1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. Kuzey Kore’de ilkel gözyaşları; Irak’da göz kararması...
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

Kuzey Kore’de ilkel gözyaşları; Irak’da göz kararması...

22 Aralık 2011 Perşembe 04:25A+A-

Kuzey Kore’de ilkel gözyaşlarının; Irak’da ise, göz kararmasının getirdiği körlük..

[email protected]

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Kore yarımadasının bir iç savaş sonunda komünistlerle kapitalistlerin elinde Kuzey ve Güney diye ikiye bölünmesi ve Kuzey’de Kim İl Sun liderliğinde 45 yılı aşkın süren komünist diktatörlüğün, Sun’un 1994’de ölümüyle yeni bir düzenlemeye geçebileceği sanılıyordu.. Ama, Kuzey Kore’de milyonların bugün bile, heykelleri önünde selâm durdukları ve rukû halinde eğildikleri Kim İl Sun, komünist yönetim tarzında bir ilki gerçekleştirmiş ve yerine oğlu Kim-Jong İl’in geçmesinin kanunî zeminini hazırlayıp, hanedan usûlünü getirmişti..

Junk ise, babasının ’ebedî devlet başkanlığı’na, (TC.deki benzer şekliyle, Ebedî Şefliği’ne) gölge düşmemesi için, kendisini Devlet Başkanı Vekili olarak isimlendirmiş ve ülkenin komünist hanedan sisteminde değişiklik olmamış ve o kapalı kutululuk hali devam etmiş ve sonunda da, onmilyonların açlığı pahasına bile olsa, Kuzey Kore, bir nükleer güce de dönüşmüş ve 25 milyonluk bu ülkenin ’kapalı kutululuk’ hali sürmüştü..

Lider ise, babasından bile daha bir esrarengiz kimlik sergilemişti..

Ama o, ’halkının sevgilisi’  imiş.. Babası ise, ’Eşsiz Önder, Başöğretmen, Büyük Lider, Başkomutan, Zaferlerin Babası’ gibi resmî sıfatlarla anılıyordu.. Yerine ise, en küçük oğlu Kim-Jonk Un getirildi.. (Bakalım, ona ne sıfatlar verilecek?)

18 Aralık 2011 günü, Kim-Jong İl’in öldüğünün açıklanması üzerine bu 25 milyonluk kapalı kutu ülkeden dünyaya yansıyan ağlama, döğünme sahneleri, hepimize ne kadar komik geliyor değil mi?

İnsanları öylesine bir köleleştiriyorlar ki, insanlar kendi ana-baba, çocuk veya eşlerinin ölümüne o kadar ağlamazken, lider öldüğünde, dünyanın batacağını sanıyorlar.. (atv’nin konuyla ilgili haberinde, Kuzey Kore’nin merhûm lideri denilmesi de ise, laik kafaların halkımızın ölçülerine ne kadar yabancı olduklarını göstermektedir.)

*

Kim-Jonk İl’in ölümünden sonra kitleler iyi ki, yırtınırcasına ağlaştılar.. Ya, bir de, ’artık başımızdaki ’sevgili lider’imiz gittiğine göre, birbirimizin boğazına sarılabiliriz..’ deselerdi.. 

*

Bu satırların yazarken, Taha Akyol’un 21 Aralık tarihli Hürriyet’teki, ’Diktatöre ağlamak’  başlıklı yazısı da ulaştı..

Akyol, Kuzey Kore diktatörünün ölümünden sonra dünyaya yansıyan ilkel ağlama ve lidere tapınma görüntülerine değinirken; Stalin’in 20 bin azerî’yi öldürdüğünü Azerbaycan’lı bir prof. dostuyla konuştuğunu; sözkonusu prof.’un, ’-Her gün birkaç komşumuz kaybolurdu. Bilirdik ki, Stalin öldürttü. Ama Stalin ölünce mektepte ağladığımızı hatırlarım. Kötü de olsa babası ölen bir çocuk gibi öksüz kalmıştık. Kimsesiz, rehbersiz kalmış çocuk gibi ağlamıştık.’ dediğini de aktarmakta ve ’Totaliter şartlandırma, sağcısı solcusu fark etmez, her yerde aynıdır: ‚’Toplum iç ve dış düşmanlarla çevrilidir! Yüce diktatör bizi koruyor, doğru yolu gösteriyor! Her şeyimizi ona borçluyuz!

Fakat diktatörün yanlış politikaları yüzünden, çocuklar dahil, on binlerce Kuzey Koreli açlıktan ölmedi mi?

Hayır, onları emperyalizm öldürmüştü! “Sevgili liderimiz” bizi korumak için çırpınıyordu! Yorgunluktan ölmüştü işte!

Peşinden dövüne dövüne ağlanmaz mı?’ demekte ve sözlerini şöyle bağlamakta:

’Diktatörler daima “insanüstü” nitelikleri olduğuna toplumu şartlandırırlar. Bakın, Kim Jong-il dünyaya geldiğinde, tabiat onu gökkuşağı ile kutsamıştı! İki aylıkken konuşmaya başlamıştı! Ortaokulda bir hurdadan sağlam bir kamyon çıkaracak kadar dâhi bir “proleter” olmuştu! Üniversitede 15 bin kitap okumuştu!

Halkı için öyle çalışıyordu ki, yorgunluktan ölmüştü!

Babası Kim Sung-il de öyleydi! Ülkesini Japon işgalinden kurtarmış, kimsenin akıl edemediği bir sistem kurmuş, herkese doğru düşünmeyi öğreten Juche (Seçme Konuşmalar) kitabını yazmıştı...

Ya da Hitler’in Kavgam’ı, yahut Stalin’in Diyalektik Materyalizm’i veya Mao’nun Kızıl Kitab’ı falan...

Bunlar sülaleden insanüstü adamlar! (...)

Öldüklerinde ağlanmaz mı?! (...)’

*

Evet, bunları söylerken Taha Bey, doğru söylüyor da, noksan bıraktığı, atladığı bir konu veya isim yok mu bu yazının içinde..

Meselâ, ölümü üzerinden 75 yıla yakın bir süre geçmesine rağmen, bir siyasî kişinin, TC’nin resmî ideolojisi tarafından, halkımıza hâlâ insanüstü bir figur olarak gösterilmeye çalışılması.. Buna da değinilmesi gerekmez miydi?

Utanılacak, ayıplanacak ve karşı çıkılacak sahneler kendi ülkemizde de yok mu?

Televizyonlarda, Kim-Jong İl’in halkı milyonlar halinde açlık felaketi içindeyken, zevk’u safâ içinde, saraylarda, içki ibtilası/ düşkünlüğü içinde ve halkını askerî güçle ezmeye çalışan bir diktatör olduğunu anlatan haber-yorumları dinleyen halkımız, bu doğru nitelemeleri kendi hayatından başkalarına da uygulamıyor mu sanılıyor?

Evet, bizim toplumumuzda da üç çeyrek yüzyıl boyunca, aynı sahneler yaşatılmadı mı? Ve halkımızın korkunç perişanlığına rağmen, bizdeki ebedî şef denilen isimlerin saraylarda, nasıl bir hayat yaşadığı bilinmiyor muydu?..

Evet, bugün başkalarının hallerine gülerken, kendimize de gülmüş müydük? 10 Kasım 1938 gününden sonraki  ilkel ve toplu ağlama seanslarını gösteren fotoğraflara bakılırsa, nelerin nasıl olduğunu görürüz..

*

Bir de bu ölümler sonrasındaki otorite boşluğunun getirdiği sosyo-politik karışıklıkları hatırlayalım..

Meselâ..

Stalin’in ölümünü..

Sovyet Rusya’nın 27 yıl Dışişl. Bakanlığı’nı yürütmüş olan Andrei Gromiko, hâtırâtında, -özet olarak- şöyle yazmıştı: ’Stalin, hasta yatağında yatıyordu. Durumu ağırdı, acı ve sıkıntılar içindeydi.. Biz yatağın etrafında, bütün Polit-Büro üyeleri (Komünist yönetimlerde, şef’ten sonraki en yetkili ekip) toplanmıştık.. Stalin, duvarda asılı olan ve bir testi içinden su içmeye çalışan bir kuş resminin bulunduğu tabloyu gösteriyordu..

O sırada, Stalin’in başı yan tarafa yatıverdi.. ’Tanrı’mız ölmüştü..

Bu, müthiş bir şeydi bizim için.. Nasıl olurdu?.. Tanrı ölür müydü?

Hepimiz dehşet içindeydik..’

Ve Stalin sonrası, Sovyet Rusya’ya 10 yıl hükmeden Nikita Kruşçef ise, kendi ölümünden sonra açıklanan hâtırâtında -özetle- şöyle diyecekti:

’Stalin’in ölümünden sonra, bir gün, çalışma odama gittim.. Biraz sonra (KGB) (Sovyet Rusya Gizli Polis Teşkilatı) Şefi Beria içeri girdi..

Çekmecemi açtım ve oradaki tabancayı alıp, Beria’ya bir el ateş ettim..

Beria ölmüştü..

Beria’nın, ’Towariş (Yoldaş) Stalin’in ölümünden dolayı son derece kederli olduğu için intihar ettiği’ne dair bir rapor tutuldu..’

Bereket ki, Sovyet Rusya’daki bu usûlü, Kuzey Kore’nin yönetici sınıfları denemedi..

*

Bu gibi lider tapıcılığı örneklerinde karşılaşılan ölümlerden sonraki iktidar mücadeleleri açısından, kendi yakın tarihimizde de ilginç sahneler yok mudur?

Hatırlayalım, İsmet Paşa, başvekillikten azledilmesini takib eden son iki senedir küskün olduğu M. Kemal’i hasta yatağında ziyaret etmek ister, ama, Salih Bozok, ’İsmet gelirse onu vururum.. diye haber gönderir.. Ve Dr. Refik Saydam ise, İsmet Paşa’ya, ’Gidersen seni öldürecekler, senin treninin önüne yatarım, gidişine engel olmaya çalışırım..’ diyecek kadar bir bağlılık izhar eder..

Ve 11 Kasım 1938 sabahı, Mareşal Çakmak, Ordu’nun reis-i cumhûr olarak İsmet Paşa’yı istediğini gösterir Meclis’e ve TSK tarafından kuşatılan Meclis, ’hür iradesiyle’ (!) son iki yılın matrudunu, koğulmuşunu yeni ’reis-i cumhûr’ olarak seçer; cumhûr’un, halkın ise haberi bile yoktur..

M. Kemal’in en yakın arkadaşlarından bilinen Salih Bozok, kendi kalbine bir kurşun sıkar.. Üzüntüden denilmiştir, ama, Bozok’un, derin husûmet beslediği İsmet Paşa’nın Reis-i Cumhûr olmasından dolayı da bu intihar teşebbüsüne başvurmuştur..

M. Kemal’in son başvekili Celâl Bayar, birkaç ay sonra vazifeden uzaklaştırılır, Refik Saydam, sadakatinin karşılığı olarak, Başbakanlığa getirilir..

Ne soytarılık ve entrikalardır ki, onları özgürce tartışmak imkanından henüz de mahrumuz..

*

Evet, başka toplumlardaki ilkellikleri anlatıyoruz da, iğneyi kendimize batırmaya gelince..

Meselâ,  Safer Murad Niyazof’un Türkmenistan’daki başkanlığı sırasında ay ve gün isimlerini, takvimi  ve daha nice bir çok şeyi kendi şahsî arzusuna göre değiştirmesini alay konusu yapmışızdır da, bu durumları kendi ülkemizde de tecrübe edildiğini hatırlamak bile istememişizdir.. Çünkü, bizdekiler toplumun ilerlemesi için yapılıyordu ve gerekli idi..

Sanki, diğerleri toplumu geriletmek için hareket ediyorlarmış gibi..

Bu, diktatörlüklerin kaçınılmaz tablosu..

*

İhtiras ve entrikalar olmaksızın iktidar değişimi olabilir mi, sahi?

Bunları başkaları için böylesine rahat söyleyebiliyoruz da, kendi dünyamız için de dile getirebiliyor muyuz?

Hattâ, bizzat Resul-i Ekrem (S)’in rıhletinden, dünyamızdan ayrılmlasından hemen sonra, O’nun yerine, aralarında seçkin sahabelerin bulunduğu en hâlis müslüman toplumunun başına kimin geçeceği konusunda, henüz Hz. Peygamber’in bedeni toprağa verilmeden, Benî Saide Sakifesi’ denilen mekânda gerçekleşen iktidar belirlemesinde ortaya çıkan ve neredeyse kılıçların çekileceği bir hadde kadar gelişen sert tartışmaların içinde, ilk Halife’nin nasıl seçildiğini hatırlayalım.. Ki, o ayrılığın uzantıları bugüne kadar da gelmiştir, yazık ki..

Daha sonraki asırlarımızı saltanat usûlleri içinde, babadan oğula ’sulb-ü mubarek’(!)den intikal eden saltanat usûlü iktidar anlayışı doldurmuştur.

14 asır sonra, inancımız adına gerçekleşen bir büyük inqılab hareketi içinde bile, ’ilk ve kurucu lider’in vefatından sonraki yeni liderin belirlenişinde ortaya çıkan durum ve daha sonra yapılan seçim mücadelelerinde ortaya çıkan acı tablo da, iktidar mücadelelerinin sürekli sancılı olduğunu hatırlatmaktadır bize..

Bazıları, doymuş kapitalist ülkelerdeki iktidar mücadelelerinde niçin büyük kavgaların yaşanmadığını merak ederler.. Halbuki, sözkonusu bu toplumların o doygunluk noktasına gelmeden önceki tarihlerinde de nasıl kanlı iktidar mücadelelerinin olduğu bilindiği gibi; bugün de, bu toplumlarda sosyo-ekonomik bünyede çatlak ve bozulmalar meydana geldiğinde iktidar mücadelelerinin nasıl faşist, ırkçı, komünist vs. diktatorial yöntemlerin yolunu açtığını gözlemek de zor olmamaktadır..

Müslüman coğrafyalarındaki hemen bütün yönetim şekillerinin içinde şu veya bu derecede diktatorial unsurların gözle-görülür şekilde varlığını hissettirmesinin ve bu yönetim kadrolarının iktidarlarını yitirmemek için nasıl kanlı mücadelelere giriştiklerinin sebebi de iyi tahlil edilmelidir.

Bunun son örneklerini Tunus’ta, Libya’da, Mısır’da, Yemen’de, Bahreyn’de, Afganistan ve Pakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Kürdistan ve Irak’da, Suriye’de, İran’da ve Türkiye’de, Cezayir’de, Sudan’da onbinlerin canına mal olan, kan soyu ve dil açısından yabancı olmayan kişi ve kadroların sert ve kanlı mücadelelerinde görmedik mi, onyıllar boyunca..

Sesleri hiç çıkmayacak şekilde kesilmiş olan Suûdî ve benzeri rejimlerin tahakkümü altındaki diğer müslüman halkların durumu ise, daha bir içler acısı.. Çünkü, onların sesleri, hiç mi hiç çıkmıyor.. Bu gün de, bir taraftan, Yemen ve Suriye’de hergün onlarla değil, yüzlerce insan can verirken, Irak’da da, -tam da Amerikan işgal güçlerinin resmen bu topraklardan artık çekildiğinin açıklanmasının hemen devrisinde- bir diğer ve yeni fitnenin çarklarının işlemeye başladığını görmekteyiz..

Ve bütün bu coğrafyalardaki siyasî kadrolar büyük çapta, zihnî faaliyetlerini veya siyasî proğramlamalarını da kendilerinin veya halklarının kalbindeki inançlara göre değil, dünyada bugün sözünü geçiriyor gözüken şeytanî -emperyalist güçlerin telkın, dikte, dayatma veya tehdidlerine göre şekillendirmektedirler..

 IRAK, YENİ BİR KANLI BOĞUŞMANIN GİRDABINA YUVARLANIRKEN..

Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’nda yenilip dağılmasından sonra, ingilizlerin işgaline giren ve 1958’lere kadar, 40 yıl kadar, yeni kolonyalizm (new colonialism) anlayışına göre, şeklen yerli yöneticilerle ve krallıkla ve gerçekte ise, ingiliz emperyalizminin has adamı olan Nurî Said Paşa gibi kuklalarla yönetilmiş olan yönetilmiş olan Irak’da, 1958-68 arası, Abdulkerim Qasım ve Abdusselâm Ârif’lerin kanlı darbeleri içinde geşmiş ve 1968’de de Baas Partisi ve General Hasan el’Bekr ve yeğeni Saddam Huseyn’in yönetimi başlamıştı.. Ve bu durum 2003’e kadar 35 yıl sürecekti.. Ne kanlı bir iktidar olduğunu ise söylemeye gerek yok.. Sadece Saddam’ın saldırısıyla başlatılan ve 8 yıl süren 1980-88 arası İran- Irak Savaşı’nda eriyen 1 milyondan fazla insanın hatırlanması yetebilir..

Saddam’ın saldırganlığının ve neticesinde Kuveyt’i işgal etmesiyle başlayan ve Amerikan emperyalizmi ve Irak arasında meydana gelen savaşlarda en azından 2 milyon kadar daha insanın erimesi, yazık ki, dünyanın ilgisini çekmemiş ve seyirci kalınmıştır..

*

Şimdi, gelinen nokta ise..

Geçen hafta, 11 Aralık 2011 günü, Amerikan askerî gücü Irak’dan resmen çekildi..

Ama, hemen arkasından, ortaya çıkan durum ise, ’emperyalistlerin vazgeçilemezliği’ni dikte etmek isteyen bir entrikanın ortada olduğunu da düşündürecek çapta.. (Nitekim, Amerikan Başkan Yard. Joe Biden (Co Baydın), ’Irak’daki durumu dikkatle takib ediyoruz..’  demekte.. Gütmek istedikleri ülkelerdeki sosyo-politik mes’eleleri içinden çıkılmaz hâle getirip, sonra da sahyeye kurtarıcı olarak çıkmak, emperyalistlerin eski taktiklerindendir..)

*

Irak’ı bugün bekleyen en büyük tehlike ise, şiî ve sünnî müslümanları birbirine kırdırmak şeklindeki şeytanî planların güçlenmesi..

Bu yolda her tarafta, dilediği gibi yalan-yanlış bilgilerle propaganda yapan mekanizmalar da durmaksızın işletiliyor..

Geçen gün İran üzerine analizler yapmak iddiasındaki bir internet sitesinde, Irak’da sünnî müslümanların yüzde 97 (!) olduğu iddia ediliyordu.. 10 sene öncelerde yüzde 55 civarında söylenen şiî müslüman kesim, şimdilerde yüzde 70’e fırlatılırsa.. Yüzde 40 civarında kabul edilen sünnî müslümanların da birilerince yüzde 97 olarak gösterilmesine şaşmamalı..

*

Bu rakam oyunları devam ederken, Irak’da bugün gelinen nokta, beklenmiyecek kadar keskin ve oldukça tehlikeli bir durum..

Irak'taki sünnî arab azlığın oylarının büyük bir bölümünü aldığı kabul edilen ve çeşitli parti ve hizblerin ortak listesinden oluşan ’El’Irakiye’ bloku, 325 sandalyeli Irak parlamentosunda 82 sandalyeyle en büyük ikinci grup ve elinde 9 bakanlık bulunduruyor.

Arada bir gerilimli durumlar olmuyor değildi.. Ama, 28 Kasım'da Irak parlamentosuna düzenlenen ve bir milletvekilini hedef alan bombalı saldırı ateşledi bugünkü tehlikeli gelişmeyi.. Bu saldırıyı da yaptıranlar olarak, şüpheler, Hükûmet tarafından, her ikisi de sünnî ’El’Irakiye’ blokunun üyeleri olan Cumhurbaşkanı Yard. Tarık el’Hâşimî, ve Başbakan Yard. Salih el’Mutlak üzerinde toplandı..

Hâşimî ve Mutlak'ın çevresindeki isimler ise, bu iddiaları kesin bir dille yalanlıyorlar ve bu saldırının,  kendilerini sindirmek isteyen Başbakan Mâlikî'nin bir oyunu olduğunu öne sürüyorlardı..

Sâlih el’Mutlak, 7 Mart 2010’daki genel seçimler öncesinde, ’sünnî’ olduğu halde, kendisi gibi eski bir Baasçı olan ve ’şiî’ kesim içinden çıkan bir sekuler/ laik olan  İyad Allavî ile ittifak kurmuş ve El’Irakiye adlı bu ittifak, yüzde 24.7 oyla seçimden birinci çıktı. Mâlikî önderliğindeki ve şiî gruplardan oluşan ’Hukuk Devleti’ bloku ise, yüzde 24.2 ile ikinci olmuştu.. Partisinin iki sandalye eksiğine rağmen yeniden hükümet kurmayı başaran Mâlikî, sünnîlere ayrılan başbakan yardımcılığı koltuğunu da Sâlih el’Mutlak’a vermek zorunda kalmıştı.

Son zamanlarda  Mâlikî tarafından geçmişte, Saddam’ın Baas Partisi'ni desteklemekle suçlanan Salih el’Mutlak, geçen hafta, sahibi olduğu Babiliye televizyonunda, Mâlikî'yi kasdederek, Amerika’nın Irak’ı ’ Saddam'dan de beter birisine terkettiğini’  söyleyiverdi..

Bu arada, Hâşimî hakkında 28 Kasım'daki saldırının planlayıcılarından biri olduğu gerekçesiyle tutuklama emri çıkarıldı.. Hemen ardınodan da, evinin ve çalışma bürosunun etrafında tankların mevzilendiği bildirildi.. Ancak, Hâşimî de gerilimin tırmanışından duyduğu rahatsızlığı görüşmek ümidiyle, yakın çalışma arkadaşlarıyla birlikte 18 Aralık akşamı, Irak Cumhurbaşkanı Celal Talebânî ile görüşmek üzere Süleymaniye'ye gitmek isterken, Bağdad Havaalanı'nda durduruldu ve kendilerine Mâlikî'nin emri gereğince, Bağdad'tan ayrılamayacakları bildirildi.

Bu yoldaki tartışma ve müzakereler sürerken, Hâşimî ve beraberindekiler Erbil'e, Mes’ud Barzânî’nin merkezine gitti..

Bu arada, Başbakan Mâlikî, parlamentodan, Başbakan Yard. Mutlak'a verilen güvenoyunun geri çekilmesini istedi ve aksi halde istifa edeceği tehdidinde bulundu.. Ve bu tehdidinin yanında,  güvensizlik oyuyla düşürülmemesi halinde, onu azledip, yerine başka kişile arasından bir Başbakan Yardımcısı olarak tayin edebileceğini, anayasanın kendisine tanıdığı bir hak olarak açıkladı..

Hafta sonu bu gelişmeler yaşanırken, El’Irakiye bloku, parlamento oturumlarına katılmayacağını kamuoyuna duyurdu..

Irak'tan son Amerikan askerinin çekilmesiyle birlikte patlak veren siyasi krizde, C.Başkanı Yard. Tarık el’Haşimî için ’terörist gruplarla bağlantısı olduğu’ gerekçesiyle önce yurtdışına çıkış yasağı getirildi, ardından da tutuklama emri çıkarıldı.  

Hâşimî hakkında tutuklama emri çıkarıldığını açıklayan Irak İçişleri Bakanlığı Sözcüsü Âdil Daham düzenlediği toplantıda, yakalanan bazı zanlıların son dönemde meydana gelen bazı saldırıların Hâşimî ile bağlantılı olduğunu itiraf ettiklerini iddia ediyordu..

Daham'ın açıklamasına göre, yakalama emri, beş yargıç tarafından imzalandı.

Hâşimî, Erbil’de 21 Aralık günü yaptığı açıklamada, ’Hakkımdaki  iddiaların bazıları, 2006 ve 2007 yıllarına aid. Bu  suçlamalar neden bugün ve Amerikan güçlerinin ülkeden ayrıldığı sırada yöneltildi. Bu suçlamalar, beni ve sünnî Iraklıların desteğini arkasına alan El’Irakiye blokunu utandırmak için uydurulmuştur. Kendimi savunmaya hazırım, ama özgür yargılanmam için mahkeme Kürdistan’da kurulsun’  diyordu.. Cumhurbaşkanı Yardımcısı olarak dokunulmazlığı bulunmayan Hâşimî, Mesud Barzanî ve C.Başkanı Talebânî'ye minnetdâr olduğunu da ekliyordu, sözlerine..

Mâlikî ise, Hâşimî’nin adalet karşısına çıkması gerektiğini belirterek, Talebânî ve Barzanî’ye sert mesajlar gönderip, ’Eğer Hâşimî’yi iade etmezler ya da kaçmasına izin verirlerse, bu durum bazı problemlere yol açabilir. Ve, Arab Birliği'nin ve başka tarafların müdahale etmesini de kabul edemeyiz. Irak yargısı bağımsızdır..’ açıklamasında bulunuyordu.. Hatırlanacağı üzere, Mâlikî, siyasî hayatta, 30 yıllık eski lideri İbrahîm Caferî’yle zıdlaşmayı da göze almış ve daha sonra, Muqtedâ es’Sadr’ı,ın başına buyruk hareketlerine gözyummayacağını açıklayıp, yakalanması halinde ’terörist’ muamelesi yapacağını açıklayıp, onu Irak’dan İran’a geçmeye bile mecbur etmiş ilginç ve beklenmiyen bir ’çetin ceviz’  tipi manzarası sergilemekte..

Bu durum, Irak’da, 8 yıl süren Amerikan askerî işgali yıllarında olabildiğince tahrik edilip birbirine düşman hâle getirilmeye çalışılan şiî ve sünnî müslümanlar arasında bir çatışma zeminini daha bir kızıştırabilecek mahiyette görülmekte.. Çünkü, Kuzey Irak’da (Güney Kürdistan’da) ekseriyetini kürd halkının oluşturduğu bölge için kurulmuş olan mahallî eyalet hükûmetinin başkanı Barzânî de, Bağdad’daki merkezî hükûmet ile esasen oldukça çatışmalı bir ilişki içinde bulunuyor ve kürd halkının hemen tamamının sünnî olması hasebiyle, Hâşimî’yi mezhebî bir kaygu ile sahiblenebilecekleri bekleniyor..

Öte yandan, Hâşimî’nin gözaltına alınan 13 korumasından üçü tutuklandı. Tutuklanan korumalardan birisi olan El’Cuburî,  Irak devlet televizyonundan da yayınlanan ’itiraf’ında, ’Türkiye'de 25 gün eğitim aldığını, kendilerine talimâtın direkt Hâşimî'nin sekreteri Ahmed Kahtan tarafından verildiğini, eylemde kullandıkları bombalarla susturucu takılmış silahların Ahmed Kahtan tarafından temin edildiğini ve düzenledikleri ilk eylemden sonra Tarık El’Hâşimî'nin eyleme katılan her şahsa 3 bin dolar verdiğini’  iddia ediyordu..

Ahmet Davudoğlunun ise, 20 Aralık gecesi,  Mâlikî üzerinde etkili olduğu kabul olunan İİC’nin Dışişleri Bakanı Ali Ekber Salihîyi telefonla arayarak, Nurî Mâlikî’ye, ’Irak’ta her kesimin başbakanı gibi davranmasının hatırlatılması’ gerektiğini söylediği,  Irak’ta bir mezheb çatışmasının alevlenmesi durumunda bundan bütün bölgenin zarar göreceğine de dikkat çektiği bildiriliyordu..

Mâlikî ise, 21 Aralık günü Bağdad’da düzenlediği basın toplantısında, ’PKK, PJAK ve İran Halkın Mucahidleri Örgütü'nün Irak'taki varlığına kesinlikle karşı olduklarını ve bu örgütleri Irak’ta istemediklerini, bu gibi silahlı örgütlerin ülkede bulunmalarının Irak anayasasına da aykırı olduğunu ve Irak'ın bölgesel çekişmelerde taraf olmayacağını’ belirtiyordu..

Bunlar  kendisinden rahatsız olması muhtemel komşu ülkeleri veya başka güç odaklarını yatıştırmak için bir taktik midir, yoksa onun gerçek iradesini mi yansıtmaktadır, bunları gelecek günler gösterecek..

*

Bu vesileyle, Yeni Şafak’dan İbrahim Karagül kardeşimizin de, bu konuya dair yazdığı ve 21 Aralık günlü ve ’Fars oyununa Arap figüran..’ başlıklı makaleye de kısaca değinmekte fayda var..

’(...) Peki ne oluyor Irak'ta? Gerçekten merkezi iktidarı elinde tutan Şiiler, Sünnileri tasfiye mi etmek istiyor, Kürtler ve Sünni Araplardan arındırılmış bir güç yapılanması mı söz konusu? Yoksa gerçekten adli bir durum, ciddi kanıtlara dayanan suçlamalar mı var?’ diye soran Karagül, ’2003 yılından sonra merkezi iktidarı tamamen kaybeden bu yüzden de işgali karşı direnen ancak sonrasında sistemle zoraki de olsa uzlaşan Sünni Arapların, ABD sonrası iktidarı paylaşmasına izin verilecek mi? Yoksa Bağdat yönetimi ile Kürtler arasındaki gerilim ve ayrışmanın bir benzeri, Şii ve Sünni Araplar arasında da mı yaşanacak? Bu, bir ihtimal ve ciddiye alınmalı. Çünkü süreç o yöne doğru gidiyor.’ demekten kendisini alamıyordu, haklı olarak..

Karagül, gelişmelere bakıldığında, şu kanaate vardığını da dile getiriyordu:

’Bu sürece izleyenler ortada iki kavga olduğunu farkediyor. Kavgalardan biri Bağdat'ı yani Irak'ı kim yönetecek, Şii gruplar iktidarı diğer unsurlarla paylaşacaklar mı paylaşmayacaklar mı kavgası.. Son günlerde ortaya çıkan gelişmeler, paylaşmak istemediklerine işaret ediyor.

ABD sonrası Irak'ın yeniden yapılanma arayışı bu. Şu ana kadar gelişmeler maalesef uzlaşmayı değil, güç gösterisini öne çıkardı. (...) İran-Suriye-Hizbullah hattına şimdi de Irak ekleniyor. Tahran, Şam'ın düşme ihtimaline karşı Şam'dan daha güçlü bir kalkan olacağını hesapladığı Irak'ı kuruyor. Artık bölgede İran-Irak-Suriye ve Hizbullah dayanışması gibi, eskisinden daha güçlü bir hat var. (...) Batı'dan gelen tehdit rüzgarlarına karşı İran eksenli direnç şu an için güç kazanmış görünüyor. Suriye'ye olası müdahalenin karşısında nasıl bir güç oluştuğunun resmidir bu.

Öyle görünüyor ki, oyun Tahran'da yazılmış, Bağdat'ta oynanıyor. (...)’

Evet, İbrahim Karagül’ün tesbitleri ve kanaatleri bu yönde..

Tabiatiyle, böyle bir gelişme içinde, TC rejimine de işler veya roller düşebilir.. Bunun ise, Ortadoğu’ya neler getireceğini bugünden kim kestirebilir?

Bu tesbitlere, bir de Hamza Türkmen kardeşimizin, bu sütunda bundan önceki yazının altına 21 Aralık günü yazdığı yorumda değindiği konuları da özetle ekleyebiliriz..

Türkmen, İran ve Türkiye rejimlerine ve geldikleri noktalara dair görüşlerini açıkladıktan sonra, özetle şu satırlara yer veriyordu sözkonusu yorumunda: ’(...) halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan bu iki ulusal devlete akl-ı selimin yitirilmemesi tavsiyesini, özellikle taraf holiganlığı temayülü gösteren Müslümanlara hatırlatmalıyız. İran Müslümanları (...) İran Ulus Devlet mekanizmasını Müslüman halkların kardeşliği ekseninde firenlemelidir. Türkiye Müslümanları da bir NATO devleti olan Türk Ulus Devleti’nin muhafazakar yöneticilerine, bir diğer Müslüman halka zarar verecek askeri düzenlemeleri emperyal hesaplar uğruna kullanmamak konusunda ağırlıklarını hissettirmelidir.

İki Müslüman halk ve Müslüman öncüler, stratejik ve jeo-politik ulusal hesaplar adına silah tutan ulus devletlerini frenlemek yerine, pompalanan ulusal söylem ve duygusallığa kapıldıklarında Müslümanların maslahatı değil, ulusalcıların ve mezhepçi holiganların intikamları gündeme taşacaktır. Ki söz konusu olacak olan, hangi ulusal devletin kaybedeceğinden önce, Müslümanların tarihi çözülmüşlüklerinin ıslahı yerine çözülmüşlüğünün derinleşmesi vakıasıdır.’ *

Burada yapılan değerlendirmeleri, sadece basit bir tarafgirlik veya karşıtlıkla izaha kalkışmayıp, müslüman toplumların ve İslam adına oluşan sosyal bünyelerin bugün dışarıya nasıl bir görüntü verdiğinin sebebleri üzerinde durulmalıdır.. 

Evet, gelinen ve şuûrlu her müslümanın içini karartması gereken bu durumun yarınlarda İslam Milleti’ne neler getireceği dair konuşmak zor.. Temennimiz, kasların ve ayakların marşlara, sloganlara, ham-hayallere, inanç adına oluşturulan bir takım faraziyelere ve kan tutmalarına ve gözükaralıklara ayarlandığı bir zaman diliminde, hangi mezhebden olursa olsun, ’Ben müslümanım..’ diyen her insanın, kan susamışlığından kaçınıp, üzerinde birleşilen asıl büyük imanî noktaları güçlendirmeleri; problemlerin ve ihtilafların hallinde daha bir sorumluluk duygusu içinde düşünmeleridir..

Yoksa, içine düşülen bu gözkaralık körlüğünün ve idrak ve akıl tutulmasının bize sunacağı acı tablonun utanç yükü altında hepimizin daha bir zelîl olmamız kaçınılmazdır.. 

YAZIYA YORUM KAT

14 Yorum