Korkmuyorsunuz, nefret ediyorsunuz!
Time dergisinin geçtiğimiz yaz aylarındaki kapak konularından biri de “İslamofobi” idi. Dergi, 11 Eylül'de yıkılan İkiz Kuleler'in bulunduğu alanın yakınlarında yapılması planlanan İslam Kültür Merkezi'ne karşı, Amerikan toplumundaki şiddetli itirazı taşımıştı kapağına...
Kapakta “Is America Islamophobic” (Amerika İslamofobik mi?) spotu vardı. Haberin ayrıntısında Time kendi sorusuna “hayır” cevabı veriyordu. Çünkü, dergiye göre, “korku” kelimesi gerçeği yansıtmıyordu. Artık, Amerikan toplumundaki “İslam korkusu”nun “nefret” boyutuna ulaşmış olmasından söz etmek gerekiyordu.
Time'ın kapağından kısa bir süre önce ise Kâzım Özdoğan, Birikim dergisinde çıkan makalesinde, aynı tezin Avrupa için de geçerli olduğunu savunmuştu. Özdoğan, İkinci Dünya Savaşı öncesinde Nazilerin Yahudilere yönelttiği suçlamalarla, bugün Batı “sağ”ının (bazen de “sol”unun) göçmenlere (özellikle de Müslüman göçmenlere) yönelttiği eleştiriler arasındaki benzerliğe dikkat çektiktan sonra şöyle yazmıştı:
“(...) Aşağıdaki satırlarda, Batı toplumlarındaki İslam ve Müslüman karşıtlığı tartışıldığında kullanılan 'İslamofobi' kavramı reddedilerek yerine 'müslüman düşmanlığı' kavramı kullanılacak. (...) Müslüman düşmanlığına veya İslam karşıtlığına yön veren olgunun korku (fobi) olduğunu iddia etmek mümkün görünmemektedir. Sartre'ın dediği gibi bir anti-semit nasıl Yahudilerden başka her şeyden korkuyorsa, günümüzde Müslüman düşmanları da Müslüman'dan başka her şeyden korkarlar.”
Yeni Aktüel'de Time'ın ABD; Özdoğan'ın ise Avrupa için yaptığı bu tespitleri aktardıktan sonra ben de Türkiye için şöyle yazmıştım:
“Bu analiz yalnız Batı toplumlarındaki 'İslam korkusu' için değil, ülkemizdeki 'şeriat korkusu' için de doğru görünüyor bana... Korkan insan siner, oysa maşallah bizim 'fobi' sahiplerimiz pek bir saldırgan... Cumhuriyet mitinglerindeki ruh haline bakıp da; bu sıcak yaz günlerinde sahillerden gelen 'tesettürlü mayoyu görünce çıldırdı' haberlerine bakıp da, 'laik-çağdaş-kentli' yurttaşlarımızın korku içinde olduğunu söylemek bana hiç kolay gelmiyor.” (Üzerinden zaman geçti, hatırlatmak lazım, şöyleydi haber: “Çeşme'nin Alaçatı beldesindeki İmbat Sahil Evleri Sitesi'nde oturan öğretmen Hatice Şenocak'a; eşinin asker olduğunu söylen B.P. isminde bir bayan saldırdı. Yanında beş bayanla birlikte gelen B.P., denizde olan Hatice Şenocak ile 8 yaşındaki oğlu İsmail Hakan'a hakaretler edip darp etti. 'Haşema' olarak bilinen tesettürlü mayo ile denize insanları rahatsız etmemek için kayalıkların arasından girdiğini söyleyen Hatice Şenocak, B.P.'nin, 'İran'a Arabistan'a, sizin gibi olan insanların ülkesine gidin' diye bağırdığını söyledi.”)
Toplumsal iktidar kaybı
Gündelik hayatını seküler değerler doğrultusunda tanzim eden geniş orta sınıfları saran hakiki duygunun “korku” değil “nefret” olduğunu anlamak için öyle uzun uzun araştırmalar, anketler yapmaya hiç gerek yok; birazcık dürüstlük, olguları (ve duyguları) siyasi hedeflerimiz doğrultusunda çarpıtmayı engelleyecek miktarda bir dürüstlük yeter bunun için.
Bence mesele şu: Son 8-9 yılda iyice kristalize hale gelen fakat aşağı yukarı 30 yıllık bir geçmişi olan Türkiye'deki iktidar kaymaları sadece siyaset, sadece devlet, sadece ekonomi alanlarıyla sınırla kalmadı... Türkiye'nin geniş seküler-modern orta sınıfları da ağır bir toplumsal-entelektüel iktidar kaybı yaşadı, yaşamaya devam ediyor. Bu, öyle sıradan bir duygu değil, bir travma... Küçümsediği, alay ettiği, en iyi ihtimalle üzüldüğü toplumsal kesimler şimdi kendileriyle aynı kamusal alanı paylaşıyor, yetmiyor, kendilerini bizzat yönetiyor.
Rahmetli Attila İlhan meşhur televizyon söyleşilerinden birinde bu “tehlike”ye işaret etmiş, “Ne zamandır kitapları Müslümanlar okuyor, laikler ise televizyon seyrediyor” demişti.
Geçenlerde bir televizyon kanalında şahit oldum; Mine Kırıkkanat, muhatabı muhafazakâr tartışmacılara parmağını sallayarak "iktidarın sahibi siz olabilirsiniz ama kültürün sahibi benim" (kelimesi kelimesine aktardım) diye bağırıp çağırıyordu. Bu feryat, çok sembolik göründü bana.
Türkiye'nin seküler-modern orta sınıfları, bugün korktuklarını ilan ettikleri toplumsal kesimlerden gerçekte hiçbir zaman korkmadı, fakat günümüzdeki “nefret” duygusu da görece yeni sayılır; ondan önce, artık duruma göre dikkate almamak, küçümsemek, horlamak, aşağılamak, en iyi ihtimalle de baskı gördüklerinde üzülmek vb. duygular hâkim oldu bu kesimde.
Bu duyguların nefrete dönüşmesi için “toplumsal iktidar kaybı”nın elle tutulur, gözle görülür bir hale bürünmesi gerekiyordu ki, bu da Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AK Parti) iktidarıyla birlikte başladı.
Hürriyet'teki röportaj bize ne anlatıyordu?
Hürriyet gazetesinden Ayşe Arman'ın çok tartışılan “tesettürlü” roportajında aktardığı bir gözlemi, anlatmaya çalıştığım duygu kaymasını çok güzel özetliyordu:
“Normal tesettür var tamam ama, bunun bir de lüksü var. O nasıl tepkiyle karşılanıyor acaba? Bir başka deyişle ‘abiye tesettür’. Demet siyahlara bürünüyor, ben beyazlara. Gözümüze kalem-malem de çekiyoruz. Şimdi kendimizi daha bir kadın gibi hissediyoruz. En büyük nedeni de ayağımızdaki topuklular. Daha zengin bir görüntümüz var, zavallı gibi durmuyoruz. Şöyle bir gözlemimiz oldu; zenginlik, genel olarak insanların sinirine dokunuyor, daha önceki kıyafetleri giydiğimizde bize şefkatle bakanlar, şimdi kaşlarını kaldırıyorlar... ‘Ne işiniz var burada’ ya da ‘Para el değiştirdi, artık bunların parası var’ gibisinden.”
Gazetenin genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök (o zaman öyleydi), Arman'ın gözlemini “zenginliğe” bir tepki olarak yorumlamıştı o zaman. Ben de o günlerde kaleme aldığım bir yazıda (“İşte o nedenle çaycılarınız türbanlı ve fakat türbanlı muhabiriniz yok!, Taraf, 17 Temmuz, 2009) bu yoruma katılmadığımı söylemiştim:
“Mekânın 'çağdaş' kıyafetli sakinlerini asıl rahatsız eden şey, zenginlik üzerinden onlara iletilen 'türbanlı fakat özgüvenli' algısıdır. Oraya iki 'abiye türbanlı' değil de, belli ki paraları az fakat giydiklerini kendilerine yakıştırmış (pardösülü falan değil) iki tesettürlü genç öğrenci güle oynaya içeri girip rahat tavırlarla siparişlerini verselerdi, 'çağdaş' kıyafetli sakinler aynı rahatsızlık duygusuna kapılacaktı... İçeri süzülen tavşan ürkekliğindeki tesettürlülere gösterilen şefkat meselesine gelince... Şefkatin yönü güçlüden güçsüze; eşitsizlik basamağının üstündekilerden altındakilere doğrudur... Güçsüz güç kazanınca, alttakiler üste doğru çıkmaya başlayınca şefkatten eser kalmaz. 'Çağdaş'lar sadece 'zengin türbanlı'lara karşı tepki duymuyor, 'türbanlı doktor'lara, 'türbanlı öğretmen'lere karşı da tepki duyuyor.”
Korkmuyorsunuz, “korkunççuluk” oynuyorsunuz!
Bu konuda beni yeniden yazmaya iten nedenlerden biri de, Nilüfer Göle'nin hayatını ve görüşlerini anlatan, Ayşe Çavdar'ın kaleme aldığı “Mahremin Göçü” adlı nehir söyleşi kitabı oldu... Kitabı henüz okumadım, fakat Vatan gazetesinden Mine Şenocaklı'nın Göle'yle gerçekleştirdiği uzun söyleşiden anladım ki, Nilüfer Göle de tartıştığımız duyguyu “korku” olarak niteliyor.
Pınar Öğünç'ün (Radikal, 9 mart 2011) kitaptan aktardığı şu bilgiye rağmen Göle'nin bu adlandırmayı tercih etmesi bence gayet paradoksal:
“Modern Mahrem’de ‘toyluktan’ eksik bıraktığı bir bölümden söz ediyor Göle. Laik kanattan ressam bir kadınla yaptığı görüşme o kadar düşmanca geçmiş ki, kadının doğru insan olmadığını, laik kanadı temsil etmediğini düşünmüş. Şimdi baktığında 'Halbuki bugün laikçilik dediğimiz söyleme tamamen, birebir ışık tutuyordu' diyor.”
Peki çok mu önemli, şu tartıştığımız duyguya şu ya da bu adı vermek? Evet, çok önemli. Özellikle de Türkiye'nin yaşamakta olduğu büyük tarihi dönüşümün önüne döşenmeye çalışılan barikatları dikkate aldığımızda, çok önemli.
Çünkü Ergenekon zihniyeti özünde eski siyasi, ekonomik ve toplumsal iktidarları sürdürmeye yönelik bir zihniyettir ve bu zihniyet, kendisini geriletmeye çalışan siyasi, ekonomik ve toplumsal güçleri “düşman”laştırmaya çalışırken esas olarak işte bu “korku” silahına baş vuruyor. Korku üzerinden mazlumluk üretebilirsiniz, fakat nefret üzerinden üretemezsiniz...
Elbette, bu zihniyete karşı verilen mücadelenin meşruiyetini zedeleyen her şey o zihniyetin hanesine artı puan olarak yazılıyor, etki alanını genişletiyor; son tutuklamalarda olduğu gibi.
Cuma günü, özünde “nefret” olan duygularını bir “korkunççuluk” oyununa çevirenlerin tarihsel sorumlulukları ve Ergenekon zihniyetinin bu oyundan ne surette yararlandığı üstüne yazacağım.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT