Kur’an ve sünnete uymayan her hal reddedilmelidir!
İslam menakıb ve hikâye dini değildir. İslam’ı menkıbe ve hikâye ile anlatanlar, tarih boyunca İslam alimlerinin hep baş belası olmuşlardır.
Faruk Beşer, Yeni Şafak gazetesindeki yazısı:
Bir önceki yazımızda mürşit kimdir diye sormuş ve irşad edebilendir demiştik. Bunun tek şartı, neye irşad edeceğini bilmesi ve onu önce kendisinin yaşamasıdır. Sonra ahlakı ve istikameti Resulüllah’ın ahlakına benzediği oranda irşat gücü artar.
Rahmetli babam, evladım sen bu işi bilemezsin, bir insanın mürşit olmasına karar veren manevi bir heyet vardır. Bir mürşit öldüğü zaman, hatta ölmeden hemen önce onun yerine kimin geçeceğine o manevi meclis karar verir. Eğer yetkin birisi yoksa onlar seçeceklerini bir gecede yetiştirir ve irşat makamına hazırlarlar. Resulüllah da bazen bu meclise başkanlık eder. Yani netice itibariyle seçilenin seçilmesinde ilahi bir el vardır vs derdi, birilerinin de böyle diyeceklerini biliyorum.
Ama eğer İslam’ı konuşuyorsak onun ne olduğu, içinde nelerin bulunduğu, nelerin bulunmadığı bellidir, bunları öğrenmenin yolu da ilimdir. O da Resulüllah’ın ifadesiyle, ‘ilim ancak teallümle olur’ buyurur. Teallüm, ilim için gerekli çabayı gösterme demektir. İslam’ın kaynakları bellidir, nasları bellidir ve Allah’a tam iman eden her akıllı bunları imanı, ameli, gayreti ve aklı nispetinde anlar. Bildiğini yaşayanların ilmini Allah’ın bereketlendirmesi, bazılarına kendi katından/ledün farklı bilgiler vermesi bu çerçevenin dışında değildir ve böyle bir bilgi de yine nasların zahiriyle çelişmez, ölçü budur. Yok, eğer İslam’ın dışında bir şeyden söz ediliyorsa o zaten bizi ilgilendirmez ve bağlamaz. Ne söylerlerse söylesinler. Kendileri söyler kendileri inanırlar.
İcazet bile irşatta olmazsa olmaz bir şart değildir. İcazet sadece tasavvufta değil, bütün ilimlerde, hatta sanatta ve mesleklerde önemli bir güven belgesidir. Güvenilir olduğu sabit birisinin bir diğerinin güvenilir olduğuna şahitlik etmesi elbette anlamlıdır. Ancak yetkili kılan bizatihi icazetin kendisi değildir, o sadece yetkinliğe bir şahitliktir. Bir şey şahidi olmadan da var olabilir. Bütün ilimlerde olduğu gibi tasavvufta da önüne gelenin istediğine icazet vermesiyle, ya da verilmediği halde, ‘bize işaret buyrulmuştur’ denmesiyle icazetin değeri zaten zedelenmiştir. Bunun ötesinde bir edebiyat geliştirenlerin kendi zanları ve öyle inanmaları dışında hiçbir delilleri yoktur. Varsa buyursun göstersinler.
Bu bir hal ilmidir kâl ilmi değildir denmesinin elbette anlamı vardır, bu her şey için geçerlidir, âşık da böyledir. Hiçbir şey yaşanmadan bilinmez. Ama esas olan kâl’dir, kâl’e uymayan bir hal marazi bir durumdur. Biz önce kâle’llahu, kâle resulüllahı deriz, sonra bu çerçevede bir hal yaşarsak ona da seviniriz. Hal bunlara uymuyorsa bu nefistendir ya da şeytandandır der, reddederiz, kâl’e uymayan halde hikmet arama saflığına düşmeyiz. Bu hikmet arama saflığıyla biz çok şeyler kaybediyoruz. Her yaptığında hikmet bulunan sadece Hakîm olan Allah’tır.
Şu muazzam ölçüden hiç şaşmamalıyız: Kitaba ve Sünnet’e uymayan bir hal, bir fiil ya da bir söz kimden gelirse gelsin ve onunla ne kastedilmiş olursa olsun tereddütsüz reddedilir. Varsın haddi zatında var olan ama bizim anlamadığımız bir hakikatle ilişkili bulunsun. Çünkü bizim onu reddetmekle o hakikati kaçırmış olma riskimiz, kâl’i bırakıp zanna uymakla maruz kalacağımız risklerin yanında hesaba katılmayacak kadar küçüktür.
Tasavvuftaki silsile de aynen icazet gibidir. Zaten silsile icazetten doğar. Buna da olduğundan fazla bir önem atfedildiği için çok garip durumlar, uydurma hikayeler, hatta rivayetler ortaya çıkmıştır. Burada da unutmamamız gereken altın kural şudur: İslam menakıb ve hikâye dini değildir. İslam’ı menkıbe ve hikâye ile anlatanlar, tarih boyunca İslam alimlerinin hep baş belası olmuşlardır. Kuran’da ve Sünnet’te var olanlara ise kıssa diyoruz.
Burada bir soru soralım: Resulüllah (sa) mağarada Hz. Ebubekir’e (ra) şu dersi verdi, filan yerde Hz. Ali’ye (kv), şu dersi verdi gibi rivayetlere neden ihtiyaç duyulur? Bunlarla bir vakıadan bahsedildiğine göre bu gerçekten vardır ya da yoktur. Biz önce bunun olup olmadığını araştırırız, varsa ne anlama geldiğini anlamaya çalışırız. Olmamışsa onu anlamak için mesai sarf etmeyiz. Olduğunu da ancak, Resulüllah’ın sünnetini tespitte kullanılan sened ilmiyle bilebiliriz. Bu mümkün değilse bunda ısrar etmenin ve bunun üzerine hükümler bina etmenin anlamı nedir, diye sorarız. Resulüllah’ın (sa) kime nerede ne söylediği keşifle kerametle tespit edilebiliyorsa muhaddisler bir hadisi şerif için binlerce kilometre yolu neden onca sıkıntı ve tehlikeyi göze alarak yürümeyi göze aldılar?
Buradan devam etmek zorundayız.
HABERE YORUM KAT