Laiklik değil iktidar kavgası
14 Mart Cuma günü Kıbrıs'taydım. Doğu Akdeniz Üniversitesi Kıbrıs Politikalar Merkezi'nin düzenlediği bir panelde konuştum.
Toplantı henüz bitmişti ki, telefonlar çaldı: Başsavcı AKP'nin kapatılmasını istemişti... Tam da "Türkiye'de Özgürlükçü Demokrasiye Geçiş" konulu konuşmam üzerine gelen haber, tabii soğuk duş etkisi yaptı. Tıpkı 27 Nisan'daki e - muhtıra gibi... İyimserliği koruyarak diyelim ki, bunlar geçiş sürecinin sancıları.
Başsavcılığın "laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği" iddiasıyla, AKP'nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi'nde dava açması demokrasiye, istikrara ve Türkiye'nin uluslararası itibarına indirilmiş bir darbe. İddiaların haklı, geçerli, ciddiye alınır bir yanı yok. Suçlanan bütün beyan ve davranışlar, ifade özgürlüğüne girer. Belli ki halkı kendini yönetmekten aciz, kendilerini onun vasisi olarak gören bürokratik çevreler AKP'yi Türkiye'yi AB normlarına yakınlaştırdığı, üniversitelerdeki başörtüsü yasağını kaldırmaya kalktığı, Kürt sorununa siyasi bir çözüm arayışına girdiği için cezalandırmak istiyor. Umarım Anayasa Mahkemesi bu davada kendisinin ve Türkiye'nin saygınlığını korumak yolunu seçer. Dilerim bu dava demokratikleşmeden yana olan güçleri birleştirir, AKP demokratik anayasa çalışmasını raftan indirir, TBMM AB reformlarına hız verir.
Önce DTP, sonra AKP'nin kapatılması istemiyle açılan davaların siyasi manası nedir? Bu davalar Cumhuriyet'in kuruluş döneminde, bir tek - parti yönetimi altında, o yıllarda yaygın modernlik anlayışına uygun olarak geliştirilen laiklik ve kimlik politikalarını, bugünün Türkiyesi'ne uygulama ısrarını ifade ediyor. Söz konusu laiklik politikası, devlete toplumu (geriliğin nedeni olarak görülen) dinden uzaklaştırmak, dini inançları vicdanlarla sınırlamak görevini yüklüyor. Söz konusu kimlik politikası devlete, bütün toplumun Türk dili ve kültürüne asimile edilmesini öngörüyor.
Çağdışı ve toplum tarafından hiçbir zaman benimsenmeyen bu politikaların çok farklılaşmış, çok gelişmiş, dünyaya açılmış, en az 60 yıllık demokrasi tecrübesine sahip, AB'ye katılım sürecine girmiş olan bir Türkiye'ye dayatılmaya çalışılması, akıl ve mantıkla değil ancak ideolojik bağnazlıkla açıklanabilir. Bu politikalar ne demokrasiyle, ne de Türkiye'nin bütünlüğüyle bağdaşır; artık bir askeri diktatörlük altında bile uygulanamaz.
AKP'ye karşı açılan dava, bir yönüyle de Türkiye'nin eski ve yeni seçkinleri arasındaki iktidar mücadelesini yansıtmakta. 1980'lerde, kalkınmada devlet öncülüğünde ithal ikamesi stratejisinden piyasa öncülüğünde dışa açık büyümeye geçilmesinin derin sosyal, ekonomik ve politik sonuçları oldu. Gelişen ihracat sanayileri ve yayılan üniversiteler Anadolu'da kültürel bakımdan muhafazakar ve dindar, ekonomik ve siyasi bakımdan ise liberal değerlere bağlı yeni bir girişimciler ve meslek sahipleri sınıfının ortaya çıkmasına yol açtı. Yeni seçkinler, demokrasi üzerindeki vesayet düzeninin ayrıcalıklarından yararlanan bürokrasiyle ithal ikamesi döneminin devlet sübvansiyonlarıyla semiren sermaye çevrelerinden oluşan eski seçkinlerin iktidarına meydan okuyor.
"Türkiye'de İslamcı Siyasi Mobilizasyon" başlıklı kitabıyla Milli Görüş Hareketi'nin AKP'ye dönüşümünü ilk analiz edenlerden biri olan Boston Üniversitesi profesörü Jenny White, "Türkiye'de Laik Elitlerin Gerileyen İktidarı" başlıklı makalesinde iktidar mücadelesini şöyle yorumluyor: "Türkiye'nin eski seçkinleri bakımından en korkutucu olan, AKP'nin seçmenlerin çoğunun çıkarlarını buluşturan siyasi merkeze yerleşmiş oluşu. Halk desteğine sahip, siyasi merkezde yer alan ve liberal değerlere bağlı bir AKP, kurulu düzenin laik, Batılılaşmış, ama liberal - olmayan seçkinleri açısından gizli İslamcı gündemi olan AKP'ye nazaran daha büyük bir tehdit... Kurulu düzenin AKP'nin başarılarına cevabı, laik hayat tarzının tehlikede olduğuna ve ülkenin yabancı devletler tarafından kundaklandığına dair korkular yaymak oldu." (Current History, Aralık 2007)
Zaman Gazetesi
YAZIYA YORUM KAT