ve Kaddafi’yi hicv eden karikatürler çizilmiş.
Trablus’taki ziyaretlerimizden birisi “Gençlik ve Spor Bakanlığı’na” oluyor. Bakanla Libya gençleri ve gelecek üzerine konuşuyoruz. Konuşurken Türkiye toplumunu iyi analiz ettiklerini fark ediyoruz. Ramazan ayında Libya’da bütün gençlerin oruç tuttuğunu ve hiçbir gencin içki içmediğini söylüyor; ancak Türkiye gençliği için bunun daha zor olduğunun altını çiziyor Bakan. Çünkü Türkiye’de içki satışı serbest diyor. Eğer bir genç vitrinlerde içkiyi gördüğü halde alıp içmiyorsa bu daha büyük bir başarıdır diyor. Bu nedenle de Türkiye gençlerinin imtihanının daha zor olduğunun altını çiziyor. Aynı örneği başörtüsü içinde veriyor Gençlik ve Spor Bakanı. Türkiye’de özellikle televizyon kanallarının çok olması nedeniyle yozlaşmanın tüm topluma daha çabuk yayıldığının eleştirisini yapıyor. Böyle bir toplumda bir kadın bu yozlaşma karşısında tesettüre bürünüyorsa bu büyük bir inancın sonucudur diyor. Ve bu konularda Türkiye Hükümeti’ne büyük görevler ve sorumluluklar düştüğünün altını çiziyor.
Trablus’ta ki görüşmelerimizden bir diğeri de Vatan Partisi Başkanı Abdülhakim Bel-Hac ile oldu. Abdülhakim Bel-Hac Trablus Askeri Konseyi lideri. Trablus’u alan ordunun başındaki önemli isimlerden. Yani Libya Devrimi’nin kahramanlarında birisi. Bel-Hac 1980'li yıllarda Afganistan'a giderek orada savaşır, ardından Libya İslami Savaş Grubu'nu (LIFG) kurarak örgütün başına geçer. 11 Eylül'de İkiz Kule saldırısının ardından saldırının müsebbibi olarak görülerek tutuklanan Bel-Hac’a CIA ajanları tarafından çeşitli işkenceler yapıldı. Ve Bel-Hac, 2010'a kadar Libya hapishanelerinde kalır.
Kendisinin Amerika’da yaşadığı hapis ve işkence tecrübelerini bizimle paylaşmasını istediğimiz Bel-Hac “Ben 6 milyon Libyalıdan birisiyim, beni onlardan ayıran bir tecrübe yok.” diyerek mütevazi duruşuyla da dikkatimizi çekti. Ve Libya Devrim Süreci’ni konuştuğumuz Bel-Hac sürece ve sonrasına ilişkin şunların altını çizdi. “Kaddafi Devrimi, 42 yıl boyunca herkesi baskı altında tuttu. Ve şu an bu baskının enkazı altından çıkmaya çalışıyoruz. Bizim partimiz İslami merciiyet üzerine kurulmuştur. Bazıları Libya Devrimi’ni NATO Devrimi olarak değerlendiriyor. Bu gün Suriye’ye baktığımız zaman her gün kardeşlerimizin kanının dökülmesine razı mıyız? O zaman Libya’da aynı durumdaydı. Ancak biz sonuca bakıyoruz. Ve diyoruz ki: “Libya Libyalılar tarafından yönetilmelidir.” Şehitlerin kanına saygı duyulmalıdır. Evet, yardımlara teşekkür ediyoruz. Ama bu Kaddafi’nin devrilmesinde rol aldılar diye bütün kapıların onlara açılacağı anlamına gelmiyor. Libyalılar devrimi ve devrimin geleceğini korumakla sorumlular.”
Trablus’ta İhvan’ı temsil eden, liberalleri temsil eden, selefileri ve vataniyye grubunu temsil eden yetkili sorumlularla; ayrıca Belediye Başkanı ile de konuşuldu. Hepsi yeni anayasanın İslam’ın muhkem esaslarına uygun olarak “Şeriat”a göre yapılmasında hem fikirdi.
Evet dört günlük gezimiz boyunca şunu gördük ki Libya Halkı Müslümanların tek vücut olması için mücadele veriyor. Hiçbir gurup devrimi biz yaptık demiyor. Devrimi halk yaptı, bu halkın başarısıydı diyorlar. Bu da Kaddafi’nin her şeyi yok etme çabasına karşı Ümmet olma bilincini kuşanan Libyalı kardeşlerimizin iradelerinin yok olmadığının önemli bir göstergesiydi.
Kaddafi’den devralınan bin enkazın üstüne umut dolu bir geleceğin inşa edileceğinden hiç kuşku duymadan ayrılıyoruz Libya’dan… Ve inanıyoruz ki Ebu Selim Cezaevinde ve devrim esnasında kanlarını akıtan şehitlerin yaktığı meşale tüm Libya’ya ışık olacak…
YAZIYA YORUM KAT