Kur’ân Meâli Okuma Üzerine Görüşler
Şimdiye kadar deizm veya ateizmin yayılması hususunda tespit edilmiş bana göre en ilginç faktörlerden biri: Kur’ân meâli okuyup deist veya ateist olmak.
Yasin Aktay, Yeni Şafak gazetesindeki yazısında “Kur’an meallerini okuyan gençler deizme yöneliyor” savını yorumluyor:
Türkiye’de ateizm veya deizmin veya sekülarizmin yayılması dünyada bu akımların yayılmasından farklı dinamiklere sahip midir acaba? Bir de tarihsel bir boyut katıp tekrar soralım: Bu zamanda ateizmin, deizmin ve sekülarizmin yayılmasının geçmiş zamanlarda bu akımların yayılmasından farklı dinamikleri var mıydı?
Bazı telaşlı söylemlere bakılırsa bugün yaşamakta olduğumuz bazı tecrübelerin çok fazla kendimize özgü olduğu ve tarihte emsali görülmemiş bir çürümenin işaretleri olarak görülebileceği düşünülebilir. Tabii bu akımlar açısından bakıldığında bu gidişat hiç de kötü değildir. Toplum bilimsel akla daha fazla prim verdikçe daha fazla sekülerleşiyor onlara göre ki, bu da kötü bir şey değildir.
Meseleye kimin nasıl bir sevinç veya keder duygusuyla yaklaştığına bakmaksızın sadece bu yaşadıklarımızın kendimize özgü olduğu duygusunun veya düşüncesinin bile fazlasıyla kendimizi merkeze koyan bir yaklaşım olduğunu söylememiz gerekiyor. Oysa bu konularda İbn Haldun’nun formüle ettiği biçimiyle geçmiş tecrübelerle bugünün tecrübeleri arasında bir karşılaştırma yapmak bizi her zaman daha sağlam bir noktaya ulaştırıyor. “Geçmiş bugüne suyun suya benzediğinden daha fazla benzer” demişti İbn Haldun. Özelikle insan tabiatına ilişkin hususlarda, insanın duygularıyla, aklıyla, dinle, bu dünyayla, öte dünyayla, insanla ve karşı cinsle ilişkileri hususunda radikal anlamda bir şey değişmiyor. Geçmiş bugün suyun suya benzediğinden daha fazla benziyordur.
Sekülerleşmeye doğru hızlı “ve tehlikeli” bir gidişat içinde olduğumuza dair bazı endişeler duyuyoruz. Aynı hikaye sekülerleşmeye duygusal bağlılığı olanlar tarafından sekülerleşmenin insanlık tarihinde evrimsel bir gelişme aşaması olarak büyük bir coşkuyla karşılandığını görebiliyoruz. Oysa ortada insanlık tarihinde yaşanandan farklı bir şey olmuyordur. İnsanlık tarih boyunca dindarlıkla dünyevilik arasında gider gelir.
Bu arada çok yakın zamanlarda seküler çevrelerin, “endişeli modernlerin” çok daha farklı algılarına ve duygularına da tanık olduğumuzu, işi-gücü bırakıp onların bu endişelerini yatıştırmakla uğraştığımızı hatırlayalım. Türkiye aslında sekülerleşmiyor, muhafazakârlaşıyor, hatta mahalle baskıları altında gittikçe bağnaz bir dindarlığın cenderesine doğru yuvarlanıyordur.
Hangi resim doğrudur? Gelsin katılımcı gözlemli, mülakatlı, anketli sosyal araştırmalar, gitsin gazete haberleri, televizyon tartışmaları. Bu düzeyde tespit edilen gerçeklik gerçekten insanların Allah’la veya öte dünya ile ilişkilerini ne kadar ölçebilir?
Özellikle gençler arasında deizmin yaygınlaştığına dair söylemlerdeki endişe tonu çok ilginç. Hangi tespite dayanıyor bu ve gerçekten varsa nedenini kim ne kadar bilebilir? Elbette sosyolojinin bu konuda yapacağı çok şey olacaktır ama bu tespitlerin ne kadarı gerçekten sağlıklı sosyolojik araştırmaların sonuçlarına dayanıyor? Görebildiğim kadarıyla herkesin endişelerini tetikleyen şey çevresinde yaşadığı bir-iki örnek veya yaşandığını duyduğu ama konuşula konuşula vukuundan daha şayi bir söylemden başkası değil.
Peki gerçekten bir deizm sorunumuz her zamankinden farklı olarak, daha baskın bir söylem veya kültür olarak gelişiyorsa gençler arasında bunun sebepleri nelerdir?
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Prof. Dr. Cağfer Karadaş Hoca’nın, değerli hocamız Prof. Faruk Beşer’e göndermiş olduğu bir mektupta bunun bir sebebi de “meal okumak” olarak verilmiş. Yanlış ifade etmiş olmayalım. Tamı tamına söylediği şey şu: “…ateist ve deistlerin temel argümanları şu anda felsefi olmaktan ziyade Kur’ân çevirileri üzerinden oluşmaktadır. Meal çevirisi, bağlamı tam veremiyor. Bu konuda Diyanet’in ve ilahiyatların ortak bir çalışma yapmasının çok yerinde olacağını ve rüzgârı tersine çevireceğini düşünüyorum. Din kültürü öğretmenleri Diyanet’ten ücretsiz meal isteyip öğrencilere dağıtıyorlar. Öğrenciler okumaya başlayıp anlamlandırma sorunu yaşadıklarında kafaları karışıyor ve işte bu akımlara yönelebiliyorlar…”
Karadaş Hoca’nın bu tespitini Faruk Beşer Hocamız da “çok isabetli bir tespit” olarak değerlendiriyor. Tabii bu, şimdiye kadar deizm veya ateizmin yayılması hususunda tespit edilmiş bana göre en ilginç faktörlerden biri: Kur’ân meâli okuyup deist veya ateist olmak.
Aslına bakarsanız, bırakınız meâl okumayı Kur’ân’ı Arapçasıyla, en derin anlam yapılarıyla, semantiğiyle, tefsiriyle, teviliyle çok iyi anlayıp sapıtan insanların var olabildiğini de biliyoruz. Yani Kur’ân’ı, hocalarımızın önerdiği üzere en mükemmele yakın bir meâl ile yapsak bile bu, insanların Kur’ân’ı doğru anlayacaklarının bir garantisi midir? Dahası, meâle bile hiç bağımlı olmaksızın Arapçayı bilmek veya Kur’ân’ın dilini en mükemmel şekilde anlamak dahi hidayetin bir garantisini oluşturur mu?
Bizzat Kur’ân’ı Kerim’in kendisi “Bu kitap bazılarını hidayete erdirir, bazılarını da saptırır” demiyor mu? Burada saptıran faktör nedir, hidayete erdiren faktör nedir? Bunu ciddi bir biçimde sorgulamamız gereken noktadayız sanırım.
Ama bu sorgulamaya geçmeden, bir de gençlerin meâl okuması ile deizme veya ateizme yönelmesi arasındaki nedensel ilişki nasıl tespit edilebilmiş onu da bilmemiz gerekiyor. Zira sosyolojide iki olayın birlikte var olması her zaman hatta çoğu zaman aralarında nedensel bir ilişki olduğunu tespit etmemize yetmez. Nedensel ilişkinin tespiti esasen bütün bir Aydınlanma düşüncesini hatta onun öncesinde İmam Gazzali’nin kökten sorguladığı hatta epistemolojik imkansızlığa bağladığı bir ilişki türüdür.
Yine de biz o kadar ileri gitmeyelim. Çünkü nedensel ilişkiyi bu kadar imkânsıza bağladığımızda bilimsel faaliyetin tamamını sorgulamak durumunda kalırız.
O yüzden Kur’ân meâlinin anlam ve işlevleri üzerine devam edelim. Bilahare tabii.
HABERE YORUM KAT