1. YAZARLAR

  2. Alper Görmüş

  3. Kürtler PKK’yı dövebilir, fakat başkasına dövdürtmez!
Alper Görmüş

Alper Görmüş

Yazarın Tüm Yazıları >

Kürtler PKK’yı dövebilir, fakat başkasına dövdürtmez!

15 Aralık 2009 Salı 23:07A+A-

Görüyorsunuz, her şey gelip gelip, Kürtlerin legal siyasi partisinin (bugün Demokratik Toplum Partisi-DTP’ydi, dün başka biriydi) PKK’yı değerlendirirken söylediği sözlere, bu çerçevede yaptıklarına ya da yapmadıklarına (“Neden PKK’ya terör örgütü demiyorlar?” vb.) çarpıyor.

İşte bu nedenle ben, DTP’nin kapatılmasını, Kürtlerin legal partileri ile Kürtler ve PKK arasındaki ilişkiler açısından ele alacağım.

DTP ve başka partiler hep aynı şeyi söyledi (mealen): “Yapamayız, çünkü bizim ve PKK’nın tabanı aynı tabandır; biz PKK’nın tasfiyesine cevaz veren bir çizgi izlemeye kalksak, altımızdaki temel çöker, tabanımız bizi ve partiyi terk eder. Biz, o tabanı demokratik ve barışçı bir siyasete çekmeye çabalıyoruz. Bizim önemimiz de zaten buradan geliyor.”

Siyasetin temenniler ve arzular temelinde değil, hakikat temelinde yapıldığında sahici bir şey olduğunu kabul edip de bu itiraza hak vermemek mümkün mü?

Türkiye ne yazık ki siyasetin sahici (sorun çözmeye yönelik) bir tarzda yapıldığı bir ülke değil. Partiler de öyle değil. Sadece Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) bu deli gömleğinin dışına çıkmaya, hakiki bir siyasi parti olmaya çabalıyor ama onun da başına neler geldiğini, getirildiğini hep birlikte izliyoruz.


DTP’yi ve Kürtleri takiyeye zorlamak

Kürtler, DTP ve PKK arasındaki ilişkilerin gerçek niteliği konusunda konuşma cesareti gösteren az sayıda siyasetçinin tamamının AK Parti’den çıkması, hiç kuşkusuz bir tesadüf değil. Bunların en cesurunu, eski AK Parti milletvekili Resul Tosun, Yeni Şafak’taki köşesinde (8 Eylül 2007) şöyle dile getirmişti:

“Önce soralım. DTP böyle bir açıklama yapabilir mi? Ya da yapmasının ne faydası olur? DTP’liler, kalkıp bir basın toplantısı yapsalar ve PKK’yı terör örgütü olarak ilan etseler. Buna hangimiz inanacağız? Bence onlardan bu talepte bulunmak onları takıyye yapmaya zorlamakla eş anlamlıdır. DTP karşısında yapılacak iki şey var. Ya PKK yanlısı diye doksanlı yıllarda olduğu gibi partilerini kapatıp vekillerini kodese tıkmak. Ya da terörü bitirmede ve sorunu çözmede DTP’den istifade etmek. Aklın yolu ikinci şıktan yana. Birinci şık denendi ve bir sonuç alınamadı.”

Tabii şu da var: Siyaset sadece genel doğrularla yapılamaz. Kürtlerin legal siyasi partilerinin hangi durumda hangi somut adımları attığına da bakmak lazım, özellikle de kritik eşiklerde... Mesela şu açılım sürecinde, DTP, Resul Tosun’un da hak verdiği temel itirazına halel getirmeyecek çok farklı adımlar atabilir, çok önemli bir rol oynayabilirdi. Fakat bu yazının konusu bu değil, o nedenle kişisel kanaatimi söyleyip geçiyorum.


Kürtlere “PKK’yı döv” dersen, tam tersine yapar, sahiplenir!

AK Parti, 29 Aralık 2009’da yapılan yerel seçimlerin Güneydoğu ayağını “Biz ‘hizmet’ siyasetiyle bölgeyi süpüreceğiz” propagandasıyla götürdü. Sonuç, hepimizin bildiği gibi hüsrandı. Aslında AK Parti, hizmet siyaseti dediği şeyi DTP’yi ve dolayısıyla PKK’yı Kürtlerin kalbinden silme paralel propagandasıyla birlikte yürütmemiş olsaydı, çok daha fazla oy alabilirdi. (Unutmayın, “hizmet siyaseti”, kimlik konusunda da pozitif sayılabilecek çıkışlarla birlikte yürütülmüştü.)

Fakat AK Parti beklediği oyu alamadı, çünkü Kürtler bunu, uzun zamandır kendilerine hissettirilen “PKK’ya terörist deyin, onu satın, bunu yaparsanız sizi yatırıma boğacağım, ayrıca kimlik konusunda da adımlar atacağım” vaadinin bir parçası saydı ve reddetti. Bunun altında, tayin edici bir psikolojik etmen yatıyordu. Seçimlerden çok önce yazdığım bir yazıda bu psikolojiyi şöyle anlatmıştım:

“Bu ülkedeki Kürt kimliğinin inkârıyla geçen onlarca yıldan sonra nihayet gelen birkaç gönül alıcı sözün Kürtler üzerindeki olumlu etkisi düşünülürse, ‘psikoloji’nin önemi daha iyi anlaşılır. ‘Psikoloji’yi işin içine katmaksızın DTP’nin PKK’ya ‘terörist’ dememesi meselesini de anlayamayız. (...) Şurada yüz yüze bakıyoruz, Kürtlerin, yukarıda işaret ettiğim ‘birkaç gönül alıcı söz’ün bile PKK sayesinde edilebildiğine inanmaması için bir neden var mı? Zor oyunu bozmasaydı, bugünkü resmî tezimizin 1970’lerdekinden, 80’lerdekinden farklı olacağının bir garantisi var mı? Kürtlere, ‘PKK olmasaydı da Türkiye Cumhuriyeti temsilcileri Kürt kimliğini tanıdıklarını ilan ederlerdi’ deseniz, Kürtler buna inanır mı?”

“Peki, şimdiki, ‘Kürtler PKK’ya terörist desin’ talebini, Kürtlerin, ‘Tamam, PKK zor kullanarak sizin adınıza bazı şeyler elde etti, ama artık onu satın, satarsanız size bir şeyler daha veririm’ şeklinde algıladığını bilmiyor muyuz? Böyle bir şey yapan bir insan kendini onurlu bir insan olarak hissetmeye devam edebilir mi?”

Buraya kadar, “Kürtler PKK’yı dövebilir, fakat başkasına dövdürtmez!” başlığının ikinci bölümünü işlemiş oldum. Cuma günü, Kürtlerin, başkalarının azarlamasına bile tahammül edemedikleri çocuklarını yeri geldiğinde döven ana-babalar misali, PKK’ya pekâlâ tavır alabileceğini, onu yüzüstü bırakabileceğini somut bir örnek eşliğinde anlatmaya çalışacağım.

Şimdilik, sözünü ettiğim örneğin hangi koşullarda ortaya çıktığını söylemekle yetineceğim: a) Devlet, PKK Türkiye sınırlarının dışına çıktığı için –yani kurguladığı bir siyasetin gereği olarak değil- yukarıda anlattığım “psikoloji”yi gözetir gibi görünüyordu ve b) Kürtler, kimlik taleplerinin karşılanacağına, bir daha eski günlere dönülmeyeceğine dair çok kuvvetli bir kanaat geliştirmişlerdi.

“Üstelik” diyerek ekleyeyim: Anlatacağım dönemde, Tokat gibi, Kürtlerin kahir ekseriyetinin de tepkiyle karşıladığı eylemler yapmıyordu PKK...

Cuma günü sözünü ettiğim tarihî örnekle ve “Kürtler PKK’yı hangi koşullarda ‘döver’” sorusuna cevabımla karşınızda olacağım.

-----------


Bir özür bir ısrar...

8 aralıkta bu sayfada yayımlanan “İkinci iddianame çöktü mü” başlıklı yazıda, 2. Ergenekon davasının, Mustafa Balbay’ın sorgulandığı 20. celsesinde savcının “davanın özü”ne ilişkin bir cümlesine dayanarak yapılan “ikinci iddianame çöktü” yorumlarını ele almıştım.

Hatırlayın, gazete haberlerine göre, savcı “bu davanın özü Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz ve Eldiven” demiş, bazı yorumcular da buradan kalkarak “Madem öyle, neden Sarıkız’ın öbür komutanları ifadelerine başvurulup serbest bırakılıyor da, darbe girişiminin dördüncü komutanı Şener Eruygur yargılanıyor” türünden yorumlar geliştirmişlerdi.

Yazıda, ikinci iddianamenin satırlarına başvurarak, bu üç komutanla Eruygur’un hukuki durumunun neden farklı olduğu ve Sarıkız darbe girişiminin neden ayrı bir davanın konusunu oluşturacağı hususundaki kendi değerlendirmelerimi anlatmıştım.

Bu arada, savcının, Sarıkız darbe girişiminin (de) “ikinci iddianamenin özü”nü oluşturduğuna ilişkin ifadesini baştan itibaren çok tuhaf bulduğumu; bu kuşkuyla Anadolu Ajansı’nın haberine baktığımda (ki, ajans yetkilileriyle konuşup teyit de ettirdim) savcının sadece Şener Eruygur’un muvazzaflık döneminde tek başına planladığı Ayışığı’ndan ve bunun sonraki evreleri olan Yakamoz ve Eldiven’i telaffuz ettiğini; böylece “Hâkim ile savcı arasındaki ‘davanın özü’ diyalogunun meslektaşlarımız tarafından özensiz bir biçimde yalan yanlış aktarılmış olduğunu” anladığımı yazmıştım.

Davayı Zaman gazetesi adına izleyen meslektaşım Büşra Erdal, geçtiğimiz günlerde, “Silivri emekçilerine bir özür borçlusunuz, çünkü savcı o gün ‘Sarıkız’ı telaffuz etti” ön notuyla bana 20. celsenin tutanaklarını gönderdi. Gerçekten de öyleydi, savcı aynen şöyle demişti hâkime: “Davanın özü, Ayışığı, Sarıkız, Eldiven, Yakamoz, bu davanın ikinci davanın özü.”

Bir özür ve bir ısrarla bitiriyorum...

O gün duruşmayı izleyen bütün muhabir arkadaşlardan özür diliyorum. Ayrıca, şimdi tekrar bakınca anladım, kullandığım kelimeler de biraz ağır kaçmış. Hazır özür bahsine girmişken, kelime tercihlerim nedeniyle de özür diliyorum.

Fakat 8 aralık tarihli yazımdaki bütün değerlendirmelerimin arkasında olmaya devam ediyorum. Sarıkız (da) ikinci iddianamenin özüyse, üç komutanın ikinci davanın sanığı olmamasını açıklayabilmek mümkün değildir. Bu konuda o kadar ısrarlıyım ki, Mehmet Ali Pekgüzel’in “Sarıkız” telaffuzunun bir dil sürçmesinden, anlık bir özensizlikten kaynaklanmış olması ihtimalini gayet güçlü bir ihtimal olarak görüyorum şu anda.

Mevzu biraz derinleşsin, konuya yeniden döneceğim.

TARAF

YAZIYA YORUM KAT