Lanet
Modernlik, insanlığın efsunlanmış olduğu, bilim ve akıl sayesinde bu durumdan kurtulacağı hayalinin peşinden gidilmesiydi. Her yeni dönem gibi, kendi doğal süreci içinde başlamış, adım adım bireyi ortaya çıkarmış, onu özgürlükle tanıştırmış; ancak ‘olgunlaşmaya’ başlamasıyla birlikte hem o bireyi hem de onun özgürlüğünü sistemleştirip kalıba dökme hevesine kapılmıştı. Böylece ‘birey’ kendiliğinden oluşan, kendi mecrasını yaratan ve bulan bir var olma halinden ziyade, ‘yaratılması gereken’ bir varlık haline geldi. Sözkonusu ‘yaratma’ eylemi, insanın özgür olmasını engelleyen bağlardan kurtulmasını gerektiriyordu. Bunun bir yönü, kişinin topraktan ve derebeylerden kurtularak özgürce emeğini kullanabilmesini ifade etmekteydi. Diğer yönü ise zihinlerin dinsel hurafelerden, özgür düşünmeyi önleyen inançlardan kopmasıyla ilişkiliydi.
Modernliği birer ‘modern’ olarak yorumlayanlar bu iki özgürleşmeden birincisini daha belirleyici buldular. Oysa asıl etkili olan ikinci alanda, yani zihniyet düzleminde yaşananlar oldu. Modernlik insanlığın geçmişinden miras olarak dinin ataerkil dünyasını ve egemenlerin sıradan yığınlarla kurmuş olduğu otoriter ilişki biçimini devralmıştı. Bunlardan birincisi giderek zayıfladı ve bunun bedeli ikincisinin güçlenmesi olarak ödendi. Dinin toplumsal hayattan geriletilmesinin yarattığı boşluk, şimdi bireyin özgürlük alanı olarak yeniden tanımlanmıştı. Ancak modern bireyin özünde yatan relativizm nedeniyle o boşluk hiçbir zaman dolmadı. Dolayısıyla otoriter zihniyetin bireyi yeniden şekillendirdiği bir sürece girildi. Dinin geride bıraktığı ahlaki alan, toplumsallaşamayan tekil bireylerce doldurulamadığı ölçüde, tüm bireyleri temsil eden devletlerce dolduruldu.
Böylece bireyselliği öldüren, özgür düşünceyi bir kez daha hurafelere teslim eden bir modernlik haline ulaştık. Milliyetçilik yeni ‘dinin’ adıydı... Ulus-devlet bu ‘dinin’ dünyamızda kendisini gerçekleştirme biçimiydi... Bireyler ise, artık kendilerine milli vatandaşlık bahşedilen yeni ‘dindarlardı’...
Modernlik, zihinsel farklılaşmadan ve özgürlük üzerine inşa edilen algılamadan beslenen, dolayısıyla farklılaşmayı besleyen bir yeni varoluş değil; tam aksine milliyetçiliğin güven verici kollarına teslim olup benzeşmeye razı olmaydı. Modernliğin ‘özü’ sayılan özgürlük ise bu süreçte en hafif deyimle dönüşüme uğradı. Bundan böyle bireysel özgürlük özel hayatın parçası olan bir çeşniydi. Çünkü ‘asıl’ özgürlük ancak ‘birlikte’, bir topluluk olarak yaşanabilen şeyin adıydı. Dolayısıyla milletin özgürlüğü vatandaşın özgürlüğünden daha önce gelmekteydi ve birey artık vatandaşın başkalarını ilgilendirmeyen bir özeli haline indirgenmişti. Modernliğe eleştiri getiren sol akımlar sınıf kavramı üzerinden bu anlayışı yıkmaya çalışsalar da başarılı olamadılar. Sonuçta onlar da özgürlüğü bir bütünselliğin özelliği olarak tanımlamakta ve o bütünselliği kişi açısından ulaşılamaz kılmaktaydı.
Ancak özgürlüğün ‘dönüşümünün’ ikinci bir yönü daha vardı ve ölümcül darbeyi vuran da bu oldu. Milliyetçiliğin egemen ideoloji haline gelmesiyle birlikte, özgürlük ‘yaşanan’ değil, ‘yaşanması gereken’ şeyin adı oldu. ‘Yaşanması gereken’ ise sözkonusu milletin geçmişini ve geleceğini kuşatıyor, bireyi bu heyula kimliksel gerçeklik karşısında aciz bırakıyordu. Milletin özgürlüğü bunun cisimleşmiş halini oluşturmayı gerektiriyordu... Ulus-devletler bunu yaptı. Milletleri ‘özgürleştirirken’, insanı esir etti; bireye kimlik verirken, vatandaşı zombiye dönüştürdü.
Kimbilir, belki de dünyadan dini uzaklaştırıp yerine sahte bir dinsellik koymanın lanetiydi bütün bu yaşananlar... Orta Çağların dindarlığında gerçekten de hurafeler mevcuttu ve orada da dinsel otoritenin baskısı yoğundu. Ama din hiçbir zaman o otoritelere ait olmadı ve çekilen bütün zulme rağmen dinin asıl sahibi insanlardı. Sadece din hakkında bilgileri eksikti ve bu eksiklik dinî otoritenin gücünün meşruiyetini sağlamaktaydı. Buna karşılık dinin toplumsallığı, hiçbir otoriteye muhtaç olmayan bir birlikteliği ve ahlakı mümkün kılmaktaydı.
Modernliğin sahte dini olan milliyetçilik ise referansı dünyevileştirdiği oranda insanı aciz hale getirdi. Çünkü Tanrı karşısında son kertede eşit olan yöneten ve yönetilen, şimdi bilen ve bilmeyen olarak ayrımlaşmıştı. Modernlik bilenlerin bilmeyenleri, kendilerinin ‘bilgi’ olarak sundukları hurafeler doğrultusunda yönetebilmesiydi. Ulus-devlet ise, kaybedilmiş olan ahlakın yerine geçen bir biat müessesesi olarak yüceldi. Kendilerini ulus-devletleri için feda etmeye hazır olan vatandaşlar, bu yeni dindarlığın esrik kurbanları oldular.
***
İsrail bu dünyanın iyi çocuğu, okulun parlak öğrencisidir... Ona öğretilen neyse onu yapmaktadır. Dünyayla ahlaki bir bağ kurma anlamına gelen dinsel siyonizm, bu süreçte dünyayı ahlak dışı kılan bir politik siyonizme dönüştü. Sırtını hem kutsal kitabın öngörülerine dayandırdı, hem de aynı dini siyasi hedeflere araç kıldı. Sonuçta İsrail devleti, Yahudi inancı açısından bir ‘kendini aldatma’ ve yozlaşma projesine dönüştü.
İsrail devletine en çok itiraz ise anlaşılır bir biçimde bizzat Yahudilerden geldi. Çünkü onlar neyi kaybettiklerini biliyorlardı. Bu milliyetçiliğin de diğerlerinin yolundan gideceğini Martin Buber’in kelimeleriyle ‘kutsallaştırılmış bir bencillik’ haline geleceğini anlamışlardı.
Einstein 17 Nisan 1938’de şöyle diyordu: “Barış içinde birlikte yaşamanın temeli olarak Araplarla mantıklı bir anlaşma görmeyi, bir Yahudi devletinin yaratılmasına tercih ederim. Pratik mülahazalar bir yana, Yahudiliğin temel doğası hakkındaki farkındalığım, sınırları, ordusu ve her ne kadar mütevazı olsa da dünyevi bir gücü olması gereken Yahudi devleti fikrine direniyor. Yahudiliğin yaşayacağı iç hasardan, özellikle dar milliyetçiliğin gelişmesinden ürküyorum...”
Ne var ki modern İsrail’in ve modernliğin peşinden gözü bağlı giden Yahudilerin yolu farklıydı. 1969 yılının mart ayında dönemin Devlet Başkanı Golda Meir “İşgal edilmiş bölgeleri nasıl geri verebiliriz? İade edecek kimse yok ki!” demekteydi. Aynı yılın haziranında ise bugünlere kadar gelecek olan çizgiyi çekmişti: “Filistin halkı diye bir şey yoktur... Sanki gelmiş ve onları yurtlarından atmışız gibi bir durumdan söz edilemez. Onlar zaten yoktular.”
***
Ulus-devlet, ahlakı elinden alınmış insanlığın kendi kendisine koyduğu bir lanettir. Geleceğin ‘kurtuluşu’ ise herhalde ulus-devlete ihtiyaç göstermeden bugüne dek ‘kendileri’ olmaya devam edebilen ve ulus-devletle yüzleşebilen halkların elinde olacak...
TARAF
YAZIYA YORUM KAT