Kurban Bayramı’nın Ruhunu ve Maksadını Anlamak
Hayrettin Karaman, bugünkü yazısında, Kurban Bayramı’nın kişinin kendisini Hz. İbrahim kıssasının ışığında muhasebe etmesi ve kurban kesebilenlerin ihtiyaç sahiplerini de bu rızıktan nasiplendirmesi için bir vesile olduğunu hatırlatıyor.
Bugün Yeni Şafak gazetesinde “Ruhunda ve Maksadında Bid’at” başlığıyla yayımlanan Hayrettin Karaman imzalı yazıyı ilgilerinize sunuyoruz:
Bir kere “şeker bayramı” ifadesinde şekil ve isim olarak da bid’at var. Kurban Bayramı’nın ismi yerinde ama onun da ruhunda ve maksadında bid’at (değiştirme, sapma) var.
Kurban kesmekten maksat et yemek olamaz; çünkü kurban kesme gücünde olanlar eti hemen her zaman yiyebiliyorlar; maksat kurban olmak ve paylaşmaktır.
İsmail Hakkı Bursevî’ye ait olduğunu sandığım bir mısra var:
“Kebş-i nefsim Hakk’a kurban eyledim”
(Nefis koçumu Hakk’a kurban ettim) diyor.
Allah Teâlâ “Nefsini terbiye eden kurtulur, edemeyen batar” buyuruyor. Üç-beş kuruşa bir hayvan satın alıp onu kesmek gücü yeten için çok kolaydır; üstelik etinden kendisi de yediği için nefsini besliyor demektir. Ama terbiye edemeyenler, hakim olamayanlar için bitmez tükenmez arzularının baskısı söz konusu olan nefsi kurban etmek; yani onun arzularının Hak rızasına aykırı olanlarını ayırıp kesmek zor iştir. Kurban bize bu düşünce ve duyguyu telkin etmelidir.
Allah Teâlâ daha acı veren bir kurban isteseydi, İbrahim (a.s.) iman ve teslimiyetinde olanlar onu da Hak için kurban ederlerdi; bu sembol bize acı da vermiyor, bu sebeple bir daha şükür borcumuz var.
Kurbanın paylaşma sembolü olması da önemli.
Bugün dünyada milyarlarca insan aç, bunların bir kısmı açlıktan ölüyorlar. Biz zamanlar Yeryüzü Doktorları örgütünde hizmet veren oğlum söylemişti; Afrika’nın bir yerinde kurban eti dağıtırken oralı bir görevli demiş ki: “Şu gördüğün insanlar sizin bu dağıttığınız kurban sayesinde yılda bir kere et yiyebiliyorlar.”
Allah’ın refah ve bolluk lütfettiği ülkenin biz Müslümanları çeşitli nimetleri çok kere israf boyutunda tüketirken bu açları, bu mahrumları, bu açıkları düşünmez isek İslam ahlakının ve kardeşlik hukukunun neresinde yerimiz olur!
Her iki bayram şeker yemek ve hayvan kesmekten de ibaret değil. Kurban Bayramı’nı düşünelim:
Daha arefe günü sabah namazından itibaren farz namazlardan sonra tekbire başlıyoruz. Beş gün beş vakit namazın ardından “Allah’ın büyüklüğünü, O’ndan büyüğünün olmadığını ve olmayacağını, O’ndan başka kulluk edilecek bir tanrının da bulunmadığını” nefsimize ve âleme karşı ilan ediyor, âdeta şuurumuza çakıyoruz.
Bir kul beş gün bunu ilan ettikten sonra başta nefsi olmak üzere Allah’tan başkasının, O’nun rızasına aykırı emirlerine, arzularına, baskılarına itaat ederse dili başka dini başka olmaz mı!?
Bayram namazını camilerde en kalabalık cemaatlerle kılıyoruz. Bu ibadet bize ümmet olduğumuzu, varlığımızın ancak bu camia içinde değerli ve anlamlı olduğunu, yakından uzağa ümmete karşı sorumluluklarımızın bulunduğunu hatırlatıyor, hatırlatmalıdır. Bu birliktelik orada başlayıp orada bitmemeli, dünyanın her neresinde bir Müslüman varsa onun kardeşimiz olduğunu, ümmete dâhil bulunduğunu, sahiplenmemiz, ilişki kurmamız ve derdine derman olmamız gerektiğini telkin etmelidir.
Allah Resulü’nün (s.a.) peşine düşenler, onun yolunu izleyenler Allah sevgisine mazhar olurlar; bu, Allah’ın vaadidir. Onun yolunu izleyenler ise ümmetini ihmal edemezler.
HABERE YORUM KAT