Korku imparatorluğunun sonu mu?
Amerikan seçimlerinde bazılarının endişeyle beklediği sürpriz olmadı; Barack Obama seçimi kazandı. Bu bir devrim.
Sivil Haklar hareketinin ırklararası eşitliği sağlamasının ardından henüz 50 yıl bile geçmeden babası göçmen, dedesi Müslüman bir siyahinin Amerikan başkanı seçilmesi küçümsenecek bir olay değil. Her şeye rağmen 'Amerikan rüyası'nın hâlâ gerçekleşebilir bir rüya olduğunun işareti.
Amerikan sisteminin toplumun alt katmanlarından, 'sistem'in dışından gelen unsurlara sunduğu 'rüya' bu göçmenler ülkesinde 'entegrasyon'un anahtarı. Başörtülüleri, Kürtleri ve Alevileriyle 'Türkiye'nin zencileri'ni sistemden dışlamaya programlı bizim 'rejim muhafızları'mız umulur ki Obama'nın seçiminden bir ders çıkarırlar.
Neredeyse tüm dünyada bir tür 'Obomania' çılgınlığının esmesi, Obama'nın pop star muamelesi görmesi seçimlerde son ana kadar devam eden büyük çekişmeyi ortadan kaldırmadı. Sekiz yıllık Cumhuriyetçi Bush yönetiminin ardından Obama'nın daha kolay bir zafer kazanması beklenirdi. Özellikle Irak'ta batağa saplanan, tüm dünyada Amerika'nın itibarını yerle bir eden ve en son da ülkeyi ve dünyayı sarsıcı bir ekonomik krize götüren bir yönetimin mirasçısı olan Cumhuriyetçi adayın Obama'yı bu kadar zorlaması ve oyların % 48'ini alması dikkate değer. Galiba bu, 11 Eylül sonrası yaratılan korku kültürünün, yaşanılan ve ardından sürekli yeniden üretilen 'güvenlik travması'nın bir sonucu.
Korkularla beslenen ve 'terörle mücadele' adına meşrulaştırılan 'illiberal' Amerikan demokrasisi şimdi bir restorasyon dönemine hazır. Obama'nın seçimi 11 Eylül sonrası içeride kurulan 'güvenlik devleti'nin tedricen geri çekilmesinin başlangıcı olabileceği gibi, bu güvenlik devletinin dışarıda izlediği saldırgan dış politikanın da sonu olabilir. Yani Amerika yeni başkanıyla 'post-11 Eylül' dönemine girme şansına sahip.
11 Eylül sendromunu atlatan bir Amerikan yönetiminin, Avanjelik 'neo-con'ların yarattığı küresel gerginliği düşürecek tarzda yeni bir diplomatik dil geliştirmesi ve saldırgan dış politika çizgisini terk etmesi beklenir. Bu bağlamda Bush yönetiminin özellikle 11 Eylül sonrasında yöneldiği müttefikleriyle ortak hareket etmeyen 'tek yanlı diplomasi' anlayışının terk edileceği söylenebilir. Obama yönetiminin önündeki en önemli iş, Amerika'nın küresel yalnızlığına ve itibar kaybına son vermek olmalı. Obama, kişiliği, siyasi tarzı ve kökleri ile bunu başarma imkanına sahip. Yani Obama ABD için bir şans; bütün dünyada Bush politikalarıyla itibarı yerle bir olan Amerika için bir fırsat.
Obama'nın neredeyse tüm dünyada yarattığı olumlu bir hava var. Amerika ya bu şansı değerlendirmeyip bir 'korku imparatorluğu' olmaya devam edecek veya dünya ile birlikte küresel sorunlarda sorumluluklar alan, uluslararası örgütlerle çalışan, müttefikleriyle mutabakat arayan 'liberal cumhuriyet' olacak.
Bush yönetimi altında 'yumuşak gücünü' kaybeden, dünyanın en nefret edilenleri arasına giren ABD, Obama ile yumuşak gücünü restore etme imkanına kavuşuyor. Obama, 11 Eylül sonrasında bir 'korku imparatorluğu'na dönüşen Amerika'yı demokratik bir yumuşak güce dönüştürebilir.
Obama'nın 'değişim' iddiasının uluslararası politikada en somut ve çarpıcı ifadesi Filistin meselesinde alacağı tutum olacak. İsrail'in güvenlik kaygıları kadar Filistin halkının taleplerine de duyarlı olan bir Amerikan yönetimi kalıcı bir barışın zeminini hazırlayabilir. 'Değişim' ancak Filistin meselesine de uygulandığında anlamlı.
Obama'nın seçimi kuşkusuz Amerika'yı yeniden yaratmayacak. Ekonomik, siyasi ve askeri gücüyle bir dev olan Amerikan yönetim mekanizması hâlâ dünyada birçok sorunun yaratıcısı ve tarafı olacak. Beklenti, Obama'nın Amerika'sının bazı sorunların çözümünün de parçası olması. Obama'nın seçimi, 'ılımlı Amerika'ya doğru bir adım. Gücünün sınırlarını bilen bir 'süper güç' daha barışçıl bir dünyanın kapısını aralayabilir.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT