Kudüs’ü Bu Duruma Düşüren Aktörler
“Ben artık zamanı geldiğine inanıyorum. Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanıma vakti gelmiştir.” cümlelerini kurarken Amerikan Başkanı Donald Trump’ın sadece iç politik dengelere endekslenmediği besbelli. Evet, Trump’ın başkanlık koltuğu halen tartışmalı ve tartışmalar, ithamlar, şaibelerle birlikte seyreden soruşturmalar hemen hiç eksilmiyor. İlaveten Kudüs’e yönelik bu hamlesinin meşruiyet tartışmalarını bitirmek için Amerika sisteminin merkezini oluşturan Siyonist lobiyi arkasına alma maksadıyla hızlandırılmış bir hamle olduğu da söylenebilir.
Daha birçok iç etken sıralanabilir olsa da Trump’ın “vakti zamanı geldi” vurgusundaki asıl faktörler ve de aktörler sadece işgal altındaki Kudüs ve Filistin’i değil bir bütün olarak İslam coğrafyasını acılar içerisinde yıkım ve yoksulluklara sürükleyen despotik iktidarların sağladığı iklimde aranmalıdır. Askeri cuntaların, despotik iktidarların ve saltanat rejimlerinin varlığı ve işlevi elbette emperyalist siyasetin İslam coğrafyasına en kanlı ve en yıkıcı boyutlarıyla nüfuz etmesini teşvik ediyordu. Şam ve Halep’i, Bağdat ve Musul’u, San’a ve Kabil’i, Kahire ve Trablus’u lime lime edip kan revan içerisinde boğan despotik rejimlerin Kudüs ve Filistin’deki Siyonist ve emperyalist işgali her geçen gün derinleştirmeye hizmet ettiği nasıl tartışılabilir?!
Halep Yıkılırken Kudüs Kayboluyordu
Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak ilan edip büyükelçilik binasının hızla Tel Aviv’den Kudüs’e taşınması talimatını verirken doğal olarak pek çok tepki ortaya çıktı. Bu tepkilerin bundan sonra da artması hatta giderek yaygınlaşan toplumsal direncin şiddete evrilmesi de sözkonusu olacaktır yüksek ihtimalle. Ancak Kudüs’ün hassaten Mescid-i Aksa’nın etrafındaki kuşatma Suriye ve Irak’taki katliamlarla eş zamanlı olarak derinleştirildi ve tahkim edildi. Kudüs’e sahip çıkma hassasiyeti ve sorumluluğu Halep’te, Humus’ta, Şam’da, Musul’da, Bağdat’ta hatta Kabil’den San’a’ya, Kahire’den Trablus’a İslam coğrafyasının dört bir köşesinde yaşanan katliamlara gösterilen tepkilerin zayıflığı, ihmali ve sorumsuzluğuyla paralel bir biçimde zayıfladı ve iyice çaresizleşti.
İsrail’in işgal ve katliamlarını geride bırakan Esed rejimini kim tahkim ve takviye etti? Elbette İran ve Rusya en önemli ve belirleyici aktördü Suriye’de. Amerika’nın askeri varlığı ve operasyonlarıyla ne Esed rejiminin ne de Rusya ve İran’ın bir çelişkisi vardı. Hedef IŞİD’le mücadele maskesi altında İslami muhalifleri sahadan temizlemek ve seküler kimliği dolayısıyla Baas rejimini merkezde PKK-PYD’yi de kuzeyde muktedir kılmaktı. Ancak propaganda savaşını kazanan İran ve Rusya sahayı belirledi ya da sahayı belirleyen İran ve Rusya propaganda savaşını kazandı ki; Suriye meselesi “kardeş kavgası, iç savaş ya da mezhep kışkırtıcılığı” tuzağı olarak zihinlere kazındı.
Yabancı savaşçılar fitne unsuru olarak tartışılırken altı yıl boyunca ne İran askeri birlikleri ne de Lübnan, Irak, Afganistan gibi bölgelerden toparlanıp Suriye’de katliamlar organize eden Şii-lejyoner birlikleri nasılsa kimsenin aklına gelmedi. “İncirlik üssü kapatılsın” kampanyalarında öncü rol oynayan, “Türkiye, NATO’dan çıksın” söylemleriyle anti-emperyalist duruşun timsali rollerini kesenlerin aklını esir aldığı kimileriyse Rusya’nın Tartus ve Himeymim askeri üslerinden Suriye’nin en ücra beldelerinde vurup harabeye çevirdiği hastane, fırın, okul, mescid, yetimhane gibi mekanlardan neredeyse zafer devşiriyorlardı. İran ve Rusya Esed rejimini ayakta tutak için işgal ve katliamlara girişmekle kalmadılar üzerine bir de Amerika’nın bu bölgeye müdahalesini kolaylaştırıp teşvik edici de oldular. Üstüne bir de İsrail’in güvenliğini güya söylem düzeyinde tartışmaya açıp fiilen muhafaza ve müdafaaya soyundular.
İsrail’in İşini Kolaylaştıran İleri Karakollar
Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır’ı askeri cunta bataklığında boğmak için tatlı bir rekabet içinde olduklarını hiç saklamadılar. Yine bu ikilinin başını çektiği Körfez organizasyonu Amerika’yla beraber önce Katar ve Türkiye’yi buna bağlı olarak da Hamas ve Müslüman Kardeşler’i boğazlamak üzere aşkla, şevkle tuzaklar kurdukları bir vasatta Filistin ve Kudüs’ü bekleyen nasıl bir kader olabilirdi ki? Körfez monarşilerinin Libya’yı gümrah bir kan nehrine dönüştürmek üzere Halife Hafter üzerinden sergiledikleri hizmetlerin de Kudüs ve Filistin’i tamamen İsrail’in Siyonist siyasetine terk etmek olduğu tartışma dışıdır.
İran Rusya’nın, Suudi Arabistan ise Amerika’nın İslam coğrafyasındaki ileri karakolu mesabesinde iş görmeye deva ettikçe İslam coğrafyasında hiçbir şey normale dönmez, dönemez. Yemen’de Suudi Arabistan’ın oluşturduğu yıkım, kan gölü, yoksulluk ve salgın hastalıkları karşı sergilenen tepkisizliği hatırlayalım mesela. Enteresan olan Suudi Arabistan’ın emperyalizmin kuklası olduğuna ilişkin beyan ve söylemlere sık sık şahit olurken İran’ı ‘direniş cephesi, anti-emperyalist kampın temsilcisi’ sıfatlarıyla anmadan konuşmak mümkün olamıyor neredeyse.
Oysa İran Suriye’de Rusya’yla, Irak ve Afganistan’da doğrudan Amerika’yla askeri operasyonlara girişerek bölgedeki hegemonyasını genişletiyor. Neden İran Rusya ve Amerika’ya yaslanarak hegemonyasını genişletmesin ki? Nasılsa Kudüs Ordusu’nun Suriye ve Irak’ta işlediği katliamların hesabını soran yok. Nasılsa Kudüs Ordusu neden hiç İsrail’le çatışmıyor mevzusuna giren yok. Hatırlanırsa Mavi Marmara baskını ve katliamı sonrasında 14 Haziran 2010’da İran Devlet Radyosu yardım malzemeleriyle dolu gemilerden birinin Gazze’ye hareket ettiğini bildirmişti. İran Kızılayı milletvekillerinin yanı sıra 100 bin kadar gönüllünün Gazze’ye giden yardım gemilerine binmek üzere kaydolduğunu bildiriyordu ajanslara. Ogün bugündür gemiden, yardımdan, gönüllülerden haber alınamıyor. Muhtemelen onlar ve daha fazlası Suriye ve Irak’ta Haşdi Şabi, Hizbullah, Fatimiyyun Tugayları vb. örgütlerle türbeleri korumak için işledikleri cinayetlere yenilerini eklemek için uğraşıp didiniyorlardır. Bu cinayet şebekelerinin, bu işgal sürülerinin işlediği cürümleri nasıl halledeceğiz?
Trump’ın ‘vakti, zamanı geldi’ vurgusu Amerikan iç siyasetinden çok İslam coğrafyasına musallat olan despotik iktidarların İsrail için sağladığı kolaylaştırıcı, teşvik ve tahrik edici atmosferle alakalı olmalı. Siz ne dersiniz?
Yeni Akit
YAZIYA YORUM KAT