1. YAZARLAR

  2. M. HASİP YOKUŞ

  3. Kürt Sorununda paradigma arayışı
M. HASİP YOKUŞ

M. HASİP YOKUŞ

Yazarın Tüm Yazıları >

Kürt Sorununda paradigma arayışı

26 Şubat 2025 Çarşamba 15:00A+A-

Kürt sorunu ile ilgili yapılan değerlendirmelerde "Bu gök kubbe altında bu konuda söylenmedik söz kalmadı." şeklinde bir ifade ile sık karşılaşıyoruz. Gerçekten de bu konuda sayısız çalıştay, seminer ve konferans yapıldı; rapor, kitap, makale yayımlandı. Ancak, dış faktörlerden kaynaklanan değişimlerin etkisiyle sorunun biçim ve muhtevasında meydana gelen dönemsel dalgalanmaları veya olumlu/olumsuz kısmi değişimleri istisna edersek — ki bu da yine çoğunlukla konjonktürel atmosferlerin tetiklediği yönü ve muhtevası belirsiz süreçler şeklinde cereyan ediyor — bu sorunun muhataplarının bizzat inisiyatif alarak ve sorumluluk üstlenerek çözüme yönelik tutarlı ve istikrarlı politikalar yürüttükleri söylenemez. Bunun en önemli sebebi, mevcut sistemin çarpıklıklarının farkına varılmaması ve değişime karşı duyulan korkudur.

Diğer tarafta, bu sorunun mağdur tarafını temsil eden Kürtlerin dört ayrı ülkede yaşıyor olması (Türkiye, İran, Irak, Suriye) ve bu dört ülkenin her birinin farklı siyasal ve sosyal gerçekliklere sahip olmasından kaynaklanan sebeplerle sorunlar çetelesinin farklı olması, çözüm anlamında da farklı reçeteler sunma mecburiyeti oluşturarak olayı daha da karmaşık ve içinden çıkılmaz bir hale getiriyor. 

Farklı siyasal ve sosyal gerçekliklere yönelik farklı çözümler sunmak bir noktaya kadar doğal ve normal karşılanabilir. Ancak bölgede yaşanan hızlı değişim ve gelişmelerin yanı sıra, Kürtlerin bulunduğu coğrafyada her değişikliğin diğer parçaları da etkileyen bir mahiyete bürünmesi nedeniyle, kaygan bir zemin üzerinde kalıcı çözümler üretmek giderek zorlaşmaktadır. 

Dikkatle incelendiğinde, bu yaklaşım tarzı, bahsedilen devletlerdeki mevcut idari ve siyasal yapıların “verili” kabul edilerek çözüm üretme anlayışına dayandığı görülecektir. Oysa Kürt sorununun kökeni bizatihi mevcut tablonun çarpıklığından kaynaklanmaktadır. Bu durum göz önüne alındığında, çözüm anlamında bir ilerleme kaydedilmesinin önündeki en büyük engelin bu çarpık yapılandırılmış zeminin verili kabul edilmesinden kaynaklanan paradigmal kısıtlılık olduğu görülecektir.

Kürt sorununun çözümü, devletlerin var olan yapıları içinde şekillenen çözümlerle mümkün olamayacaktır. Zira mevcut ulus devlet paradigması, etnik ve dini çeşitlilikleri genellikle görmezden gelmekte ve tek bir kimlik dayatmaktadır. Ulus devletlerin inşa ettiği sınırlar, tarihsel ve kültürel gerçekliklerle örtüşmediği gibi, çoğu zaman bölgedeki halkların haklarını hiçe sayan uygulamalara yol açarak halklar arası düşmanlıkları beslerken, aynı zamanda sulh ve esenlik içerisinde ve kardeşçe bir arada yaşama zeminini tahrip etmektedir.

Bu zeminin arızi, hastalıklı ve çürük olduğu, bu hastalıklı zeminden sağlıklı çözümler üretmenin zorluğu bir yana, bu zeminde yaşamaya mecbur ve mahkûm olmadığımızı fark ettiğimizde önümüze bambaşka ufuklar çıkmaktadır. Bu ufuk aynı zamanda bizi “an”ın fıkhıyla palyatif çözümler üretme sığlığından kurtararak ideal hedef ve çözümlere ulaşmak için ideal zeminler inşa etmeye ve kültürel/tarihi tecrübelerimizden hareketle alternatifler oluşturmaya yöneltecektir.

Etrafımıza örülen sınırlarla oluşturulan bu suni devletlerin hiçbir sahiciliğinin olmadığını zaten biliyorduk. Önce Irak’ta, akabinde Suriye’de zorba rejimlerin yıkılması, bizi çevreleyen sınırların yapaylığını ve bu yapay sınırlar içerisinde oluşturulan rejimlerin çürük ve kurgusal boyutunu daha net bir şekilde ortaya koydu. Arap Baasçılığı ve Türk Baasçılığının miadını doldurduğu bir vasatta eşitlik ve özgürlük ambalajıyla sarılı Kürt Baasçılığını tahkim etme niyet ve gayretlerini desteklemek makul bir yaklaşım değil.

Vahiyden uzaklaşan zihin, değer üretememiştir, üretmesi de beklenemezdi. Sadece Kürtler değil, Aleviler, Ermeniler, Süryaniler de ulus devletin tek tipçi politikalarından olumsuz etkilenmişlerdir. Binlerce yıl farklı dini, mezhebi ve etnik unsuru sulh ve esenlik içerisinde bir arada yaşatan barış zemini büsbütün ortadan kalkmıştır. Bu zemini yeniden tahkim etme ve sahiciliği olmayan sınırları ortadan kaldırarak “bütünleşme” temelli politikaları hayata geçirmekten başka çare yoktur. 

Irak’la başlayan ve Suriye ile devam eden otoriter nitelikli ulus devletlerin çökmesi; genel anlamda bölge devletlerinin kurucu ideolojilerini ve inşa edici paradigmalarını, özel olarak da Kürt sorununu bu gelişmeler ışığında daha geniş bir perspektifle yeniden değerlendirmeyi zorunlu kılmaktadır. 

Kendi kültürel, dini ve toplumsal gerçekliğinden hareketle oluşturulacak adil, eşitlikçi ve kardeşliğe dayalı bir ortak payda ve bu ortak paydayla uyumlu yeni bir model inşa etmeyi başarması durumunda hem Suriye özelinde hem de tüm bölgede barış ve kardeşlik ikliminin tesis edilmesine ve ümmet bilincinin yeniden teşekkül edilmesine emsal teşkil edebilir. Ayrıca, bu modelin temelini oluşturan adalet anlayışı, sadece adaletin sağlanmasıyla sınırlı kalmayacak; aynı zamanda özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi evrensel değerlere dayalı bir toplum inşa etme hedefini de taşıyacaktır. Ortak kültürel değerler, dini inançlar ve tarihsel tecrübeler üzerine inşa edilecek bir çözüm, dışarıdan dayatılan özerklik, federasyon, konfederasyon gibi modellerden çok daha kalıcı ve sağlıklı olacaktır. Suriye'deki halk devrimi, bu tür bir modelin inşası için büyük bir fırsat sunmaktadır. 

Aynı zamanda bu model, yalnızca Suriye için değil, bölgedeki yönetim kriziyle cebelleşen diğer devletler ve halklar için de ilham verici olabilir. Zira, Kürt sorunu dediğimiz olgu, en temelde bölgedeki ulus devletlerin krizi olarak dikkat çekmektedir. Türkiye, İran, Irak ve Suriye’de resmi bir ideolojik çerçeveyle ve devletin baskı aygıtlarını da seferber ederek “ümmetten bir ulus yaratma” çabaları, büyük bir tıkanıklıkla karşılaşarak başarısız olmuştur.

Bu tespitlerden hareketle, Kürt sorununa yönelik yeni bir paradigma ihtiyacı kendisini dayatmaktadır. İlave olarak bu yeni paradigma önerisi, muhayyel bir toplum tasavvurundan hareketle ütopik ve mevcudu da ıskalayan faraziyelerden oluşmuyor. Kendi dini ve toplumsal gerçekliğimizden ve ümmet tasavvurumuzdan hareketle önerilen bütün çözümlerin belli kesimler tarafından peşinen mahkûm edilmesi bizi iddialarımızdan ve bu doğrultudaki ısrarımızdan vazgeçmeye veya umutsuzluğa sevk etmemeli. Sadece bu mevzuyla alakalı değil, hayatın diğer tüm sosyal ve siyasal yönlerine dair temel değerlerimize ilişkin meselelerde ‘taliplileri az’ diye iddialarımızdan ve değerlerimizden vazgeçemeyiz.

 

YAZIYA YORUM KAT

6 Yorum