Kur’an Tasavvuru -1
“Size hayat verecek şeylere çağrıldığınızda, Allah'a ve Elçisine icabet edin.” Enfal 24
Tarihin gördüğü en açık, en anlaşılır, biz Müslümanların şüphesiz Allah tarafından bir öğüt, bir uyarı ve bir açıklayıcı olarak indirildiğine inandığımız Kuran’ı okuyup duruyoruz.
Batının Orta Çağ, İslam Dünyasının ise Altın Çağ olarak isimlendirdiği dönemin ardından İslam Dünyası durağan bir döneme girdi. Bu durağanlığın kendi iç dinamikleri ayrı bir konu.
Mantık, Felsefe ve Teknik Bilim alanlarında kendinden önceki Hint, Mısır, Yunan ve İran medeniyetlerinin birikimlerini de değerlendirerek İnsanlık Tarihi’nin sürekliliğini göz ardı etmeyen İslam Düşüncesi, kendi dönemi Batı Zihninden çok ileri olduğu gibi günümüzde de Kuvve’den Fiile dönüşmemiş potansiyeli ile Batı Paradigmasından çok ileridedir. Öyle ki; Batı düşüncesi kendi Reform Çağında kendini dayandırdığı Yunan Düşünce Dünyasının temel kritiklerine bile, İslam Dünyasının aracılığı ile ulaşır. Keza Yunan Düşünce Dünyası da gerçekte Batı değil, Doğu kökenlidir.
Kuran tasavvurlarındaki etkiyi üç kısım halinde incelememizde fayda var.
Birinci etki; İslami referanslardan tamamen kopmuş, muhatap kesimlerde, Seküler (dindışı) paradigmaya teslim bu kesimlerin İslam ve Kuran algısına etkisi.
İkinci etki; kendi köklerinden uzaklaşmış Yeni Müslüman kuşağa Modern Batı Paradigmasının etkisi. Postmodernist algı ile Öze Dönüş ya da Tecdid hareketlerini karıştırılması bu etkinin en önemli handikabı.
Üçüncü etki; kendi seyrinde diğer kültürlerin etkisi olsa da, kendi paradigmasını oluşturan, İslam dünyasının temel ekollerinin oluşturduğu tasavvurlar. Farklı mantık yapılarına sahip bu ekollerin birbirlerini anlamaları için, birbirlerinin zihin temellerini ve bu mantık dokularını göz önüne almaları şarttır.
İkinci ve Üçüncü etkileri sonraki makalelere bırakarak birinci etki üzerine eğilelim.
En yumuşak hali ile Ayşe Hür’ün “Hangi Kuran?” makalesi ile toplumsal-medyatik alana taşınan bu yabancılık nasıl bir zihin temelinde?
Konu üzerinde gereksiz ve zamansız bir tartışma gibi görünebilir. Bu, bizim Kuran Tasavvurlarını incelememize vesile olsun. Ayrıca toplumsal bir karşılığı olmayan, reel yaşamı ilgilendirmeyen, pekte ciddi bir tarzda gündeme getirilmeyen bir konu ile karşı karşıyayız. Buna karşılık söz konusu zihni yapının Müslüman cenahta karşılıklarının olduğu gözden kaçırılmamalı.
Ayşe Hür’ün yaklaşım tarzı ilk anda kasıtlı ve samimiyetsiz görünmese de beslendiği kaynaklar oldukça yanlışlık ve mantık hataları ile dolu, üstelik referans gösterdiği bazı kişiler(Turan Dursun ya da Batı Oryantalistleri gibi), araştırmacıdan çok Müslüman karşıtlığı ile misyon yüklenmiş kişiler. Daha da önemlisi konuyu ele alış tarzı, Kuran mesajı, içeriği dışında tarihsel tartışmalar üzerine. Bu Formel Mantık denilen bir düşünceyi, inancı, mantaliteyi anlama-anlatma üzerine, düşüncenin içerik bakımından doğru olup olmadığını değil, tanımlama üzerine olup, biçimsel ya da formel yönden doğru olup olmadığını dikkate alır, bunu önemser. Formel mantık en primitif/ilkel yönü ile seküler kitlede “Şeriat gelecek, el kesecek” sloganı ile şekil bulur. Nitekim Hür’ün ilk yazısı bu basit formel mantıkla bir soru üzerine başladı. İkinci yazıda ise tarihsel rivayetlerle süslenmiş yine formel açılımlarla bilimsel(!) nitelik kazandı. Oysa İslami kesimlerin dinamik ve sorgulayan kesimi Dirayet-Rivayet tartışmalarını çoktan tamamladı. Sadece Rivayete, kaynakların teknik değerlendirmesine dayalı taklidi süreçten, Dirayet’e, anlamaya ve bütünlük içerisinde değerlendirmeye dayalı inanç tahlillerini tamamladı. Dirayet Lisanu'l-Arab ta, 'bilmek, anlamak ve kavramak' olarak tanımlanıyor.
"Alimlerin gayreti, dirayete; sefihlerin gayreti ise rivayetedir. " (el-Kurtubi, el-Camiu li ahkiimi'l Kur'an)
Bir Müslüman’ın yapması gereken O’nu anlamak, hayatına yansıtmak şeklinde bir okumadır. Diğer insanlardan insaf sahibi olanların Kuran’ı incelemeleri ve inanıp-inanmamak hakkında iradi değerlendirmelerini bekleriz. Ama mesajın içeriğini, mahiyetini bakmayıp, tarihçesi, toplanması gibi konularda spekülasyon yapmak pek masum tavır gibi görünmüyor. Müslümanları ilgilendiren, onların hayatlarını şekillendiren, okuyup durdukları Kitabı esas almıyorsanız, tarihin derinliklerinde spekülasyon yapıyorsunuz demektir. Sadece Rivayet ekolüne dayalı kesimin bu tip argümanları değerlendirmesi bile mümkün değil. Bu kesim kendi kaynaklarına güvenmeye devam edecek, Seküler Formel Mantıkta bunlarla aynı zihin formatında karşı cephede yerini alacaktır. Bunlar, Dirayet boyutu ile tamamlanmış anlayışa sahip kurumsal yapıları da düşünce yapısı, Kuran tasavvuru oluşmuş bireyleri de etki etmez, ancak mütereddit ve Seküler zihinlerde bir karışıklık oluşturabilir. İkinci yazısı ile konu benim için kapanmıştır diyen Sayın Hür’ün, Formel Mantığı, hem de tarafgir bir Formel Mantığı aşamayacak gibi görülüyor.
“Gerçek veya doğru demek, uydurma veya yanlış demek bilimsel kriterlere göre imkânsız, bu konular inançla ilgilidir, inanıyorum dersiniz olur biter”
Sayın Hür’ün kullandığı cümle bize Ali Şeriati’nin “Akli ve mantıki değerlendirilmesi yapılamayan inanç zoraki çağrıdır” sözünü hatırlatıyor. Bu Ateist bir Bilimsellik tanımıdır ve düşünürlerin “Materyalist bakış açısı sadece duyusal olarak maddeyi ele alır ve inceler, Pozitivist bakış açısı maddeyi soyut inceler, maddenin manası ve hayatın gayesi ise Din ve Felsefeyi ilgilendirir” sözünü de hatırlatır. Öyle ki; Elçinin zamanında yaşayıp “Ben size Allah’tan aldığım vahyi iletiyorum” sözü karşısında “Bunların Allahtan geldiğini bana somut olarak ispatla” diyecek bir mantık. Oysa Kuran, doğrudan o kişinin somut hayatından örnekler vermektedir. Benzer düşünceyi Modern Paradigmadan kendini koruduğunun zanneden muhafazakâr bir zihniyette de gözlüyoruz, diyorlar ki; “Değerlendirme ve anlama çalışmamıza gerek yok, biz bunlara inanırız olur biter”
Tarihsel süreç içerisinde, İslam tarihinde bunlar bilinmedik meseleler de değil. Kuran üzerinde fazlası ile ilmi-teknik çalışmalar da yapılmıştır. Biz bazılarını mantık silsilesi ve pratik yönleri ile hatırlayalım.
Dil bir mantığın ürünüdür. Mantık topluluğun bulunduğu çevreye göre şekillenir. Farklı Arap kabilelerinde de bazı nüanslar ortaya çıkar ve Lehçe farklılıklarından öte, Kıraat farklılıkları da iş farklı kelimelere kadar dönüşür. Polemik konusu yapılan farklı Kuran Kıraatleri bunlardan öte bir şey değil. Çoğu durumda bir dilin mantığı diğer dillerden farklıdır. Bir dili öğrenirsiniz ama o dili mantığı içerisinde değerlendirmezseniz ciddi hatalar yaparsınız.
“Aristo mantığında kipler iki kısım, mantıki kipler ise üç kısım önerme içerir. Skolâstik Ortaçağ mantıkçıları dört kip alırlar. Arap Nahivcileride beşi temel sekiz kip kabul ederler. Aristo mantığında mülkiyet, vad’(durum) ve izafet kategorilerinin Arap mantığında karşılığı yoktur. Arap nahivcilerin kategorisindeki ism-i alet ve mastar’ın Aristo mantığında karşılığı yoktur. Dolayısı ile Yunan dili ve Arap dili konuşanlar kendi mantıkları içerisinde kalarak birbirlerini anlamalarına imkân yoktur.
Aristo mantığında kategoriler ne salt formel mantıksal ne de dilsel ve gramatik olup bunların yanında belirli metafizik içerik taşırlar. Nahivcilerin türetilmiş kelime formları da, işlevi bakımından mantıki bir karakteri ve metafizik içerikleri vardır. Bu nedenle Yunan dünya görüşü ile Arap dünya görüşü arasında metafizik bir boşluk vardır. Bu, hükümranlığı ve her şeyin mülkiyetini Allah’a ait gören ve insanı Allah’ın hükümranlığı altındaki eşyanın sadece kullanıcısı olarak düşünen Arap-İslam anlayışını kendi dil mantığının dışına çıkamayan Yunanlı anlayamaz” (Muhammed Abidel-Cabiri, Arap İslam Kültürünün Akıl Yapısı)
Dil mantığı ile ilgili bir de örnek verilir: Mantıkçı Ebu Bişr Meta b. Yunus mantık ile nahiv’in farklılığını ispatlamak için “Mantıkta ele alınan mana, nahivde ise lafızdır. Mana Lafızdan daha üstün, Lafız ise manadan daha açıktır” der. Mutezili kelamcı Ebu Said Sirafi ise “Nahiv bir tür mantıktır, ancak o Arapçadan çekip çıkarılarak elde edilmiştir. Mantık da bir nahivdir, o’da dil sayesinde anlaşılabilir” der. Tezini ispatlamak içinde Metta’ya şöyle der. “Zeydün efdalü’l,ihve: Zeyd kardeşlerin en üstünüdür” sözü hakkında ne dersin? Meta “Hatasız bir cümle” der. Sirafi “Zeydün efdalü ihvetihi: Zeyd kardeşlerinin en üstünüdür” kelimesi için sorduğunda, Matta yine “Hatasız bir cümle” der. Sirafi “Zeyd’in kardeşleri Zeyd’in dışındaki kimselerdir, dolayısı ile Zeyd kardeşlerinin tanımlamasına girmez dolayısı ile ikinci cümle hatalıdır” şeklinde açıklama yapar.(Ebu Hayan et-Tevhidi, el-İmta ve’l-muanese)
Burada Metta’nın problemi nahiv/gramerle ilgili değil mantık ile ilgilidir. Meta Arap mantığı ile düşünmemektedir.
Açıkça görüyoruz ki; Batı Paradigmasının Arap dili ile belirlenmiş lafızları anlamada problem vardır. Bir dönem Batı Kültürü etkisi altında şekillenen kesimlerin mealler üzerinden vardıkları yargılar bu şekilde bariz hatalar düştü. Hala da günümüzde Arapça öğrenmiş ama mantığı bu Pozitivist, Rasyonel ya da Formel kalıplara hapsetmiş kişilerde ciddi problemler gözleyebiliyoruz. Öyle ki mecazi anlamlar üzerinden hükümleri değiştiren kötü kopyalı tarihselcilik eğilimlerinde ibadetler ve hükümlerin altı boşalıyor.
İlk nüshalarda ayetler arası, boşluk ya da yuvarlak işaretlerle ayrılmış. Sonraları ebced değerli harfler ve en nihayetinde şimdi kullanılan rakamlar kullanılmış. Günümüzde bilinen Arap rakamları ise sonradan Hint rakamları esas alınarak oluşturulmuş. Alfabe harflerinin ebced değerleri ile oluşturulan numaralama Romen rakamlarına benzer bir sistem, onlu sayma sistemi yok; örneğin, mim 40, elif 1, mim+elif 41 oluyor ve sıfır yok. Hurufiliğin (hurafe kelimesi de bundan türeme) kelime anlamı da bu tip bir zemin var. Sözcüklerdeki harflerin ebced değeri toplamından çıkan sayılara anlam yüklemek, çok sayıda kimseye çekici gelen bu uğraşı, bulmaca çözmek gibi. Bu tip uğraşlar Kuran’ı oyun ve eğlenceye dönüştürmek, karanlığa taş atmak, kehanette bulunmak, hoş karşılanacak bir tarz değil. Sonraki yüzyıllarda, ebced için kullanılan harflerin metinle karıştırılması sakıncası gözlenince de bu rakamlar kullanılmış. Ayetler arasındaki ayrımlarda bazen iki ayet tek ayet olarak değerlendirilmiş, bazen de besmelenin ayet olarak sayılıp sayılmaması tartışılmış. Ayet sayısının kesin olmaması metindeki noksanlık ya da fazlalıktan değil.
Felak ve Nas surelerinin dua olup, Kuran'dan olmadığını söyleyen raviler var. Abdullah b Ömer ve İbn Mesud’un bu yönde kanaat belirttikleri nakledilir. Bu tip dualarda Kuran bütünlüğüne aykırı olmayan Elçinin pratikleri olduğu fikri ile fazlaca tepki çeken bir konu değil. Diğer yandan Kuran'da tekrarlar var, aynı ayet vurgu amaçlı tekrarlanıyor, tekrarların bazıları olmasa anlam değişmiyor. Felak ve Nas sureleri Kurandan olmadığı halde, Kurandan kabul ederseniz anlam yine değişmiyor veya Kurandan olduğu halde bunlar Kuran’a uygun dualardır derseniz hükmi bir farklılık getirmiyor. Az da olsa bu fikre tabi olanları tekfir etmek gibi bir lüksümüz yok. Tevbe suresi son iki ayeti için de benze rivayetler var, tek şahit-iki şahit konusu var. Şahitlikle bilinen bir durumun arasındaki fark hukukidir. Herkes biliyor, bu okunup duran bir Kitapta, mushaflarda var, ama toplatılıp çoğaltmaya gelirken hukukilik gözetiliyor. Birçok kimsenin bildiği gibi, ashab kendi yazdıkları mushaflara açıklama ve izahlar düşmüşler. Ashab’dan kimileri deri, ağaç kabuğu, yassı taş gibi zeminlere bazı ayetleri yazmışlar, not almışlar. Yani Elçi birçok ayeti anlatırken yaşamış, açıklamış ve izahlar yapmış, toplanırken “Bu aslında mı, yoksa izah mı?” durumu var. Bu tip açıklamalar 100-200 yüzyıl kadar sonra hadis adı altında toplanmaya çalışılmış. Şimdi biz anlıyoruz ki Elçi, Kuran’ın pratiğidir, O’na bir şey eklemez, çıkarmaz. Yaşarken açıklayıcı telaffuzlarda bulunmuş, ama hükmüne müdahale etmemiş, bunlar izahatlar bahsindendir. Aslı ile karıştırılmaz, ama aslı ile tezatta oluşturmaz. Şimdi Sünnet, Hadis, rivayet tartışmasına girmeyelim. Konu yine Kuran tasavvurunda düğümleniyor. Farklı, Tevhide ve yaşama aykırı bir tasavvur; Kuran’da aslında Tevbe suresi son iki ayet yoktur gibi bir sonuca varır.
Elçiye Kuran inzali bitmeden ölen bir sahabeyi düşünelim; şimdi bu sahabeye Kuran gelmemiş mi ya da noksan gelmiş mi oluyor? Ya da bir Müslüman günümüzde Kuran'ın tamamını bilmiyor, bazı ayetler ulaşmış diğerleri henüz ulaşmamış, ona Kuran ulaşmamış mı oluyor?
Mushaf, yazılı hale getirilmiş sahifeler demek. Kitap ve Mushaf tam anlamı ile aynı anlamda kullanılmıyor ama örtüşüyor. Bir hafızın hafızasındaki Kitap olur, ama Mushaf olmaz. Şimdi bilgisayarda yüklü Kuran programlarımız var; Mushaf değil, ama bilgisayarın hafızasında, bilgisayar bir çeşit hafız oluyor, açıp programı çalıştırıyorsunuz; Mushaf oluyor, fark var mı? Dolayısı ile Elçi'nin vefatından sonra Mushaf haline gelmesi ile önce ezberlerde olan şey arasında fark yok. Kaldı ki birçok kimse toplanıp çoğaltılmasından önce de Mushaf haline getirmiş.
7 kıraatten/okuyuş biçiminden söz edilir. Toplanırken, Kureyş kıraati esas alınmış. Kıraatlerde harfler hatta bazı kelimeler de farklı. Daha iyi anlamak için kullandığımız dilden örnek verelim; şehir dilinde "Gidiyorum" denir. Köyde "Gidiyom", bazı yerel dillerde "Giderem" ya da "Gideyrum", fark var mı? Kıraat farklılıkları da Arabistan’da öyle bir şeydir. Anadolu’da "Neredesin?" sözü için "Haytasın?" denir, fark yok. Elçi’nin Kureyş lehçesi ile konuştuğu ve lafızların bu lehçe ile belirtildiği açık. Muhtemelen ve doğası gereği Kuran nüzulü sırasında gerek Kurra'lar gerekse Elçi Arap kabilelerine Kuran'ı öğretirlerken bu yerel şiveleri kullandılar. Bu kıraatler bir çeşit meal ya da Tefsir olarak algılanabilir. Bunlar üzerinden şüphe ve spekülasyon, tabiri caizse sinekten yağ çıkarmak gibi bir şey.
İlk dönem Arapçada Hareke işaretleri yok, hatta noktalama işaretleri de yok. Yazım dilinde Nun, Be ve Te gibi harfler aynı yazılıyor, yazıyı okuyan kelimeden değil cümleden, hatta bütün metinden hangi harf olduğunu dolayısı ile hangi kelime olduğunu çıkarıyordu. Arapçanın bazı özelliklerini fark ettim; şekli itibari ile değil de noktalama itibarı ile farklı harflerden oluşan kelimelerin benzerlikleri var. Bu nedenle kelimelerde bazen farklılıklar oluyor, ama anlam değişmiyordu. "Okula gittim" ile "Okula vardım" gibi. Yine dönemin Literatüründe yazılmış varakalar tarihe not düşmek amacı ile tutuluyor. Konuyu biliyorlar duymuşlar ya da yaşamışlar yazı ile alınan notlar hatırlatıyor. Yine Kuran ayetlerini bizzat Elçi’den duyan, yaşayan ve sürekli tekrarlayan sahabeler ve ardılları için noktalama işaretleri olmayan yazı bir çeşit not.
Cabiri bu konuda bir tespitte bulunur;
“Arap nahivcilerin temel problemi, kelimeler üzerine kastedilen anlamları belirleyen işaretleri olan harekelerin konulmasıdır”
Cabiri bu konuda Ebu’l-Esved ed-Düveli’den bir de örnek verir.
Arap dilinde “En şiddetli sıcak nedir” cümlesi ile “Ne kadar sıcak var” cümlesinin harekesiz yazılımı aynıdır. İki kelime Nazım (harf sayısı ve nizamına) değil İ’rab’a (harekelemeye) bağlı anlam kazanır” (Ebu’l Kasım ez-Zeccaci, el-İdah fi ileli’n –nahv)
“Batı dillerinde Gramer; bir dili doğru şekilde konuşmayı ve yazmayı sağlayan kurallar topluluğudur Nahiv ise bununla tam anlamı ile açıklanamaz, nahiv farklı olarak dilin mantığıdır. Harekelerin harf şeklinde yazıldığı dillerde yazıyı anlamak için okuruz. Arapça da ise önce metni anlamanız gerekir ki, sonrasında düzgün olarak okuyalım” (Muhammed Abidel-Cabiri, Arap İslam Kültürünün Akıl Yapısı)
Nitekim Lafızlar hakkında Nahivciler bazı açıklamalar yapmışlar.
“Arap dilinde, farklı iki lafzın farklı iki manaya gelmesi mümkün olduğu gibi, aynı manayı ifade etmesi ve aynı Lafzın farklı iki manaya gelmesi de mümkündür” (Ebu Bişr Amr b. Osman Sibeveyh)
Burada bir anlayış var; Kuran, Mushaf olarak korunmuş, noktasına kadar korunmuş düşüncesi sonradan oluşmuş. Aslında Kuran öncelikle mana olarak, bütünlük olarak, Kitap korunmuş, Tarihi Kuran nüshalarında bazı kelimelerin farklı olması anlam ve bütünlüğü de bozmuyor. Kaldı ki bu kelime farklılıkları da Arap dilinin bir özelliği. Buradan Lâfzen korunmamış gibi bir hükme de varılmamalı. Zira Arap dilinin bazı özellikleri var, mucize demiyorum somut, nesnel ve tarihi süreçte oluşmuş bir vesile. Muhtemelen de Dinlerin sürekliliği esasına göre Kuran’ın son Kitap olmasının arkasındaki nesnel gerçeklik. Şöyle ki; Cahız Arapça metinlerin dil bütünlüğünden söz eder.
“Arapçada harf ve kelimelerde Tenafür denilen bir uyumsuzluk ve zıtlaşma söz konusudur. Uyumsuz harf ve kelimeler, bir şiir beytinde bir araya gelseler birbirlerini itmeleri sebebi ile bu beyti zevkle ve zorlanmadan okumak mümkün değildir.” (Cahız)
İslam Kültüründe Kuran’ın Mana olarak korunduğunda ittifak varken, büyük çoğunluğun Lâfzen de korunduğu yönünde yaklaşımları vardır. Bizim de bu inançta olduğumuz bu konuyu açmakta yarar var.
Hepimizce malumdur ki; Kuranda akıcı ve yumuşak geçişli üsluplar vardır. Dirayetli bir kimse metin üzerindeki yanlışlıkları hemen fark eder. Hatta bu dirayet Kuran bütünlüğü ve tasavvuru üzerinde de ortaya çıkıyor. Uzun süre Kuran ile haşır neşir olmuş kişilerde bu dirayetin nasıl şekillendiğine bir örnek verelim. Bir kardeşimiz, bir özü ayet olarak aktardı, Kuran’a muhatap bütün diğer kardeşler böyle bir ayetin olmadığını söylediler. Hafız değilsiniz belki gözünüzden kaçmıştır itirazı üzerine, müfehres kullanarak ve telefonlarla hafız arkadaşlardan yardım istenerek konu araştırıldı. Sonuçta söz ayet çıktı ama önemli bir farkla kardeşimiz hem ayeti kuran bütünlüğüne aykırı yorumlamış hem de doğrudan meal üzerinde lâfzen yanlış kelime kullanmıştı.
Seküler Formel mantıklı bir muhataptan, önce Lafızlara, sonra Manalara eğilmesi ve yetmez, dilin mantığını çözmesini bekleyemeyiz elbette, bu konular belki akademik olur. Ancak kendi çapında yargılama ve hüküm verme yerine, anlama çalışmasına ağırlık vermesini tavsiye edebiliriz. Bunun için fazla akademik bilgi de gerekmez. En yalın dilde konuşan ve düşünen bedevilerin bile anladığı, yaşadığı ve hayatını ona göre şekillendirdiği Kitap elinin altında. Tabii ki onun faydasını görmesi için istihza ve öfkeden uzak, takva ve halis bir niyetle yaklaşması gerek.
“Hayır; çünkü o, bir öğüttür.
Artık dileyen, onu 'düşünüp öğüt alsın.'
O, 'şerefli/üstün' sahifelerdedir.’
Yüceltilmiş, tertemiz.
Sefirlerin ellerinde.
Üstün değerli, iyilik ve dürüstlük sembolü.” (80, Abese 11-15)
Kitap Gökten inen bir Mushaf şeklinde bile olsa idi (ki bu yaşamın doğasına aykırı) yaşayan bir Kuran tasavvurunuz yoksa “Kitap Ehli, senden kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyor.” (4,Nisa153) ayetine muhatap oluruz.
“Biz Kitabı üzerine yazılı bir kâğıtta göndersek ve onlar elleriyle dokunsalar bile, inkâr edenler, tartışmasız: "Bu apaçık bir büyüden başkası değildir" derler.” (6,Enam 7)
Tevrat ve İncil söz konusu olduğunda, zamanla insanlar eski kitaplara lâfzen bazı ilaveler yapmaları ya da anlam değişmeleri olması mümkün. Kuran'da böyle bir şey yok, tarihi olarak mümkün de değil.
Şimdi birileri yanlış bir Kuran yazsa ne olacak? Yaşanan tarih ile sabit Kuran var ve biliniyor, yani genel bir şey. Söz gelimi dünyadan haberi olmayan Alaska’da birine, bir meal gösterip, bu Kuran deseniz onun dünyasında o meal Kuran olacak. Kuran tahrif mi olmuş oluyor? Biraz açalım, Arapça bilmeyen bir kimse meal okuyor, mealde anlam daralması var, Kuran'ı tam karşılamıyor. Meal Kuran değil, bazılarının anlatımı farklı, Kuran tahrif edilmiş mi oluyor? Ama genel bütünlük var ve o kişi Kuran'ın aslına ulaşabilir. Sorun bireysel değil toplulukları ilgilendiriyor, hatta bütün Ümmeti. Kişilere tamamı ulaşamasa da kendilerine gelen kadar sorumludur. Birçok tefsir durumu da aynı; yanlış yazılmış bir tefsir tahrif anlamına gelir, bu kasıtlı olması ya da kötü anlamında değil. Kuran’ı insanlara açıklayıp, yaşayarak gösteren birçok kimse de hatalar yapacaktır. Bu hatalar “Yanılır ya da unutursak bizi affet” diyen takvalı kimselerde bile oluşabilir. Okuma yazma bilmeyen, genel kültürü az kimseye al bu kuran oku amel et demiyoruz, ona izah ediyoruz, yaşayarak gösteriyoruz. Bunu kusursuz yapamayacağımıza göre ne olacak? Kuran o kişiye noksan ya da yanlış ulaşmış olmuyor mu? Sonuçta realitede ve ortada korunan, sabit bir Kitap var bunun yaşanması, aktarılması sorunlu olabilir, ama kaynak sağlam.
Spekülasyonlara başka argümanlar da bulabilirler, örneğin Molla Sadra’nın İrfani değerlendirmelerinden;
Madde dışı âlemdeki her ‘hakikat’in maddî âlemde bir misali ve görünümü vardır. Mesela “Kalemle öğretti”(96,Alak 4) ayetinde geçen ‘kalem’ kelimesi, maddî âlemde bir şeyi, madde ötesi âlemde ise başka bir şeyi ifade eder. Halbuki iki âlemde de ‘kalem’ ifadesi kullanılmaktadır. (Molla Sadra, Mefâhu’l-Ğayb)
Molla Sadra felsefesi tam anlamı ile Eflatun’un İdeler âlemi, maddeler âlemi ayrımı esaslı Hermetik felsefedir. Bu konuda Sadra Kâinatı üç mertebe’ye ayırır; maddi ve fiziki, madde dışı veya misali, akıl ve misal üstü Kâinat.
“Allah’ın kelamı peygamberin anlaması ile birleşik olup insanlara kelimelerle ve ardıllarına yazı ile ulaşır. İnsanlar ancak Allah’ın Kitabı ile iletişim halindedir, Allah’ın kelamı onun Kitabından başka bir şeydir.” (Molla Sadra)
Kendi Hermenötik felsefesinde Sadra’nın tanımlamasına göre Allah’ın kelamı tedricilik ve zaman mefhumundan bağımsızdır, inzal olurken Kitaba dönüşerek bu vasıfları alır.
Görüldüğü gibi Sadra’nın yaklaşımı farklı bir Kuran, farklı bir Bâtıni anlayış değil ontolojik-zihni bir tanımlamadır. Üslup olarak bizim takip etmediğimiz hatta tasvip etmediğimiz formda olmasına rağmen, tevile açıktır ve kavga edilecek bir düşünce tarzı değildir. Sonuçta Sadra Kitap-Kelam birliğinden söz eder.
“Yazı ile yazar ve sözü söyleyen arasındaki ilişki yönüyle bakıldığında söz, söyleyenden ve yazardan ayrı değildir. Buna felsefede vucûb denir. Başka bir açıdan mesela kâğıt, kitap ve okuyucu açısından bakıldığında ise söz, yazardan ayrıdır. Buna da felsefede imkân denir. Bu ilişki biçimi, hem Allah hem de insan için geçerlidir. Söz ve yazı birliği, ikiliğin kendisinde tezahür eder.”( Molla Sadra, Esfar)
Katılırız ya da katılmayız, Molla Sadra’nın belirli bir mantık zincirinde ve sistematik usülde yaklaşımları vardır. Bunun incelenmesini yazının başında değindiğimiz Üçüncü Etki olarak İslam kültürünün içerisinde inceleyeceğiz.
Vel hâsıl, spekülasyonlara aldırmayın. Kuran, elimizde okuyup durduğumuz Kitaptır, O çeşitli vesilelerle korunmuştur. O’nu hayatınızda yaşayan bir Kitap olarak almazsanız, tarihsel bir metin, akademik bir çalışma aracı, ideolojik bir takıntı olmaktan başka bir işe yaramaz. Kendi anlayışlarımızı mutlaklaştırmadan sürekli ve dinamik yaklaşanlara Allah daha çok yaklaşacaktır. Kuran’ı ilk okuduğumuzda görmediğimiz birçok detayı belki zamanla daha çok göreceğiz, bu bir çeşit ilimde derinleşme ya da anlayış zenginliğidir. Kuran bu anlamda bir yaşayan Ruh’a sahiptir(16,Nahl 2; 40,Mümin 15; 42,Şura 52, 58, Mücadele 22; 97,Kadir 4). Yaşayan Kuranı, Şerefli ve güvenilir(42,Şura 193) bir Elçinin sözünü(69,Hakka 40) yaşayarak okumak daha sağlıklıdır. Yoksa bize fayda vermeyecek okumalar, boş tekrarlar ve tahrifat yakamızı bırakmayacaktır.
“Onlardan öyleleri vardır ki, dillerini kitaba doğru eğip bükerler, siz onu kitaptan sanasınız diye. Oysa o kitaptan değildir. "Bu Allah katındandır" derler. Oysa o, Allah katından değildir. Kendileri de bildikleri halde Allah'a karşı yalan söylerler.
Beşerden hiç kimsenin, Allah kendisine Kitabı, hükmü ve peygamberliği verdikten, sonra insanlara: "Allah'ı bırakıp bana kulluk edin" deme hakkı ve yetkisi yoktur. Fakat o, "Öğrettiğiniz ve ders verdiğiniz Kitaba göre Rabbaniler olunuz" demekle görevlidirler.” (3,Ali İmran 78-79)
“Hangi Kuran?” gibi spekülatif bir soruya net bir cevabımız da budur. “Tabii ki okuyup durduğumuz Kuran.”
YAZIYA YORUM KAT