“İslami sembolleri ve Müslümanları hedef alan eylemler birkaç psikopatın aşırılığı olarak görülemez”
İsveç’te Kur’an yakma alçaklığına tepkiler sürerken Serbestiyet.com bu kapsamda bir soruşturma dosyası hazırladı.
Şuana kadar iki bölümü yayımlanan dosyada Kur’an yakmanın ifade özgürlüğü kapsamında olup olmadığı değerlendirildi.
Dosyanın ikinci bölümünde soruşturma sorularına cevap veren Özgür-Der Genel Başkanı Rıdvan Kaya ve Mazlumder Genel Başkanı Av. Kaya Kartal, bu tip hadiseler karşısında İsveç özelinde Batı’nın gösterdiği ikiyüzlü tutumu eleştirerek ifade özgürlüğünün de sınırları olduğuna dikkat çektiler.
Naman Bakaç’ın hazırladığı dosya sorularını ve Rıdvan Kaya ile Kaya Kartal’ın cevaplarını aşağıda ilginize sunuyoruz…
- Kimi ülkelerde yasal olan Kur’an’ın yakılması eylemi ifade özgürlüğünün bir göstergesi olarak mı kabul edilmeli, yoksa eylemin niteliği ve yol açacağı sonuçlar nedeniyle ifade özgürlüğünün kapsamının dışında mı görülmeli? İfade özgürlüğünün kapsamı ve sınırı bu olay dolayımında nasıl formüle edilmeli sizce?
- Kur’an’ın yakılması veya yırtılması, şiddeti tahrik ve teşvik edici bir eylem ise şayet, buna karşı gösterilecek başka bir şiddet ve tahrik edici eyleme karşı kamu düzeni ve kamu güvenliği nasıl sağlanabilir? ABD ve Batı’da yükselen aşırı sağ akımlarla birlikte düşünüldüğünde, bu eylemlerin zaman içinde kültürel ve dini çatışmaya veya Avrupa tecrübesinde bir dönem yaşanan din savaşlarına evrilmesi söz konusu olabilir mi? Bu, aşırı evhamlı bir gelecek tahayyülü mü olur sizce?
- Genel olarak kabul edildiği gibi bu tür eylemler toplumda nefreti yaygınlaştıran ve düşmanlığı derinleştiren bir rol oynuyorsa, bireysel özgürlük boyutunu bu çerçevede bir kez daha düşünmek gerekir mi? Toplumsal huzur ve barış için yeni düzenlemeler gerekir mi?
- Yasallık gerekçesi kutsal metinlerin yakılmasının zemini ve zırhı olabilir mi? Yasallık ve özgürlük arasında nasıl bir denklem kurulmalıdır?
- Kur’an’ın yakılması ve yırtılması, Peygamberlere yönelik hakaret, aşağılayıcı ifadeler, tahrik edici çıkışlar, söz ve davranışlar, kınanmalı mı cezalandırılmalı mı yasaklanmalı mı? Bunların dışında başka bir formülünüz var mı? Mutlak özgürlük ve mutlak yasak arasında bir denge kurulabilir mi?
Rıdvan Kaya: “Batı’nın anti-Semitizme gösterdiği aşırı özen ile İslam’a saldırganlıklara karşı müsamahakâr tutumu tam bir tenakuz”
İslam ve Müslümanlar söz konusu olduğunda Batılı zihniyette derin kökleri bulunan düşmanlık duygularının hangi boyutlarda etkili olduğuna dair somut iddialar ileri sürmek zor ama ortada en genelde bir dışlama, ötekileştirme ve en azından değersiz görme ve anlamama halinin mevcudiyeti açık. Geldiği noktada adeta kutsalı kalmayan Batı, İslam’ın Müslüman kitleler için taşıdığı anlamı, değeri, hürmeti kavramakta zorluk çekiyor. Batı’nın anti-Semitizm ve Holokost’u her türlü tartışma dışında tutma konusunda aşırı özen gösteren tutumuyla, İslam’a yönelik saldırganlık karşısında takındığı müsamahakâr tutum tam bir tenakuz oluşturmakta.
Hristiyanlığın tarihsel mirasıyla, kapitalist tüketim kültürünün dünyaperestliğinin bileşiminin İslam’a karşı çift yönlü bir dışlamayı beraberinde getirdiğini görüyoruz. Dolayısıyla İslam’a karşı saldırgan tutum alışları engelleyecek hiçbir yasal-idari mekanizma söz konusu olmuyor. Oysa en azından Batılı zihni çerçeve ve siyasal kültür açısından sorunun ırkçı bir yönü olduğunun görülmesi gerekmez mi?
Diyelim ki, İslam’a hürmetsizlik Batı hukukunda bir suç teşkil etmiyor, peki Müslümanlara karşı düşmanlık neden engellenmiyor, kovuşturulmuyor? Söz konusu eylemlerde nefret saçma tavrı en açık bir tarzda tezahür etmesine rağmen, neden nefret yasası devreye girmiyor? Ne yani, hürmet görmek için Müslümanların da, Yahudiler gibi illa Batılılarca soykırıma tâbi tutulmayı beklemeleri mi gerekecek?
Batılı ikiyüzlülüğün bariz görüntülerinden birini cinsel sapkınlığın teşvik ve himayesinde görmek mümkündür. Sekülerizmin yeni kutsallarından biri olmaya doğru giden cinsî sapıklığa karşı her türlü çıkış en sert biçimde cezalandırılmaya çalışılıyor. Sadece sapıklığı eleştirdiği, insanları bu lanetli hastalığa karşı uyardığı için çeşitli Avrupa ülkelerinde son yıllarda çok sayıda imamın suçlandığı, sınırdışı edildiği; bu suçlamayla mescitlerin kapatıldığı biliniyor.
Kur’an-ı Kerim’i yakmayı ifade özgürlüğü kapsamında görenlerin cinsel sapkınlığın eleştirisine bu kadar tahammülsüz tutum almaları ilginç değil midir? Bakın ortada sapkınlara yönelik doğrudan bir eylem, hatta bir eylem çağrısı dahi yokken, sadece bu konuya dair alınan tavır dahi en şiddetli şekilde kovuşturma konusu olabiliyor. Bir mescitte sarf edilen sözler üzerinden insanlar yargılanabiliyor, ülkeden kovulabiliyor. Bu sözler asla ifade özgürlüğü kapsamında ele alınmıyor.
Ne var ki ülke ülke gezip provokatif bir tarzda insanların inancına saldırma eylemi ifade özgürlüğü gerekçesiyle himaye görüyor! Herkesten de bu saçmalığa tahammül göstermesi bekleniyor. Tepki verdiklerinde de Müslümanlar hoşgörüsüz olmakla, terörizme meyletmekle suçlanıyor.
Batı’nın İslam’a önyargılı ve çarpık yaklaşımı sömürgeci mirasıyla ve halen süregelen emperyalist işleyişle paralellik arzetmekte. Dün medenileştirme misyonuyla sömürgeciliği meşrulaştıranlar, bugün de demokrasiden nasibini almamış, ilkel, geri bir kültürü temsil ettiğini düşündükleri Müslümanlara karşı kendilerinde aynı terbiye edici, eğitici misyonu vehmetmekteler.
Batı’nın İslam dünyasına bakan gözü kör, kulağı sağır! Batı; Afganistan ve Irak işgallerinin Müslüman kitlelerde meydana getirdiği sarsıntıyı anlamıyor. Yaklaşık bir asırdır devam eden Filistin trajedisinin oluşturduğu derin buğzu ve İsrail söz konusu olduğunda her türlü hukuki siyasi, insani ölçünün tepetaklak edilmesine yol açan kirli desteğin, sempatinin, dayanışmanın doğurduğu nefreti göremiyor. Batı ifade özgürlüğünü savunduğunda bile, temel bir insani hakkı Müslümanlara karşı savaşın bir aracına dönüştürmüş bir şekilde algılandığını kavrayamıyor.
Elbette en baştan beri Batı derken bir genelleme yaptığımızın farkındayız. Şüphesiz her şeyiyle homojen, tüm siyasetini tek bir ortak perspektif zemininde belirleyen ve buna göre hareket eden bir Batı’nın varlığı tartışılır. Nitekim Paludan adlı psikopatın eylemine onay veren İsveç ve Danimarka hükümetlerinin tutumuna Batı’dan da eleştiriler geldiğini biliyoruz. Ne var ki, özellikle 11 Eylül sonrası süreçte Batı’nın İslam dünyasına ilişkin politikalarında adeta merkezi bir tutumun izleri giderek daha bir belirginlik kazanmakta. Bu emperyal, şoven ve dışlayıcı tutuma Batı içinden yükseltilen itirazlar ise giderek daha cılız ve etkisiz bir nitelik arzetmekte.
“İslami sembolleri ve Müslümanları hedef alan eylemler birkaç psikopatın aşırılığı olarak görülemez”
Bu olgunun en somut muhatapları Batı’da yaşayan Müslümanlar. Başta mülteci konumundakiler olmak üzere, ‘yabancılara’ yabancı olduklarını giderek daha fazla hissettirecek bir süreç işlemekte. Renkleri ya da isimlerinin farklılığı dolayısıyla ayrımcılığa maruz kalanların sayısının hızlı biçimde artması, “terör” şüphesi üzerine uzayıp giden gözaltı süreleri, başörtüsünün giderek tam bir tahammülsüzlük nesnesine dönüşmesi ve benzeri uygulamalar geçmişte sadece ırkçı-şoven aşırı sağcıların dillendirdikleri “ya sev ya terk et” söyleminin giderek resmiyet kazandığının göstergelerini sunmakta.
Netice itibariyle tablonun bütününe baktığımızda İslami sembolleri ve Müslümanları hedef alan eylemlerin birkaç psikopatın aşırılığı olarak görülemeyeceği ortadadır. Sorunun en azından sömürgecilik deneyimiyle yaşıt tarihsel kökleri ve küresel çapta yaşanan emperyalist saldırganlık boyutlarıyla ele alınması bir zorunluluktur. Sorunu Batılıların yapmaya çalıştığı gibi kendilerinin ifade özgürlüğü hassasiyeti ve Müslümanların kutsal değerlerine düşkünlükleri ikilemine sıkıştırarak yorumlamak ise bilerek sorunu anlamazlıktan gelmek demektir.
Av. Kaya Kartal: “Müslümanları tahrik ediyor, ırkçılığı besliyor, batıda yükselen faşizm dalgasına hizmet ediyor”
Birinci sorunuza dair görüşlerimi şöyle dile getirebilirim:
Düşünce ve bunu ifade etme biçimlerinin bu derece tahrik edici bir şekilde dile getirilmesi apaçık bir düşmanlık, ırkçılık ve nefret göstergesidir. İslam düşmanlığının, İslamofobiyi de aşan, batılı devletlerce beslenen ya da göz yumulan, bir takım batılı entelektüel tarafından ifade özgürlüğü ezberi ile öne çıkarılmaya çalışılan bir boyutta dile getirilmiş ya da şekle bürünmüş olması, Avrupa’nın ve Avrupa’daki Müslümanların geleceği açısından da düşündürücüdür.
Bu düşmanlığın ve nefretin yöneldiği bir kitap olarak Kur’an-ı Kerim’in düşmanlıktan zerre zarar görmeyeceği açıktır. Nüzulünden bugüne Kur’an’a yönelik benzer saldırılar sadece merak ve ilgiyi artırmış, yer yer saldırganların dahi mesajın çekim gücüne karşı koyamaması neticesinde onların Kur’an’da ve İslam’da hayat bulmasına vesile olmuştur. Ancak bu türden saldırıların, nefretin ve düşmanlığın Müslümanları tahrik ettiği, ırkçılığı beslediği, özellikle batıda yükselen faşizm dalgasına hizmet ederek muhtemel saldırılara ve karşı saldırılara zemin hazırladığı da izahtan varestedir.
İfade özgürlüğü, başka inançları tahkir etmeyi, onlara düşmanca ve nefretle yaklaşmayı, onlara ya da kendisine yönelik şiddeti çağıracak, saldırılara tahrik edecek söz ve eylemleri kapsamamaktadır. AİHS 10/2. Maddesinde, “ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu güvenliğinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması, gizli bilgilerin yayılmasının önlenmesi veya yargı erkinin yetki ve tarafsızlığının güvence altına alınması” için gerekli olan bazı formaliteler, koşullar, sınırlamalar veya yaptırımlar söz konusu edilmiştir.
Sırf kamu otoritesini kullanamadıkları ve öz savunma imkânları bulunmadığı için modern dünyada dinlerin ve dini değerlerin bu korumadan yararlanmasının önüne geçilmesi geçici bir şımarıklıktan ibarettir. Umudumuz aklı başında kişi ve kurumların bu tür devlet destekli ırkçı saiklere dayanan saldırıların arkasında durmayacağı, inançlara saygı ekseninde hareket edeceği yönündedir.
İkinci sorunuz için:
Dini değerlere yönelik saldırıların, sonrasında dindar kişilere ve kurumlara yönelik katliam ve kundaklama suçlarını tetiklediğine dair onlarca örneğin bulunduğunu söyleyerek başlamak isterim. Özellikle Müslümanların nüfus olarak hızlı artış gösterdiği, göç ve mülteci krizinin bütün dünyayı sardığı bir zamanda ABD ve Avrupa’da gerçekleşen tahrik edici eylemler, faşist örgütlenmelerin zemin kazanarak büyümesine yol açmaktadır. Almanya’da polis teşkilatının bir dönemin önemli katliamlarını gerçekleştiren Neonazi örgütlenmesi NSU ile irtibatında da açığa çıktığı üzere dolaylı da olsa devlet desteği de görerek büyüyen bu yapıların, ileride daha büyük kriz ve çatışmaları tetikleyeceği aşikârdır.
Üçüncü sorunuza ilişkin yaklaşımım ise şu şekilde:
Kutsal metinlerin yakılması, yırtılması veya Peygamberleri aşağılayıcı söz ve eylemler, karikatür ve resimler, dindar şahıslara ve dini kurumlara yönelik çirkin içerikli söz ve fiiller açıkça görüldüğü üzere düşmanlığı beslemektedir. Kitleleri karşılıklı olarak tahrik eden, insanları şiddete davet eden bu tür fiiller bırakınız ifade özgürlüğünün koruması altında ele alınmayı, suç olmaları itibariyle engellemeye ve yaptırıma tâbi tutulmalıdırlar.
Dördüncü ve beşinci sorunuzu birlikte cevaplandırmak isterim:
Her yasa metninin meşru ya da doğru olmadığı, insan ürünü birer metin olan yasaların sık sık değişiyor olmasından da anlaşılmaktadır. AİHS bakımından zaten bir sınırlamaya tâbi tutulabileceği ortaya konulan ve devletlerin kendi hassasiyet ya da değerleri söz konusu olduğunda zaten çeşitli sınırlamalara tâbi olan ifade özgürlüğünün inanca saygı çerçevesinde ulusal ve ulus üstü alanda daha net sınırlara tâbi tutulması, saygısızlığı aşan düşmanlıktan beslenen tahrik eylemlerinin engellenmesi ve yaptırıma tabi tutulması pekâlâ mümkündür ve gereklidir.
HABERE YORUM KAT