Kurbanın mahiyetini tahrif eden yaklaşımlar
Yasin Aktay, kurban ibadetinin ve kurban olgusunun felsefe tarihindeki izdüşümlerini incelediği yazısında İslam ile birlikte başlayan sahihleşmeye dikkat çekiyor.
Yasin Aktay / Yeni Şafak
Kurbanı öldürmek
Kurban Yahudi-Hıristiyan ve İslami gelenekte ortak bir tema olsa da aynı zamanda bu iki büyük geleneğin ayrışmasının, farklılaşmasının bütün boyutlarının rahatlıkla izlenebileceği bir konudur. Kurban edilenin İshak mı İsmail mi olduğu konusu üzerindeki vurgunun nasıl kurbana atfedilen bir imtiyaz, bir üstünlük olarak anlaşılmış olduğunu göstermeye çalıştık. Ancak kıssanın ayrıntısına inildiğinde kurban olmakla bir şeref payesi atfedilen İshak’ın kıssanın akışı içinde ne kendini ne Allah’ı ne peygamberliği ne babası İbrahim’i ne de hayatın anlamını zerre kadar anlamayan son derece sıradan, aciz bir kişilik olarak resmedildiğini de gördük.
Kitab-ı Mukaddes’in anlatımıyla İshak, peygamber olan babasının kendisinden gizlemiş olduğu kurban emrini bir sürpriz olarak duyduğunda ayağına kapanıp kendisini öldürmemesi için yalvarıyor. Bu anlatımda kurban olayının hayat ile ölümü birbirine yaklaştırma, birleştirme ve hayatın da ölümün de Allah’a ait olduğuna dair bilgeliği öğretmek gibi bir işlevi asla söz konusu olmaz. O yüzden zaten sonradan ve bu anlatımlar üzerinden gelişen kurbana dair Yahudi-Hıristiyan felsefesi onu arkaik zamanlara ait bir gelenek olarak, aşılması gereken ve zaten aşılmış olan bir ayin olarak görür. Bir canlının Tanrı’ya yaklaşmak için kanının akıtılarak kurban edilmesi gerekliliği kalkmıştır. Belki kurban yerine geçecek başka ayinler ikame edilmiştir ama İshak’ın hayata tutunmak için kendisinden ölümü gizlemiş olan babasına yalvarması kurbana bakışı da belirlemiştir.
İslam kelamından oldukça beslenmiş biri de olan ünlü Yahudi ilahiyatçı Maimonides (İbn Meymun) Delaletu’l-Hairin’de Hz. Musa’nın kurbanı toplumun tarihsel gelişimi ve tekamülüne paralel olarak terkedeceği bir yolda olduğunu savunur. Ancak onu terk edinceye kadar toplumda, o toplumun anlayış ve gelişim seviyesine göre var olan bazı uygulamaları yapmaya devam etmesi gerektiğini savunur. Yani konu sadece bir zamanlama meselesidir. “Bir noktadan zıt bir noktaya ani geçiş imkansızdır ve insan, doğası gereği alışkın olduğu şeyi bir defada bırakabilme yeteneğine sahip değildir”. Dolayısıyla kurban da terkedilmesi gereken bir hadise olsa da Hz. Musa’nın yaşadığı dönemlerde hemen terkedilebilecek bir şey değildir, o bunu uygulamış olsa bile onun asıl niyetine ve işin bu tabiatına bakmak ve bunu referans almak gerekiyor.
Shakespeare’den Bruno’ya Avrupa’da Teoloji ve Siyaset’in buluşma noktalarındaki izlerini sürdüğü “Kurban ve Egemenlik” isimli kitabında Gilberto Sacerdoti İbn Meymun’a atfen Hz. Musa’nın hikayesini tam da bu çerçevede ele alır. Ona göre Hz. Musa’nın kölelikten kurtardığı ve tektanrıcı bir dine doğru eğitmeye çalıştığı halkı belli bir ilkellik içeren bir geleneğin içinde yetişmiştir. Onu o geleneğin içinden birdenbire çekip çıkarmak mümkün olamayacaktır. Bir süre o geleneklere razı olarak, onları bizzat uygulayarak devam edecektir hatta, “eğer yeni ilkeleri belirlerken Musa eski ilkelerden de bir kısmını muhafaza etmeye razı olmasaydı, tüm bunların gerçekleşmesi mümkün olamazdı. Böylece kurbanın muhafazası “Tanrı’nın, niyetlerini gerçekleştirmek için, bizim yararımıza icat ettiği bir beceri” olmuştur; dolayısıyla Tanrı’nın niyeti, canlı bir varlığın kurban edilmesinin Tanrı’ya tapınma olduğuna dayalı, atalardan gelen, barbarca ve uydurma inanıştan kademeli olarak kurtulmaktı” (Kurban ve Egemenlik, Dost Yayınları, s. 253).
Bu düşünce tarzının başka konulara da uyarlanarak bizde Kur’an’a dair tarihselci düşünce adına birileri tarafından neredeyse aynı sözlerle ifade edilmesine şaşmamak lazım. Birincisi, dini tahrif etmekle ilgili akıl biçimi tarihselci düşünceyi kullanıyor olsa da bu akıl biçimi evrenseldir, her zaman ve her yerde çalışır. İkincisi, tarihselci düşüncenin bir de İbn Meymun, Spinoza, Hegel ve oradan bugüne gelen bir şeceresi de vardır.
Nitekim Hegel de dini konuda tarihte gördüğü evrime İslam’ın nasıl bir istisna teşkil edebiliyor olduğuna hayret ettiğini söylememiş miydi? (Estetik kitabında). Sonradan gelmiş olan bir din olarak İslam’ın nasıl oluyor da önceden gelmiş olan bir din olan Hıristiyanlıktan daha geri olabildiğine hayret ettiren şey ne olabilirdi? Onun Hıristiyanlığa atfetmiş olduğu kerametler, gerçekten Hz. İsa’nın tebliğ etmiş olduğu mesaja mı aitti yoksa kendi felsefi düşüncesinin vehimlerinden mi ibaretti? Ne kadar derin, etraflı ve cafcaflı düşünülürse düşünülsün, felsefecinin Allah’ının İbrahim’in, İsmail’in ve dahi İshak’ın ve Musa’nın Allah’ından bambaşka bir şeye dönüştüğünün gerçek bir resmidir bu.
Kurban’ı önce İshak’a mal edip ardından onun Kurban olma statüsünü de ona yazdığı rolü de tahrif ederek peygamberi bir de böyle öldüren Yahudi geleneği sonra kurbanın kendisini de öldürmüş oldu. Aslında kurban İsrailoğullarından hiçbir zaman kaldırılmış bir ibadet değildir, ama zaten kendi ataları İshak’a karşı yapmış oldukları bu tahrifatla Kurban ibadetini hakkıyla sürdürebilme konumlarını yitirmiş oldular.
Oysa İsmail ile birlikte kurban tam da sahih bir Allah inancının bilfiil yaşandığı ve bu imtihanın bütün insanlara mal edildiği bir olaya dönüşerek evrensel, özgürleştirici, eşitlikçi, ihya edici, Allah-insan, hayat-ölüm ve din-etik ilişkilerini sahih bir zemine çeken muhteşem bir anlam kazanıyor:
Kurban öfkeli bir tanrıyı yatıştırmak için verilen bir rüşvet değildir. Ne Allah öfkeli ne de böyle bir rüşvete ihtiyacı vardır.
Kurban olmak bir varoluş durumuzun çıplak gerçeğidir, şuuruna varmamız isteniyor.
Ölüm haktır ve eninde sonunda gelir, geldiğinde onu metanetle karşılamak ve zaten hayat ve ölüm arasında da bir fark olmadığını, hepimizin Allah’a ait olduğumuzu ve eninde sonunda ona döneceğimizi bilmemiz için muhteşem bir eğitime tabi tutuluyoruz.
Verilen kurbanlara Allah’ın ihtiyacı yoktur. Onun etleri ona ulaşmaz, ancak onun şuuruna varmış bir kalp, niyet ve takva ona ulaşır. Kurban Allah için verdiğimiz bir şey değil, kendimiz için, kendimizi diriltmek için aldığımız bir derstir.
Yoksa verdiğimiz kurbanlar da Allah’a aittir. O’na ait olanı da O’na verme tecrübesi yaşıyoruz. O’na vermemiz gereken kurbanı, yani varlığımızın diyetini, fidyesini bize yine O, lütfuyla, keremiyle bahşetmiş oluyor.
Böylece Kurban tevhid inancının en zirve tecrübesi olarak ve ancak bir eylem olarak hayatımıza nüfuz ediyor. Bu nüfuz edişten başka insanlara da, hayvanata da daha merhametli bir kalp, bir kişilik gelişiyor.
Bu tecrübeyi bu anlayışla hissetmemiş olan Kitab-ı Mukaddes tahrifatçıları bu şuurun zirvesine sahip İshak’ı hayatı için yalvaran bir kişi kılığına sokarsa, insanlara neler yapmazlar? Bu kurban tecrübesini yaşamamış olan Hegel de istediği kadar ideal evreninde ideal din kovalasın. Bulacağı tek şey daha da idealleştirilmiş cahiliyesi olacaktır.
HABERE YORUM KAT