‘Kürt-Türk Meselesi' değil, ‘İnsana Bakış Meselesi', ve de, Carter'ın ölümü..
Bir Müslüman için, insanları değerlendirmeye çalışırken, temel olarak hangi ırktan, renkten, soydan vs.'den olduğuna dair hususlara öncelik veremeyiz.. İnsanlar çeşitli ırk, renk ve dillerde yaratılmışızdır. Bizim dinimizde, insanların renklerine, dillerine, soy-soplarına bakarak ayrım yapmak haramdır.. Biz, 'tevhid gülistanı'nda, çeşitli renklerde açan güller ve çeşitli dillerde şakıyan bülbüller' durumundayız.
Bu yaklaşım tarzı, bizim şahsi bir meziyetimiz veya lütufkâr bir davranışımızın eseri değil, inancımızın kesin bir gereğidir.
Elbette insanların birbirleriyle yakınlık kurmak için daha başka yardımcı özellikler de etkisiz denilemez. Aynı coğrafyadan, aynı sosyal çevreden olmak, aynı ortak dile sahip olmak gibi özellikler de insan ilişkilerinde etkilidir, ama, bunlar, tâlî/ ikinci derecede etkenlerdir. Biz dünyaya İslam'ın bize bildirdiği ölçülere göre bakmak zorundayız..
'Lâilâheillallah, Muhammedun Resulullah..' şeklindeki iki temel etrafında birleşmiş insanlar topluluğu olarak isimlendirilen ve İslam Milleti diye anılan bizler bütün insanların, Allah'u Teâlâ tarafından, Kur'an-ı Mubîn'in ifadesiyle 'en güzel şekilde yaratıldığı'na inanırız. Hiç kimse, dünyaya ne zaman, nerede hangi ırk veya kavimden, hangi sosyal veya coğrafi çevrede ve hangi anne-babadan dünyaya geleceği ve dünyadan ne zaman gideceği konusunda bilgi sahibi değildir.
Ve Hz. Peygamber (S)'in 14 asır önce okuduğu Veda Haccı Hutbesinde, 'Ey insanlar hepiniz Benî Âdem'siniz, Âdem ise topraktan yaratılmıştır..' diyerek, bütün insanların hamurunun aynı olduğuna işaret etmiştir.
*
Suriye'deki son büyük gelişmelerin rüzgarıyla, bugünlerde 'Türk-Kürt Meselesi' de yeniden gündemimize oturdu.. Şimdilerde, bu iki kavmin kardeş olduğu ve bunu daha bir pekiştirmek gerektiği vurgulanıyor.
Sadece bu iki kavim mi?
'İnsan'a bakışımızı bütün âlemi ve bütün insanlığı kuşatacak şekilde ayarlamamız, inancımızın gereğidir.
Biz bu coğrafyada yaşayan insanlar olarak da, insanlıkta kardeşiz ve ayrıca, İslam inancına sahip olanlarla ise, 'dinde kardeş'iz..
Her insanın yaratılıştan gelen bir takım tabiî haklarla donatılmış olduğuna ve bunların bir lütuf olarak değil, bir en tabiî hak olarak ivâzsız-garazsız olarak tanınması gerektiğine inanırız..
14 asırdır böyleydik. Hiçbir Müslüman topluluk kendi kavimlerini ve onun üstünlüğünü ileri sürmezlerdi.
Ama, hele de son 100 yılda, şeytani güç merkezlerinin planlamalarına uygun olarak, bazı ırk ve kavimlerin üstün ve onların mutlu oluşlarına imrenilmesi gerektiğine; ötekilerin ise, aşağı derecede oldukları şeklindeki 'gâvur telkinleri' gereğince dışlanmasının tabiî olduğuna inandırıldık ve o yüzden parça -parça olduk..
Bu son 100 yıllık resmî veya gayri-resmî söylem ve ilkeleri temelinden reddetmedikçe, inancımızın potasında asırlarca zaten birlikte kaynaşmış olan kitleleri yeniden kaynaştırmak çabalarının, uluslararası entrikalara dayanmakta yanıltıcı 'pansuman tedbirleri' olmaktan ileri geçemeyecektir.
*
Bir diğer konuya da değinelim..
*
'Fıstıkçı' USA Başkanı Carter'ın ardından..
Birleşik Amerika'nın 1977-81 arası başkanlarından Jimmy Carter 100 yaşında ölmüş..
Carter'ın 1976'lardaki başkanlık yarışını hatırlıyorum. Millî Gazete'deki günlük yazılarımda onun söz ve davranışlarına yeri geldikçe değiniyordum.
O zamanlar, Carter, 'başkan adayı' oluşunu, küçük bir şehirde, fıstık üretimi yaparken, başkent Washington'a geldiğinde, 'bütün devlet dairelerinde, taa yukarılara kadar korkunç çürümeler meydana geldiğini görüp, ülkeyi düzeltmek için aday olduğu' şeklinde açıklamış ve kazanmıştı da..
Ama, onun başkanlığının ilk aylarında, 1977 yazında, İran'da Şah Rıza Pehlevî aleyhinde büyük protesto hareketleri başlamış, 57 yıldır İran'a tam bir diktatörlükle tahakküm eden Şah'ın ve babası Rıza Khan'ın heykelleri yıkılmış, fotoğrafları özel ve resmî her yerden sokaklara atılıp ateşe verilmeye başlamıştı. Şah ise, 'Allah'u Ekber!' feryadından başka silahları olmayan yüzbinlerin üzerine ateş açtırıyor ve ülke çapında bazen bir günde 5- 10 bin kişinin öldürüldüğü görülüyordu.
*
O günlerde Amerikan Başkanı Carter ve Sovyet Rusya lideri Brejnev olmak üzere, bütün emperyal güç odakları ve kuklaları, Şah'ın, 'çapulcu ve gerici' kitleler karşısında mutlaka korunması gerektiğini söylüyorlardı. Ama, giderek büyük bir 'sosyal çığ'a dönüşen on milyonların itiraz ve feryatları sonunda Şah, 5 Ocak 1979 günü, İran'dan ailesiyle birlikte gizlice kaçıyordu; Beşşar Esed'in Suriye'den kaçışından 45 sene önce....
10 Şubat 1979 günü de, (11 ay'ı Bursa'da, 14 yılı Irak-Necef'te ve son 4 ay'ı da Fransa'da olmak üzere) 15 yıldır sürgünde yaşayan Rûhullah Humeyni isimli, 'âyetullah' unvanlı ve de Şii fıkhına göre 'müçtehid' konumunda da olan 80 yaşlarında bir 'molla'nın liderliğindeki 'İslam İnkılabı Hareketi' hakimiyetini ilan ediyordu.
Şah, önce Mısır'a gitti, ama, orada, kibarca kovulunca Fas'a ve oradan da Amerika'ya uçmak zorunda kaldı. Kimse, yüz bini aşkın insanı öldürten Şah'ı kabul etmiyordu. Nitekim, Carter onu Amerika'dan Panama'ya gönderdi. Orası da kabul etmeyince, kanser hastalığı da iyice şiddetlenen Şah tekrar Mısır'a döndü ve orada öldü, 1980 yazında..
*
Bu arada, Kasım-1979 başında, İnkılabı destekleyen kitleler, Tahran'daki Amerikan Büyükelçiliği'ni basmışlar; 'diplomat' pasaportlu 51 Amerikalı , 'casusluk yaptıkları' gerekçesiyle 'rehine' alınmışlardı. Ama, o sırada, elçilikteki belgelerin neredeyse tamamı, doğrama makinelerince hemen, ince şeritler halinde doğranmıştı. Ama , 400 kadar öğrenciden müteşekkil bir grup, bütün o doğranmış belgeleri yıllarca titiz bir çalışmayla yapıştırıp, 360 kadar kitap hazırladılar.. O kitaplarda sadece İran'la değil, Müslüman dünyasıyla ilgili son derece ilginç bilgiler vardı..
Bu arada Amerika , 'rehine'leri kurtarmak için bir askerî operasyon yaptığında, Hint Okyanusu'ndan havalanan uçaklar USA komandolarını indirecekken, Doğu İran'daki Tabes Çölü' üzerinde uçaklar birbirine çarptı, onlarca Amerikan askeri öldü.
Carter bu başarısızlıklarını TV ekranlarında ağlayarak dünyaya duyuruyordu.
Ama bir başka nokta daha var..
Carter, hâtıratında, o 'rehine'leri kurtarmaktaki başarısızlıklarından sonra, 'Tahran üzerine iki Atom bombası atmayı planladıklarını, ama bunun, Amerika'yı, 'bütün Müslüman coğrafyalarından kovulmak gibi bir durumla karşı karşıya bırakacağını düşündükleri için vazgeçtiklerini' belirtir.
*
Carter, 4 yıllık Başkanlık döneminin büyük kısmında, İran'la uğraştıysa da, o 'rehine'leri kurtaramadığından başarısız sayıldı; ama, 8 yıl sürecek olan 'İran-Irak Savaşı'nın 22 Eylül 1980 günü başlatılması için Saddam'a 'yeşil ışık' yaktı. 1980 Kasım'ında yapılan Başkanlık seçiminde, -eski bir aktör olan- Ronald Reagan başkan seçilmesiyle, 'rehine'ler, 444 gün sonra bırakıldı..
*
Carter, daha sonraki yıllarını eski bir Amerikan Başkanı olarak, dünya barışını sağlamak yolunda çalışmalara hasretmiş gibi gözüktüyse de, bunların Amerika'da bir karşılığı yoktu..
*
Bizim kültürümüzde, Müslümanlar, iyi davranışlarına şahit oldukları gayrimüslimlerin ölüm haberini aldıklarında, 'Toprağı bol olsun..' diye bir deyim geliştirmişlerdir. Carter'ın 'Nobel Barış Ödülü' alması bile, o ödülün genelde kimlere verildiği düşünülürse, bizim bu deyimimizi hak etmediği söylenebilir.
STAR
YAZIYA YORUM KAT