Kürt Meselesi’nde PKK’nin işlevi neydi
Bu sayfalarda Kürt milliyetçiliğinin 100 yıllık tarihine dair pek çok yazı yazdım. Bunlardan en kapsamlısı 20-25 Ekim 2008 tarihlerinde yayımlanan “Osmanlı’dan Bugüne Kürtler ve Devlet” dizisiydi. Ancak bu dizide bile, Türklerin büyük bölümü tarafından ‘Kürt Meselesi’nin çözümünde en büyük engel, Kürtlerin büyük bir bölümü tarafından ise Kürt Meselesi’nin çözümünün anahtarı olarak görülen PKK’ye çok yer ayıramadım. Bu hafta bu eksik parçayı tamamlamaya çalışacağım. Elbette bir gazete sayfasının elverdiği ölçüde...
***
PKK deyince akla ilk gelen unsur olan Abdullah Öcalan’la başlayalım. Abdullah Öcalan 4 Nisan 1947’de Şanlıurfa’nın Halfeti İlçesi’ne bağlı Ömerli Köyü’nde doğmuştu. Babası Kürt, annesi ise Türk asıllıydı. Kendi ifadelerine göre, 1966’da Tapu Kadastro Meslek Lisesi’nde okumak için Ankara’ya ilk gelişinde gördüğü Atatürk heykelinden çok etkilenmiş, “Ankara’nın göbeğinde burjuva toplumunu gözetme imkânı” yakalarken bir yandan Maltepe Camii’nde namaza gitmiş, bir yandan Necip Fazıl Kısakürek’in konferanslarını takip etmiş, bir yandan da Komünizmle Mücadele Derneği’ne uğramıştı. Yine bu yıllarda, tesadüfen eline geçen Sosyalizmin Alfabesi adlı bir kitaptan etkilenerek dinsel eğilimlerini terk etmişti. Akşam gazetesinde yayımlanan “Barzani Röportajı”, Erivan Radyosu’nun yayınladığı Kürtçe şarkılar, Ağustos 1967-Ağustos 1969 arasında Silvan, Siverek, Batman, Tunceli, Ağrı, Ankara, Suruç, Hilvan, Varto ve Lice’de gerçekleşen Doğu Mitingleri, Lenin’in Ulusların Kaderini Tayin Hakkı ve Stalin’in Milli Mesele adlı kitapları Öcalan’ın siyasi kimliğinin oluşmasında etkili olmuştu.
Çubuk’taki piknik
Önce İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne giren, ardından kaydını Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne aldıran Abdullah Öcalan’ın ilk siyasi eylemi, 30 Mart 1972 günü Niksar Kızıldere’de, Mahir Çayan’ın lideri olduğu THKP/C örgütüne mensup silahlı bir grubun kaçırdığı rehineleri kurtarma operasyonu sırasında örgüt mensuplarının bir kısmının ölmesini protesto etmek için izinsiz bildiri dağıtmaktı. Bu yüzden yaklaşık yedi ay Mamak Askerî Cezaevi’nde tutuklu kalan Öcalan, hapishanede Marksist hareketle daha da yakınlaşmış, herhangi bir fraksiyona girmemiş ancak Türk solunun Kürt meselesine bir çözüm getirmeyeceğine inanmaya başlamıştı. Bu bağlamda Hikmet Kıvılcımlı’nın 1930’larda telaffuz ettiği “Kürdistan sömürgedir” fikrini sık sık tekrarlamaya başlamıştı. Kendi ifadesine göre, bu fikri yakın arkadaşlarından Cemil Bayık ve Duran Kalkan’a ilk kez 7 Nisan 1973’te Çubuk Baraj Gölü’ndeki bir piknikte açmıştı. Daha sonra bu tarihi 21 Mart 1973 olarak değiştirecek, böylece olayı Kürtler için sembolik önemi büyük olan Newroz’la ilintilendirecekti.
Kesire Öcalan MİT’ten miydi
1974 yılında daha sonra eşi olacak Kesire Yıldırım, Haki Karer, Cemil Bayık ve Kemal Pir’le ilk örgütünü kuran Öcalan ve arkadaşları, Tunceli Kültür ve Yardımlaşma Derneği ve Tuzluçayır Güzelleştirme Derneği aracılığıyla Ankara’nın Mamak, Tuzluçayır ve Abidinpaşa mahallelerinde faşistlere karşı mücadeleleri sayesinde sempatizan halkasını genişlettiler. 1970’lerde kendisini “üçüncü sınıf bir eylemci” olarak tanımlayan Abdullah Öcalan’ın karizmatik bir lider olarak sivrilmesinde, milliyetçi Kürt liderlerinin çoğunun 12 Mart 1971 askerî muhtırası sonrasında hapiste olmasının ve Barzani etkisindeki Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’nin (T-KDP), o dönemde zayıf olmasının rolü vardı. Öcalan, ileriki yıllarda “Son derece iyi eğitilmiş ve çekiciydi. Büyük ihtimalle objektif olarak da sübjektif olarak da kanıtlayamadığım MİT ajanıydı” dediği Kesire Yıldırım’la evlendi ve çift Diyarbakır’a taşındı. (Öcalan’ın karısı hakkındaki bu ifadesi, yıllarca PKK’yi, Barzani çizgisindeki gizli Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’ni (T-KDP) kontrol etmek için MİT’in kurdurduğu iddiasına dayanak yapıldı. Ancak bugüne kadar bu iddiayı destekleyen somut bir kanıt ortaya çıkmadı.)
Türkiye Kürdistanı neresi
1974-1978 yılları arasında Abdullah Öcalan etrafında toplanan “Apocular”ın faaliyet alanı, “Kürdistan’ın Türkiye toprakları” dedikleri Kars, Ağrı, Muş, Bingöl, Tunceli, Elazığ, Malatya, Kahramanmaraş, Gaziantep, Şanlıurfa ve Diyarbakır vilayetleriydi. Öcalan 1977 yılının nisan ve mayıs aylarında kendi deyimiyle “Tarihî Kürdistan Seferi”ne çıktı. Kars, Ağrı, Dersim, Bingöl, Diyarbakır, Gaziantep’te toplantılar yaptı. Öcalan’ın tahminine göre, bu toplantılardan MİT’in haberi vardı.
“Apocular”, 1978 sonbaharında Diyarbakır’ın Lice İlçesi, Fis (Ziyaret) Köyü’nde yapılan toplantıda Partiya Karkeren Kürdistan (Kürdistan İşçi Partisi, PKK) adıyla partileştiler. Partinin örgütlenme modeli Vietnam Komünist Partisi’nden alınmıştı. Buna paralel olarak Serxwebûn (Bağımsızlık) dergisi yayımlanmaya başladı. Parti üyeleri profesyonel devrimciler olarak davaya yoğunlaşmak için öğrenci iseler okullarından, çalışan iseler işlerinden ayrıldılar. Daha sonra, bu kadroları partinin hangi parayla finanse edildiği konusunda çok spekülasyon yapıldı. Bazılarına göre işin içinde, eğer MİT yoksa, yabancı istihbarat örgütleri vardı.
Pan Kürdist proje
PKK esas olarak dönemin popüler sosyalist söylemini kullanıyordu ama o güne kadar esas olarak geleneksel aşiret ve tarikat aristokrasisinin önderliğinde gelişen ancak organize bir hareket ve strateji oluşturmayı başaramayan, kendini içinde yaşadığı ulus-devletle sınırlayan ve en radikal hedefi bölgesel özerklik olan Kürt milliyetçiliğini, devletler, Alevilik-Sünnilik, şehirlilik-köylülük, aşiretler, konfederasyonlar, tarikatlar, anavatandakiler-diasporalılar, devrimciler-muhafazakârlar gibi ayrılıkları aşmaya çalışan “milli birlikçi” (Pan Kürdist) bir çizgide toplamayı hedefliyordu.
Bu çizginin sosyalist ideallerle açıkça çeliştiği ortadaydı. PKK bu çelişkiyi aşiretleri, kişileri, siyasal hareketleri “devletten yana”, “PKK’den yana” diye ikiye bölerek gidermeye çalıştı. Böylece ‘Kürdistan’ın Türkiye toprakları’ içinde hem aşiret ağası hem maraba, hem aydın hem gerillanın yer aldığı iki cepheye bölündü. Bu arada, Özgürlük Yolu (PSK), Devrimci Demokratik Kültür Derneği (DDKD), KAWA, Kürdistan Ulusal Kurtuluşçuları (KUK), Rızgari (Kurtuluş), Alarızgari (Kurtuluş Bayrağı) gibi Kürtçü gruplar “reformist küçük burjuva milliyetçileri” olarak karşı cepheye itilirken, esas kutuplaşma elbette “Kürtler” ve “Türkler” arasında kuruluyordu.
Ancak başlangıçta devlete karşı silahlı mücadele vermek söz konusu değildi. Çünkü örgütün böyle bir gücü yoktu. Yapılan tek tek faşistlere ya da polislere silahlı saldırılardı. Öcalan’ın deyişiyle “Mardin, Siirt, Diyarbakır, Elazığ, Bingöl, Kars, Ağrı gibi alanlarda küçük grupların öncülüğünde de olsa devrimci terör giderek yaygınlaşıyordu.”
Öcalan Suriye’ye kaçıyor
Bu gelişmeleri yakından izlediği anlaşılan polis, 1979 yılı mayıs ayında Elazığ’da çok sayıda PKK üyesini gözaltına alınca, Abdullah Öcalan Suriye’ye geçti. Örgütün kamuoyuna takdimi (!) 29 Temmuz 1979’da Şanlıurfa AP Milletvekili Mehmet Ali Bucak’a yönelik silahlı saldırıyla oldu. PKK’ye göre ‘feodal işbirlikçi ve devlet ajanı’ olan Bucak Aşireti’nin lideri, otomatik silahlar ve bombalarla yapılan saldırıdan, bombanın patlamaması sayesinde yaralı olarak kurtuldu. Olayın ardından Siverek İlçe Merkezi ile yakın köylerde, Bucak Aşireti ile PKK arasındaki silahlı çatışmalar günlerce sürdü. Eylemin başarısızlığını ‘yanlış taktiğe’ bağlayan PKK, askerî becerilerini Lübnan’da, Bekaa Vadisi’nde Yaser Arafat’ın Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) kamplarında geliştirdi.
PKK, 12 Eylül 1980 askerî darbesini izleyen yılı Lübnan’da geçirdi. 1982’de Diyarbakır Cezaevi’nde gördükleri korkunç işkenceleri protesto etmek için, Merkez Komitesi Üyesi Mazlum Doğan’ın ve bazı örgüt üyelerinin intihar etmesi, yine aynı gerekçe ile ölüm orucuna başlayan bazı üyelerinin ölmesi üzerine, PKK’nin tavrı daha da radikalleşti. Daha önceleri sade bir “Genel Sekreter” olan Abdullah Öcalan’ın ‘Serok’ (Önder) olarak putlaştırılması da bu dönemde başladı.
Şemdinli ve Eruh baskınları
Aynı yıl, süregelen İran-Irak Savaşı’nın yarattığı ortamı değerlendirerek, Mesut Barzani’nin Kürdistan Demokrat Partisi (I-KDP) ile ittifak kuran PKK, Kuzey Irak’a yerleşti. Ancak, Türkiye de boş durmuyordu. Kerkük-Yumurtalık Boru Hattı’ndan daha fazla petrol akıtılmasını güvence altına almak için Irak’la Türkiye arasında imzalanan anlaşmaya göre, Türkiye kendisine yönelik saldırıları önlemek için Irak’ın 10 km. içlerine kadar operasyon yapabilecekti. İlk operasyon 25 Nisan 1983’te gerçekleştirildi. Bunu diğer sınır ötesi operasyonlar izledi. PKK’nin bu operasyonlara cevabı, 15 Ağustos 1984’te Şemdinli ve Eruh İlçe Merkezlerine baskın yapmak oldu. İlçelerdeki jandarma karakollarına yapılan bombalı saldırılarda iki er şehit oldu, 15 sivil ve asker yaralandı, PKK karakollardan aldığı bazı mühimmatla geri çekildi.
Devletin buna cevabı, Abdülhamit döneminin ünlü Hamidiye Alayları’nın bir çeşit “reenkarnasyonu” olan Koruculuk sistemini kurmak oldu. Ve 1986’dan itibaren Güneydoğu Anadolu kan gölüne döndü. PKK’ye yardım etmek istemeyen köylüleri PKK cezalandırırken, PKK’ye yardım eden köylüleri, Türk güvenlik güçleri cezalandırdı. Aynı yıl, TSK’nın PKK’yi bahane ederek Irak’ta Barzani’nin mevzilerine saldırması üzerine, Barzani ile PKK’nin arası açıldı. Aynı yıl, Abdullah Öcalan ile Kesire Öcalan boşandılar. Örgüt içi ve dışı hesaplaşmalar hız kazandı.
Koruculara yönelik saldırıların Kürt toplumunda derin yaralar açtığını fark eden örgüt Aralık 1991’de Irak’ın kuzeyindeki Haftanin’de toplanan kongrede koruculara geçici af ilan etti ama bu konuda hiçbir zaman özeleştiri yapmadı. Kısa süreli bir ateşkes döneminin ardından PKK hem askerî hedeflere hem de Türk Devleti’nin Kürtleri asimile etmek için kullandığını düşündüğü okullara ve öğretmenlere saldırılara başladı.
Kürt aristokrasisinin zımni onayı
Bunlar olurken, geleneksel Kürt aristokrasisi, başlangıçta sınıfsal olarak tam kendi zıtlarını temsil eden PKK’ye açık destek vermemekle birlikte, özellikle askerî ‘başarılar’ geldikçe ve Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı askerî zaferin mümkün olduğu duygusuna kapıldıkça, PKK etrafında toplanmaya başlamıştı. Bu kesimler PKK’de yer almadılar ancak PKK’nin başta Avrupa olmak üzere yabancı ülkelerde oluşturduğu parlamentolarda, diplomatik misyonlarda yer alarak/istihdam edilerek PKK’ye prestij kazandırdılar. Ancak Kürt burjuvaları ve aristokratlarının uluslararası platformlarda öne çıkması PKK’nin alt sınıftan gelen esas sahiplerini ve Abdullah Öcalan’ı rahatsız etti. Bu yüzden de PKK ile Hollanda’da kurulan Sürgünde Kürt Parlamentosu veya HEP, DEP, HADEP gibi partiler arasındaki ilişkiler hep belli bir gerilim taşıdı.
Bu durum aynı zamanda, Türk tarafının PKK hareketinin Kürt toplumunu temsil niteliğini sorgulamasına da neden oldu. Türk milliyetçi hareketi kendisi esas olarak bir seçkinler hareketi olduğu için, eğer ille de bir temas kurmak gerekiyorsa, ancak Kürtlerin seçkinleriyle görüşmeye tenezzül ediyordu. Aynı durum Irak’ta yaşandı. Barzani ve Talabani gibi seçkinci Kürt milliyetçileri PKK’yi hiçbir zaman kendilerine denk görmediler ve muhatap almadılar. Hatta ilk fırsatta, Türkiye ile işbirliği içinde PKK’yi yok etmeye koyuldular. Abdullah Öcalan belki de bu yüzden hiçbir Ortadoğu ülkesinden devamlı sığınma hakkı sağlayamadı.
Avrupa desteğini çekiyor
Başlangıçta pek çok Avrupa ülkesinde, PKK terör örgütü değil “savaşan taraf” olarak tanınıyordu. Çünkü Türkiye, AB kriterlerine göre, evrensel insan haklarını ve azınlık haklarını açıkça çiğneyen, baskıcı ve zorba bir devletti. Ancak 1996-1998 arasında PKK’nin metropollerde ve turistik bölgelerde kadın militanlarıyla gerçekleştirdiği intihar saldırıları bu sempatiyi azaltmaya başladı. Bunun ilk sonucu, 1993’ten beri PKK’yi ‘terör örgütü’ diye niteleyen Almanya’nın 1997’de bir PKK üyesinin uyuşturucu kaçakçılığından hüküm giymesini bahane ederek PKK’yi “organize suç örgütü” olarak tanımlaması oldu.
Türk tarafının askeri inisiyatifi eline geçirdiği 1996’dan 1999’a kadarki dönemde, muhtemelen ABD’nin telkinleriyle Türkiye Devleti, PKK’nin radikal taleplerini ılımlılaştırması, geleneksel Kürt seçkinleriyle ittifaka geçerek toplumsal tabanını genişletmesi, böylece işlevsel bir müttefik haline dönmesi için belli bir fırsat tanımıştı ancak PKK bu dönüşümü yapamadı veya yapmadı. Bunun sonucu, 1998’de Türkiye’nin baskılarıyla Suriye’den sınırdışı edilen Öcalan’ın Rusya ve İtalya’nın kabul etmemesi üzerine Yunanistan’ın Kenya Elçiliği’ne sığınmak zorunda kalması ve 16 Şubat 1999’da, ABD ve İsrail’in ortaklaşa örgütlediği bir operasyonla Türkiye’ye teslim edilmesi oldu.
1984-1999 arasının bilançosu ağırdı: Avrupa’nın en büyük, dünyanın altıncı büyük ordusuna sahip olan Türkiye, 15 bin civarındaki PKK üyesini etkisiz hale getirmek için 300 bin askerini ve 67 bin korucuyu seferber etmişti. 14 ilde 1987-2002 arasında Olağanüstü Hal (OHAL) ve sıkıyönetim ilan edilmiş, bunlar tam 57 kez uzatılmıştı. 24 kez sınır ötesi operasyon yapılmış, 5.555’i güvenlik gücü 5.302’si sivil halktan olmak üzere 10.857 şehit verilmiş, bir o kadar kişi yaralanmıştı. 23 bin 938 PKK üyesi ya da sempatizanı öldürülmüş, 11.746’sı sağ ele geçirilmişti. 2.600 köyde yaşayan 1 milyon 200 bin kişi yerinden edilmiş, 17 bin kişi ‘faili belli’ cinayete kurban gitmiş, bölgenin ormanları, meraları güvenlik adına imha edilmişti. Hayvancılık, tarım, sanayi ve turizm hakkın rahmetine kavuşurken, uyuşturucu kaçakçılığı patlama yapmıştı. Ama en kötüsü Türk ve Kürt milliyetçilikleri birbirine karşı bilenmişti. Üstelik bu korkunç sonuca varmak için 400 milyar dolardan fazla para harcanmıştı!
Galip kibrinden Kürt Açılımı’na
Öcalan’ın müebbet hapse mahkûm edilmesinden sonra tipik bir “galip kibri” ile davranan Türk tarafı, Öcalan’ın çağrısıyla Türkiye’ye gelen PKK militanlarını hapse attı, Kürtlerin hiçbir kültürel talebine kulak asmadı, Kürtlerin kurduğu tüm siyasi partileri şu veya bu bahane ile kapattı, yüzde onluk seçim barajı gibi engellerle PKK dışında bir siyasi hareketin gelişmesini engelledi. Devletin bu katı politikaları sonucu, Türkiye’ye getirilişi sırasındaki ve mahkemedeki tavrı yüzünden Kürt toplumu nezdinde çok prestij kaybetmiş olması gereken Abdullah Öcalan kısa sürede imajını tazeledi ve 2004’ten itibaren PKK Kürt toplumunun en dinamik temsilcisi olarak yeniden sahneye çıktı. O tarihten beri de, muhafazakârından solcusuna, Şafii’sinden Kızılbaş’ına, yerlisinden diasporasına uzanan geniş bir yelpazeden zımni ya da açık destek alarak şiddete dayalı siyasasını devam ettiriyor.
Cumhuriyetin 85 yıllık yanlış politikalarını terk edip “Kürt Açılımı”nı başlatma cesareti gösteren AKP hükümeti, ya siyasi dar görüşlülüğünden ya da müesses nizamın bekçilerini ikna etmeyi başaramadığından, bir adım ileri gidiyorsa, iki adım geri gidiyor. Nitekim önce DTP kapatıldı, ardından KCK operasyonlarıyla 1600’ü aşkın Kürt toplum lideri; Terörle Mücadele Kanunu yoluyla 1500’den fazla Kürt çocuğu ve genci hapse tıkıldı. Son haftalarda Güneydoğu Anadolu’daki askerî hareketlilik ve buna PKK’nin karşılık vermesi Kürt Açılımı’nın sonunu getirme tehlikesi taşıyor. Ahmet Türk’e yapılan yumruklu saldırı ve buna verilen tepki her iki tarafta da statükoyu korumak uğruna ülkeyi ateşe vermeye hazır olanların mevcut olduğunu düşündürüyor. Son olarak Öcalan’ın avukatlarına, ABD’nin PKK’yi tasfiye etmeyi, kendisini de öldürmeyi planladığını söylediği ileri sürüldü. Kısacası Türkiye’yi zor günler bekliyor. Bakalım taraflar bu tuzağı atlamayı başarabilecekler mi?
Özet Kaynakça: Ali Nihat Özcan, PKK (Kürdistan İşçi Partisi) Tarihi, İdeolojisi ve Yöntemi, ASAM Yayınları, 1999; Ümit Özdağ, Türkiye’de Düşük Yoğunluklu Çatışma ve PKK, Üç Ok Yayınları, 2005; Şemdin Sakık, Apo, Şark Yayınları, 2005; Ergün Sönmez, Kürt Özgürlük Hareketi ve PKK’nın Rolü, Tevn Yayınları, 2006; İsmet İmset, The PKK, A Report on Seperatist Violence in Turkey, Turkish Daily News Puplication, I, 1992; Ömer Laçiner, “Kürt Sorunu ve PKK”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Dönemler ve Zihniyetler, 9. Cilt, İletişim, 2009, s. 606-616.
TARAF gazetesi
YAZIYA YORUM KAT