“Kürt sorunu çözülmüştür” diyebilmek için...
PKK şiddetinin ürettiği kaosa dikkat çeken Yasin Aktay AK Parti’nin attığı adımlarla Kürt sorununun politik zeminde çözüldüğünü söylüyor ama gerçek manada çözümden söz edebilmek için resmi ideolojik dayatmacılığın da bitmesi gerekmiyor mu?
Yeni Şafak / Yasin Aktay
PKK kaybetti, Kürtler kazandı
“Şiddet yönetiminin” Kürt sorununun özü olduğunu söylemek, bu sorunun devletten kaynaklanan yönünü görmezden gelmeyi elbette gerektirmiyor. Aslında önceki yazımızda belki başka bir dille de olsa bunu yeterince ifade etmiş olduğumuzu sanıyorum. Ancak birileri kendisi için her zaman lafın tamamının söylenmesini talep ediyor. Üstelik lafın tamamı söylenmiş olsa bile birde daha açık, bir daha ve bir daha söylenmesini istiyor.
Anlaşılabilir nedenleri var bunun elbet. Sadece anlamadıkları için değil, çoğu kez bir ikrar beklentisine giriyor insanlar. Özellikle mevzu kimlik, aidiyet, milliyetçilik olunca, can sıkıcı yüzeysellik ve kabalıkta bir yargılayıcı dil işliyor hemen.
Bu durumda tekrarlamak gerekirse, devletten ve hatta şiddet kullanabilen bir kurumdan önce milletin olmaması, büyük ölçekli bir toplumda yeknesak millet kurma girişimlerinin sıklıkla “farkları giderecek bir millet projesine dayandığı” anlamına geliyor. Böyle durumlarda millet kurucu devlet şiddeti, farkları adalete ve sağlıklı bir organik beden siyasetine dayandırarak idare edemiyorsa, karşısında başka bir şiddet doğurması da mukadder olur. Zira mevcut siyasal bedenin organik bütünün parçası haline getiremediği unsurların bir direnç geliştirmesi, siyasal vücudu reddetmesi sıkça rastlanan bir durumdur.
Bu siyasal beden tasviri aslında Türkiye’de ulus-devlet projesinin Kürtleri siyasal bütünün parçası kılmaktan ziyade onları kendilerini ayrı hissetme yönünde kışkırtmış olmasını da ifade eder.
Kürtlüğün inkarı, Kürt dilinin yasaklanması, Kürt kültür ve kimliğine uygulanan baskı ve inkar politikalarının karşısında ayrı bir Kürtlük kimliği ve şuuru oluşturması en temel sosyolojik kuraldır. Bunun için ayrıca birilerinin bu şuuru uyandırmaya çalışması da gerekmez. Saldırılar ve ortak tehditler grup bilincini harekete geçirir, devam etmesi de bu bilinci daha da besler. Siyasal kimliklerin sosyo-psikolojik zemini budur.
Aslında Türkiye’nin ulus-devlet projesi bu anlamda sadece Kürtleri değil, bütün etnik kimlikleri inkar etmek üzerine kurulmuştur ve mukabilinde aslında şiddeti oranında bütün etnik kimlikleri uyarmıştır. Ancak Kürtlerden başka hiçbir etnik varlık böyle bu şiddette bir kimlik bilincine sahip olmamıştır, çünkü açıktır ki Kürtlük bu milli kimlik içinde daha açık bir tehdit olarak görüldüğü için ona yönelik şiddet de daha fazla olmuştur. Kürtlüğün daha açık bir tehdit olarak görülmesi ise onun yabancı işgal veya müdahale projelerine fazla açık bir alan olmasından bağımsız düşünülemez.
Buna rağmen Türkiye’de ulus-devlet ve kimlik projesinin bu yabancı niyet ve girişimleri daha iyi görmesi ve ona uygun, hiçbir yabancı müdahalenin nüfuz edemeyeceği adil bir yapı tesis etmesi mümkündü, yapmadı, yapamadı. Bunun için ne Fransız ulusalcı Aydınlanmacılığıyla malul zihniyeti müsaitti ne de ülkenin içine düşürüldüğü sosyolojik şartları.
Özellikle Tek Parti döneminde ve sonrasında Kürtlüğün inkarı, dilinin, kültürünün ve kimliğinin ifadesinin yasaklanması Kürt sorununun temelini oluşturuyordu. Kürtler devlet için bir sorundu gerçekten ve bu sorunun nasıl çözülebileceğine dair yöneticilerde ciddi bir kafa karışıklığı vardı. Kendilerini sorun gören bir devlet karşısında Kürtlerin devlete ve millete tam bir aidiyet hissi geliştirmeleri mümkün olamazdı elbet. PKK ise bu boşlukta üzerine düşeni yaptı. Etnik kimlik için yeterince hazır hale gelmiş bu sosyolojik zeminin ihtiyaç duyduğu şiddet unsurunu ekerek hem devlet şiddetini bu kimliği besleyecek şekilde daha da tahrik etti, hem de kendi otoritesini şiddet üzerinden hissettirmeye çalıştı.
İlk başta meşruiyetini Kürtlere devletin yaptığı haksızlıklara dayandırıyordu. Buna artık denilecek bir şey kalmamıştı. Devlet gerçekten faili meçhulleriyle, inkarcı ve asimilasyoncu politikalarıyla, köy boşaltma ve hapishane uygulamalarıyla Kürt sorununu elleriyle besleyip büyüttü.
Ancak 2002 yılında iktidara gelen AK Parti ile birlikte yepyeni bir safha başladı. Kürt sorununa zemin oluşturan bütün uygulamalara son verildi. Kürt dili, kimliği, kültürü üzerindeki bütün kısıtlamalar, yasaklamalar kaldırıldı. Devlet eliyle 7/24 en kaliteli Kürtçe yayınlar yapılmaya başlandı. Devlet söyleminde Kürtler bir kültürel kimlik olarak saygı ifade edilerek tanındı. Bu yolda adım adım çok mesafe kat edildi.
Görünürde Kürt sorununu doğuran bütün zemin yok edilmiş oldu, ancak şiddet sona ermedi, bilakis bütün bu adımlar atılırken, kendini artık Kürt sorununun sahibi olarak gören PKK şiddeti her vesileyle daha da tırmandırdı. Yapılan demokratik açılım ve çözüm süreçlerinde dağa kaldırılan, silahlandırılan militan sayısı katlanarak arttırıldı. “Kürt Sorununun artık bitmiş olduğu” söylemine büyük bir öfkeyle yaklaşıldı. Bu öfkenin kendisi başlıbaşına işin bütün psikolojisini, siyasasını ele veren bir şeydi. İşin doğrusu, AK Parti’nin başlarda açıkça tanıdığı Kürt sorununun bugün artık var olmadığını söylemek gibi bir hakkı vardı. Çünkü bunca yaptıklarıyla sorunun siyasal, yasal, toplumsal boyutunu çözmüş olduğunu söyleyecek bir sicili vardı.
PKK ise Kürt sorununu kendi silahlı varlığıyla o kadar özdeşleştirmiş ki, sorunun kalmadığını söylemenin kendisini boşa çıkarmak anlamına geldiğini çok iyi görüyor ve buna itiraz ediyor. Şiddetin bir kimlik kurma ve varlık ortaya koyma konusundaki işlevselliğini bilfiil yaşayarak görmüş olduğu için neyi kaybettiğinin çok farkında.
Doğrusu Türkiye artık çok farklı bir noktada ve çözüm süreci aslında kendisine, kendisini yeni Türkiye’ye doğru dönüştürme yolunda tarihi bir fırsat sunmuştu, değerlendiremedi. Çözüm sürecini şiddetinin bir zaferi ve devletin zafiyeti olarak gördü, daha fazlasına vadine ihanet ederek tamah etti ve kaybetti.
İyi ki de öyle oldu, böylece PKK kaybetti, Kürtler kazandı.
HABERE YORUM KAT