Laiklik Üzerinden Solculuk Yapan Gazete
Beynin gizlediğini dil fâş edivermiş, Birgün’cülerin “sol”u dahi laiklik üzerinden tarif ettikleri ortaya çıkıvermişti. Buna göre laikler “solcu”, laiklikle (aslında devletin laiklik anlayışıyla) problemleri olanlar “sağcı”dır.
Stratejik Boyut dergisinde Cumhuriyet, Taraf ve Birgün gazeteleri üzerine yazan Alper Görmüş, bölümlere ayırdığı bu yazısını Taraf'ta da yayınlamaya devam ediyor. Görmüş, bugünkü yazısında Birgün'ün "sol" ve "laiklik" perspektifini değerlendirdi:
Sol, Laiklik, Cumhuriyet, Taraf, Birgün (2)
Alper Görmüş / Taraf
Cuma günü dediğim gibi, bugünkü yazı tümüyle Birgün'le ilgili... Sayfada gördüğünüz kupür, yazımın ilk bölümünün çıktığı gün piyasaya çıkan Birgün gazetesinin birinci sayfasını gösteriyor. Sayfanın dizaynı ve içeriği, bu gazetenin laiklik algısının onu nerelere savurabileceğini bir kez daha gösteriyordu bence...
Bir gün önce Balyoz Davası başlamış, gelişme, bütün gazetelerin manşetinde... Birgün ise Balyoz Davası'na 5., 6. haber muamelesi yaparak sayfanın dibine göndermiş. Üstelik haber tümüyle Çetin Doğan'ın "davanın hiçbir meşruiyetinin kalmadığı" yönündeki sözleri ve davanın bir kurgu olduğu iddiaları üzerine kurulmuş. Öte yandan gazetenin sürmanşetinde "Allah'a şükreden" bir ördeğin anlatıldığı hikâye kitabının okullarda dağıtılmasına ilişkin, daha önce Birgün'ün manşetten verdiği bir haberin devamı var...
Bakalım, Birgün bu çerçevede daha önce neler yapmış... Stratejik Boyut dergisinde yayımlanan yazımın ikinci bölümüyle karşınızdayım...
***
Sosyalistlerin referandumda "evet" çağrısı yapan bölümü, referandum sonuçlarını manşetten "Sol yüzde 42, sağ yüzde 58" diye duyuran Birgün gazetesini haklı olarak eleştirdiler. İçinde Milliyetçi Hareket Partisi'nin de bulunduğu yüzde 42'ye "sol" demek, ilk bakışta "sol"un sağduyusunun solda sıfır mertebesinde bir yerlerde süründüğü gibi bir izlenim veriyordu. Fakat gerçekte bu, hakikati ele veren bir lapsustu! Beynin gizlediğini dil fâş edivermiş, Birgün'cülerin "sol"u dahi laiklik üzerinden tarif ettikleri ortaya çıkıvermişti. Buna göre laikler "solcu", laiklikle (aslında devletin laiklik anlayışıyla) problemleri olanlar "sağcı"dır.
Sanmayın ki dört kelimelik bir manşet cümlesinden ve tekil bir örnekten yola çıkarak, üzerine de biraz psikolojik tahlil ekleyerek vardım bu sonuca. Öyle değil. Gazetenin son birkaç yılından birkaç örnekle, Birgün'ün laiklik vurgusunun giderek devletin tanımladığı çizgiye nasıl yaklaştığı kolayca gösterilebilir.
Birgün'le ilgili olarak beni alarme eden ilk gelişme, gazetenin sıradan bir yazarı olmayan, tam tersine çizgisinin oluşmasında önemli bir yeri olan yazarlarından Melih Pekdemir'in, üniversitelerde başörtüsü tartışmasına ilişkin olarak adım adım yasakçılığa yaklaşan tutumu oldu. Yine de sosyalist bir yazarın, işi yasakçılığı açıkça savunmaya kadar vardırmayacağına inanmaya devam ettim. Ta ki Pekdemir'in 4 Şubat 2008 tarihli "Özgürlükçüyüz ama salak değiliz" başlıklı yazısını okuyana dek... Pekdemir, aynen şöyle demişti o yazısında:
"Elbette türban takmak da bir hakikat ama şimdi özgürlük filan değil. Velev ki öyle sayılsın. Ama tek bir özgürlük on özgürlüğün canına okuyacaksa, on hayati yasak getirecekse; bizden bu kadar, sayımız suyumuz yok: Türbana karşıyız arkadaş! Çünkü özgürlükçüyüz ama salak değiliz..."
Alıntıladığım paragrafta "üniversite" kelimesinin geçmemesine bakıp da, karşı olunan şeyin "kamuda türban" olduğu sanılmasın... Yazı, "üniversitede türban"a ilişkindi... CHP'lilerden bile daha militan bir dil taşıyan bu özgürlük karşıtı manifestonun sahibi, bir başka yazısında ve bir televizyon programında "Laiklik sınırlı İslamiyet'tir" demiş, laikliği devlet çerçevesinde değil, toplum çerçevesinde tanımlamıştı. Toplumun dinî yaşama biçimini bile düzenlemeye çalışan bir "sosyalist" laiklik anlayışı, CHP'nin bile önermediğini öneren bir "sosyalist" laiklik anlayışı...
Böyle laiklik anlayışına böyle özgürlük anlayışı
Bundan bir yıl kadar sonra gelen "Mahalle Baskısı" dizisi, eskiden ancak Milliyet, Vatan gibi gazetelerde görülebilecek içeriğiyle, Birgün'ün "geliyorlar, kesecekler" propagandasının bir parçası olmaya doğru savrulduğunu gösterdi. Laiklik gibi sevabıyla günahıyla devasa bir bilgi birikimi, bu dizide ölçüsü "içki ve kılık kıyafet" olan bir "yaşam tarzı" tartışmasına (ve korkusuna) indirgenmişti.
2 Mart 2009' tarihli, "Cemaatlerin kıskacındaki Anadolu'nun keyfi kaçtı" başlıklı sunuş bölümünde mesele şöyle ortaya konuyordu:
"Anadolu'da birçok kentte, AKP iktidarından sonra kent merkezlerinde içkili mekân kalmaması nedeniyle pek çok yerde yöre insanlarının 'Ray Bar' adını taktığı tren yolu hat boylarında, 'Tepe Bar' adını verdiği şehir dışındaki ormanlık alanlarda ya da arabasıyla kent merkezi dışına çıkanların taktığı isimle 'Araba Bar'larda içki tükettiği görüldü...
(...)
Türkiye, Refah Partisi'nin yerel yönetimleri kazanmasıyla birlikte adı üzerinde bu denli tartışma olmasa bile Mahalle Baskısı'nı yaşamaya başladı. Refah Partisi'ne mensup belediye başkanlarının başta içkili mekânlara ve satış yerlerine yönelik tutumu ile ortaya çıkan tablo, günlük yaşamın her alanında hissedilir oldu. Refah Partisi kökenlilerin 'Yenilikçi' iddiasıyla yola çıkıp AKP'yi kurması, 2002 seçimlerinde AKP'nin tek başına iktidar olması ve ikinci kez yüzde 47 oy ile iktidara yerleşmesiyle birlikte –1990'larda şiddeti daha hafif hissedilen- Mahalle Baskısı'nı yeniden Türkiye'nin gündemine getirdi. AKP'nin üniversitede türban girişimleri bu kaygıları daha da artırdı."
Son cümleye özellikle dikkat çekmek isterim: Düşünün, bir sosyalist gazete "üniversitede türban girişimleri"ni bir özgürlük girişimi olarak değil de, "kaygı arttırıcı" bir hamle olarak görüyor.
Dizinin 15 Mart 2009 tarihli, "Mahalle baskısından özgürlüğe yürüyüş" başlıklı son bölümünde ise gazetenin "özgürlük" anlayışının, devletin tarif ettiği "laiklik" algısıyla ne ölçüde sakatlandığını; böyle bir algının sosyalist bir gazeteyi nasıl "halkın yarısı"na düşman edeceğini net bir biçimde görebiliyorduk. Özellikle de, dizinin hazırlayıcısının övgüyle söz ettiği, bir internet sitesinde yazan Kıymet Nadir Bindebir adlı kadın yazardan yapılan alıntılarda:
"Nesin, kimsin sen Hanım? Bittin sen farkında mısın? (...) Sen çoktan bittin de Hanım, bu gidişle beni de bitireceksin! Büşra, Kübra, Sümeyye, Hayrünnisa kimsen kimsin... Seni korkutanların, tehdit edenlerin gözünde hiç önemin, senin gibi ölmeden kefenlenmiş, tesettüre girmiş diğer kadınlardan hiçbir farkın yok. Tek tipsin sen! İstediğin kadar renkli, istediğin kadar marka giy, farklı görünmeye çalış. Aynısın! Hepinizin aklı, ruhu kurumuş sizin Hanım! Hanım nesin sen? Kimsin sen? 'Kimsin nesin' diye sorduğuma bakma, seni çok iyi tanıyorum aslında Hanım! Güney Afrika'daki, 60 derece santigratta, tecrit edilmiş halde oksijensiz yaşayabilen bakteriyle aynı familyadansın sen. (...) Çok çocuk doğurmanın aileyi kurtaracağına, kafanı gözünü güneş ışınlarına kapatmakla allahın emrini yerine getirdiğine iman ettin. Sen bittin Hanım, ama biterken ülkeyi de bitirdin!"
İşte böyle... Bütün bu satırlar, tahammülfersâ "karanlık-aydınlık" metaforlarıyla süslü en bayatından pozitivist klişelerle gazetenin "sosyalist" okurlarının kafasından aşağı boca edildi ve tuhaflık şurada ki, kimse de "ne bu ya!" diye itiraz etmedi. Etmeyince, Birgün de zıvanadan çıktı, "laiklik sen bizim her şeyimizsin" kıvamına geldi, şimdi o noktada kararlılıkla duruyor.
Cuma'ya: Biraz Birgün, esasen Cumhuriyet ve Taraf.
***
Hayata Dönüş: Medyaya da dava açılmalı!
Radikal'den İsmail Saymaz'ın haberinden öğrendik: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), 19 Aralık 2000'de gerçekleştirilen "Hayata Dönüş" operasyonunda ilk mahkûmiyet kararını verdi. Böylece şimdi yepyeni bir süreç başlamış oluyor. Hayatta kalanların açacağı yüzlerce davanın kazanılacağı artık neredeyse kesin gibi.
Yüzleşme Derneği Başkanı Cafer Solgun, operasyonun onuncu yıldönümünde yaptığı açıklamada korkunç katliamda medyanın sorumluluğuna da dikkat çekti, "Dönemin medyasının katliamı meşru gösterecek yayınlarıyla operasyona destek verdiğini de belirtmek gerekir" dedi.
Ben, biliyorsunuz, daha fazlasını iddia ediyor ve medya olmasaydı bu operasyonun yapılamayacağını söylüyorum. Öte yandan, yapılan şey basit bir meşrulaştırma değil, açık bir kışkırtıcılık. Yani yapılan şeyi gazetecilik sınırları içinde görmek ve buna uygun bir müeyyide talep etmek (mesela "özür" gibi) bence yetersizdir. Ayrıca hepimiz biliyoruz ki, bugüne kadar vicdanlarının sızladığını gösteren en küçük bir adım bile atmadılar.
Bence Hayata Dönüş mağdurları ve kurbanların yakınları dönemin medya yöneticileri hakkında da AİHM'de dava açmalıdır.
Onları, belki ancak böyle bir hamle özür dilemeye sevk edebilir.
HABERE YORUM KAT