Laik-Seküler Paradigma ve Dine Bölücü Yaklaşım
Yavuz Bahadıroğlu, laik-seküler paradigma mensuplarının dine yaklaşımını konu edindiği yazısında, din-ticaret, din-siyaset vb. arasında yaptığı ayrımla dine karşı bölücü davrananların sokakta laik, evde ise müslüman bir dindarlığı önerdiklerini vurguluyor
Yavuz Bahadıroğlu’nun Yeni Akit’te yayımlanan köşe yazısı (30 Eylül 2019) şöyle:
Sokakta Laikiz Evde Müslüman!
“Tesettür ayetleri Kur’an’dan çıkarılsın” demiyorlar, ama “Kur’an’da tesettür âyeti yok” diyorlar.
Meselâ, “Allah kâinatı yarattı, yönetimini insana bıraktı” (Deizm)diyerek, Allah’ın, Kur’an’da tanımlanan Allah’la irtibatını kesip “tanrı”laştırıyorlar.
“Din”in “Allah’la kul arasında” olması, “kalblerde yaşaması!” gerektiğini iddia ediyorlar: O zaman “özel” ve “yüce” olur, “kirlenmez”miş!..
Yani, “Kur’an kütüphanede, din kalpte durmalı” imiş!
Şöyle özetliyorlar: “İslâm Dini o kadar saygın, o kadar özel, o kadar değerli ve temiz ve yüce ki, günlük işlere bulaştırmamak lâzım!”
İlk bakışta “masum” gibi görünüyor, ama bu tür tanımlamalar aslında birer tuzaktır! Çünkü dinin ötelenmesi anlamına geliyor. Hayat boşluk kabul etmediğine göre, doğal olarak dini kuralların yerini başka kurallar alıyor.
Hâlbuki din, bizatihi “Din Sahibi”nin tanımlamasıyla “dünya ve ahireti tanzim”için vazedilmiştir. “Dindar insan”, dünya işlerini de dinin usul ve erkânına uygun biçimde yaşamak durumundadır.
Yani hiçbir gerekçe ile dini bir kenara koyamazsınız! Koyarsanız, “dine saygı göstermiş” olmazsınız, düpedüz “dini hayatın dışına çıkarmış” olursunuz: Dine saygısızlık etmek ve dini “kirletmek” budur!
İsterler ki, sokakta laik evde Müslüman olalım!..
İsterler ki, ticarette laik, namazda Müslüman olalım!..
İsterler ki, siyasette laik, cenazede Müslüman olalım!
Dünya işlerine “dünyacı” (seküler) bir mantıkla yaklaşalım.
Bu düpedüz Allah’a “vazife ve salâhiyet” sınırı koymaya kalkışmaktır ki, hâd bilmezliğin tâ kendisidir!
Ve bunun dinle değil, doğrudan “dinsizlik”le, en azından “densizlik”le ilgisi vardır! Çünkü din dünya içindir: Dünya hayatını dine göre yaşamak “dindar Müslüman”ın görevidir.
Müslüman’ın, inancını rahatça, çekincesiz, endişesiz yaşayabileceği ortamı hazırlamak ise devletin anayasal görevidir. Devlet, bu görevini çoğunlukla yerine getirmiyor. Gerekçe olarak da laikliği öne sürüyor. Laik kesim de aynı kaçamağı yaparak, inanç alanlarını daraltmaya çalışıyor.
“Herkesin dinine saygılıyız, ama bu çağda da baş örtülmez ki…” diyor.
Oysa din “saygı” ve “yargı” istemiyor. Dinin istediği, kurallara göre yaşanması… Kuralları kaldırmaya çalışanlar, boş bir “saygı” ile konuyu hallettiklerini sanıyorlar. Hiçbir şey hallolmuyor. Zaten bu kocaman bir “yalan”dan ibarettir. Zira insan benimsemediği şeye saygı duymaz. Benimsemediği şeyi benimseyenlere saygı duyması ise asgârî insanlık şartıdır.
Ben komünizmi yanlış buluyorum ve karşı çıkıyorum, ama komüniste saygı duyabilirim. Hıristiyanlığı, Yahudiliği yanlış buluyorum, ama o inançtaki insanlara saygı gösterebilirim…
Osmanlı’nın ölçüsü de budur ve bu ölçü sayesinde farklı inançlara mensup insanlar şiddet ve baskı görmeksizin yüzyıllar boyu Osmanlı şemsiyesi altında mutlu-mesut yaşamışlardır. Türkiye artık bu “müsamaha kültürü”nü yakalamalıdır.
Son sözüm şu: Kültür ve medeniyetimize Fransızlardan daha “Fransız Türkler” var!
HABERE YORUM KAT